"Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner."


En en en sevdiğim ve J. D. Salinger’in tek romanı olan orijinal ismiyle ‘’The Catcher In The Rye’’ üzerine konuşacağız. Hani manyak gibi kanka şunu izle çok iyi, kanka bir bak çok komik diye üstümüze yük arkadaşlarımız vardır ya, heh işte ben şimdi o arkadaşınız olacağım, lütfen bu kitabı okuyun!


The Catcher In The Rye, bozuk bir dille yazılmış, ana karakter Holden’ın ergenlik anksiyetesini anlatıyor gibi gözükse de yüzeyinde, yazar J. D. Salinger’in hayatını incelediğimizde kitapta asıl anlatılmak istenilenin II. Dünya Savaşı sonrası bir askerin travmalarının olduğunu görebiliriz. Bu sebeple ilk olarak birkaç cümleyle J. D. Salinger’in hayatının birazından bahsedelim: Salinger’ın çocukluğundan itibaren babasıyla sorunları var, Salinger kendi ilgi alanlarına yönelmek isterken babası onun için zaten bir gelecek planlamış, oğlunun kendi işlerini devralmasını istiyor. (Neden babalar böyle?) Çok fazla okul değiştiriyor, bu sebeple de çocukluğunda bir düzen oturtamıyor, çevresiyle ilişkilerini daim kılamıyor ve bu durum da onun ileriki hayatında kendini toplumdan izole kılmasının sebeplerinden biri oluyor. Columbia Üniversitesi’nde yazarlık okumaya başlıyor ve hayatının dönüm noktalarının oluşmasına sebep olacak hocası (editör aynı zamanda) Whit Burnett ile yazarlık kariyerine adımlarını atıyor. Bu sırada Oona O’neill ile platonik aşka düşüyor, onun da Charlie Chaplin ile evlenmesi sevdiklerine duyduğu son güven parçalarını bir hayli zedeliyor. ABD’nin II. Dünya Savaşı’na girmesiyle orduya katılmak zorunda kalıyor (bu sırada E.Hemingway ile tanışıyor), bu zorluklara Holden karakterini yaratarak katlanmaya çalışıyor, gördükleri ve yaşadıkları sebebiyle ruhsal çöküntü yaşıyor, savaştan sonra kısa bir evlilik yaşıyor ve bitiyor, öykülerden oluşan The Young Folks kitabı yayımlanamıyor ve bundan üniversite hocası Whit Burnett’i sorumlu tutuyor ve çaaatt Salinger için yine güvendiği dağlara karlar yağıyor. Savaş sonrası ruhsal durumunu iyileştirmek için Zen Budizm’'ine yöneliyor, yazmaya devam ediyor ve 1951’de The Catcher InThe Rye romanını yayımlıyor. Daha ayrıntı ve devamında söylenecek sözler var ama bize bu kadar yeter. Bu bilgileri kitapla özdeşleştirmeye çalışalım şimdi:


Kitapta göze çarpan hatırda kalan en belirgin konu çocukluk ve yetişkinlik çatışması. Holden Caulfield büyüdükçe daha fazla deneyime sahip olduğumuzdan bunun masumiyetimizi götürdüğüne inanıyor. Salinger’ın her yaşadığı kalp kırıklığının üzerine güven duygusunu kaybetmesi ve bu kırıklıklardan dönüştüğü kişiyi sevememesi gibi bir durum söz konusu burada. Bu sebeple Holden karakteri ile deneyim sahibi olmaya ve değişime karşı direniyor çünkü her değişimin kötü yönde olacağından korkuyor. Holden’ın müzeleri sevmesinin altında yatan sebep de bu noktaya dayanıyor, müzeler hiç değişmiyor, bizi değişimleri ile şaşırtamazlar ve bu yüzden güvenlidirler. Nazi kamplarını görmüş bir adamın güven duygusunda eksiklik yaşaması ve buna göre davranmaya çalışması da yadırganacak bir durum değildir herhalde. Kitapta çocuk karakterlerin ağırlıkta olması, Holden’ın yani Salinger’ın kendini güvende hissetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kitaptaki yetişkinler Holden tarafından ağır ağır eleştirilir ve anlamsız bulunur, belki de Holden’ı bu kadar sevmemin sebebi budur çünkü Holden’a göre hiçbir yetişkin kendisi değildir, kendisi olarak var olmuyordur bu dünyada. Hepsi bir grubun içinde, bir tarafta, bir kalıpta tanımlarlar kendilerini. Ya ‘’dindar’’dırlar ya katolik’lerdir ya fahişedirler ya a partisindendirler ya mavicidirler ya kırmızıcıdırlar ya annedirler ya babadırlar ya…. ucu bucağı olmayan etiketler altında kendilerini kalıplara sokmuşturlar ve hiçbiri aslında kim olduklarını umursamıyordurlar, unutmuşturlar ve dünyayı sadece kendi kalıplarının içi kadar kabul ederler. Korkunç! Holden bu yüzden büyümeye direnir ve çevresindeki her çocuğu korumak ister. Yeteri kadar deneyim sahibi olup birer yetişkine dönüşmelerini istemez. Oda arkadaşının seks yaptığını söyledikten sonra arkadaşına saldırmasının sebebi seksi yetişkinlikle ilişkilendirmesi ve arkadaşının masumiyetini kaybetmiş olmasından korkmasından kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda Salinger’ın mutsuz ve umutsuz aşk hayatından kaynaklı ‘’kadın’’dan korktuğunu düşünüyorum, bunu da bir noktada bu şekilde anlatıyor olabilir bizlere. Bunun dışında savaşa gitmesinin ardından yaşadığı travmalar yetişkinliği salt bir sorumluluk olarak görmesine sebep olur ve bu yüzden Holden hiçbir çocuğun yetişkinliğin getirdiği sorumluluklar ve sonuçlarıyla yüzleşmesini istemez, yetişkinliğe karşı gösterdiği direncin sebeplerinden birisi de budur. Örneğin kitabın başında okuldan atıldığını okuruz, onun için önemli değildir bu ama önemli olan ailesinin vereceği tepkidir, olayların sonuçlarından korkmaktadır. Holden ve Salinger bu yüzden her şeyden ve herkesten uzak bir yaşam sürmek ister. Holden anlatımları boyunca çok fazla yalan söylüyor bu da masumiyete ters düşen bir davranış biçimi, burada da Holden’ın ne kadar çok zamanı durdurup çocuk kalmak istese de bundan kaçamayacağını gösteriyor bizlere. Bu sevdalar boşuna leylam geldik, gidiyoruz, yaşayacağız, ya bu kara düzene uyar gideriz yada bir şeyleri güzelleştirmek adına nerede durduğumuzu belli eder ve tüm sabrımızla güzel olandan vazgeçmeyiz. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz ama nasıl gittiğimiz önemli bence. Holden Caulfield da bizler gibi nereye gittiği konusunda fikri olmayan bir çocuk. Kitapta göldeki ördekler hakkında küçük bir takıntısı var, kışın göl donduğunda ördeklerin ne yaptığını, nereye gittiklerini merak ediyor. Salinger bunu kendi düşüncelerini ifade etmek için bu şekilde sembolize ediyor, aslında hayatlarımız artık kalbimizi donduracak noktaya geldiğinde bizlere ne olacağını merak ediyor, biri bize yardım edecek mi, yoksa ördekler gibi sadece kaybolup gidecek miyiz bilmek istiyor. Bunu düşününce yeniden kalbimde büyük bir endişe ve heyecan hissettim… bilemiyoruz Altan…  Holden’ın ‘’the red hunting hat’’ diye geçen kırmızı bir avcı şapkası var ve kitaptaki en güzel sembollerden birisi de bu. Bu ‘’hunting’’ şapkası ile toplumdaki ‘’hunter’’ avcılardan hatta daha geniş bir çerçevede masