Sırtımdaki çantanın içerisinde birer adet pantolon, tişört, kitap, defter ve sigara bulunmasına rağmen ağırlığı belimi büküyordu. Sırtım, yer çekimine meydan okurcasına göğe yükselirken kafam da yer çekimine yenik düşmüştü. Üzerimdeki eşofman ve tişörtün üzerinden kablosu geçen beyaz kulaklığımda Ferdi Tayfur, “Huzurum kalmadı, fani dünyadaaaa…” diyordu. Çantam, kulaklığım ve kıyafetlerime bakan insanlar, amatör lig futbolcusu zannederdi. Ayaklarım da her zaman çarpık hareket ettiği için bunu düşünmemek imkânsız gibiydi. Ayrıca insanlar, kulağımda Ferdi Tayfur olduğunu bile hiç düşünmeyebilirdi. İğrenç bir pop şarkısından uzak olmayan bir duruş sergiliyordum, onlar için. Belki çok itici görünecektim o insanlara karşı ama insanlar hep aynı. Ben bugün farklıyım. Kalıplaşmış beyinlerin içerisindeki kalıplaşmış yorumları yapsalar da ben onlara aldırış etmeden gidecektim. O bakışlar üzerimde mi bilmiyordum.

Kalabalık insanların arasından başım dik geçmeyi çok istiyordum ama çantam buna izin vermiyordu. Sigaramın son nefesini de içime çekerken Ferdi Tayfur, “Bir gün gitsen bile hatıran yeter.” demeye başlamıştı. Ben de bu şehirden gitmeden bir hatıra bırakmak istedim. Her köşesinde anılar biriktirdiğim, her nefes alışımda ciğerlerime zarar veren havaya sahip bu şehre hatıram yeter miydi diye düşündüm. Cebimdeki yarısını içtiğim sigara paketini ve çantamdaki açılmamış sigara paketini gördüğüm ilk çöp kutusuna bıraktım. Benim bu şehre başka hatıram olamazdı. İlk sigaramı da bu otogarın çevresinde içmiştim.

Vedaların ve kavuşmaların arasından geçerek otobüsün geleceği perona doğru yürüdüm. Çantamdan dolayı kambura yakın yürüyüşüm, otogarda bulunan insanlara acaba ne derdi var veya mutsuz mu diye sorular sorduruyor muydu, bilmiyorum. O an bildiğim tek şey bu şehirden kaçış, beni fazlasıyla mutlu ediyordu. Çantamın omuzlarımda izi çıkmış olma ihtimaline karşı yine de her an tebessüm etmeye hazırdım. İnsan, ağlarken aynada kendini beğenmez. Gözlerinden yaşlar süzülürken bir yandan da saçını düzeltmeye çalışır. Mutlu olduğunda saçı dağılmış olsa da pek umursamaz çünkü tebessüm, insanın en iyi makyajı olur diye düşünerek ilerledim. Böylece nasıl göründüğümün bir önemi olmadığını kavradım ve zaten insanların ne dediğini umursamayacağımı hatırladım. Kafamın içinde Ferdi Tayfur’a uyumsuz bir şekilde eşlik eden davul sesini de duydukça tebessüm etmeye başladığımı fark ettim. Şehirden henüz gidememiş olsam da gitmek için attığım her adımla daha da mutlu oluyordum.

Yavaş adımlarla peronun önüne gelmiştim. Ufak tefek adımlarla peronun olduğu yerde volta atıyordum. Bu sırada da insanlarla göz göze gelmeden neler yaptıklarını inceliyordum. Otogar çalışanları, esnaflar, şoförler ve muavinler işlerinin peşinde koştururken diğer insanların çoğu, ya veda ya da kavuşma sonucunda sarılıyorlardı. Sarılan insanlar, bir anda mutluluğumun üzerine çökmüş kara bulutlar gibiydi. Şimşekler çakmaya başlamış ve hızlı bir yağmur başlamıştı. Sırılsıklam olduğumu ve çok yalnız olduğumu düşündüğüm esnada çantamla birlikte Ferdi Tayfur’un bana sarılışını hissetmiştim. Yine de bu beni tatmin etmemiş olacak ki bir anda karşıya doğru yürümeye başladım. Otogarın en geniş ve boş alanıydı ilerlediğim yer. Bu geniş alanda asker uğurlaması vardı. Ben ise gitmek istediğimi hissetmeden yürüyordum. Sarılmayı hissetmek istiyordum.

Bir hayli büyük bir erkek grubu, bayrakları sallayarak “En büyük asker, bizim asker!” diye bağırıyorlardı. Yaklaştığımda havaya atılan iki kişi görmüştüm. İki kişiyi atanların da yönleri farklı taraflaraydı. Anladığım kadarıyla birbirine bitişik iki ayrı asker uğurlaması vardı. Son olarak farklı davulcuları da gördüğümde bundan emin olmuştum. Rastgele ayağımın götürdüğü grubun içerisine dâhil oldum. Ben de sesim kısılırcasına bağırmaya başladım. Oldukça eğlenceliydi. Sırtımdaki çantaya rağmen kimse de yabancı birisi olduğumu fark etmemişti. Fark eden de olsa sormak istememiş de olabilir. Olaya kendimi bu kadar verdiğimi hiç hatırlamıyorum. Bir ara askerin ayağını avucumda hissetmiştim. Askeri yere indirdikten sonra sarıldım ve “Hayırlı tezkereler.” dedim. Nihayet sarılmayı başarmıştım ve otogardaki diğer insanlardan farkım kalmamıştı. Bunun verdiği mutlulukla eğlenceme devam ettim.

Her iki grupta da kavga çıkarmaya meyilli hatta güne kavga etme niyetiyle başlayan kişiler olduğu belliydi. Eğlenceye rağmen yüzleri gülmüyordu. Bir dertleri olduğunu düşünmediğim bu insanlar, dertli bir bakış yerine sinirli bir bakış kullanmayı tercih etmişlerdi. Kasları kasılsa bu saate kadar herhalde açılırdı diyordum. Çekim yasası bu durumu açıklar mı bilmiyorum ama ikisi de iki grubun sınırını belirlemiş ve sırt sırta vermişlerdi. O sırada aynı sloganlar atılırken yan taraftaki kavga çıkarmaya niyetli arkadaşla göz göze geldik. Birbirimize kimin daha büyük asker olduğunu kanıtlarcasına sırayla bağırmaya başlamıştık. Bir ara “Bizim asker daha da büyük, ulan!” dedi. Bu sesle birlikte benim olduğum grupta durumu ilk fark eden grubun kavgacısı olmuştu. Bundan sonrasını anlatmama gerek yok. Polisler arkadaşları toplarken ben otobüse binmiştim. Bir kavgaya sebep olmam yetmiyormuş gibi kavgadan da hiçbir zarar görmeden ayrılan olarak yola çıkmıştım. Nihayet çantam da sırtımda değildi ama ne kadar yormuşsa beni koltukta bile dik duramıyordum.

Çantamı açtığımda beni defterim karşılamıştı. Çantayı kitap okuma niyetiyle açsam da defterimi elime aldım. Sayfalarını karıştırdım. Kaçtığım şehir, anılar, insanlar, sevdiklerim hatta nefret ettiklerim bile defterin içindeydi. Az eşya olmasına rağmen çantanın ağırlığının sebebinin defter olduğunu anladım. Böyle kaç defter, kaç sayfa kâğıt yaktığımı hatırlamıyorum. Bunu da yaksam yine bir anlamı olmayacaktı. Aynı şeyleri farklı olaylar veya farklı kelimelerle yine anlatacaktım. Nereye gidersem gideyim defter olmasa da geçmişim benimle gelecekti. Defterin boş sayfasını açtım ve “Sırtımdaki çantanın içerisinde birer adet pantolon, tişört, kitap, defter ve sigara bulunmasına rağmen ağırlığı belimi büküyordu.” yazdım. Sonra anlatmaya devam ettim. Merak edenler için, gitmekten vazgeçmemiştim. Son vazgeçişim, vazgeçmekten vazgeçmek olmuştu.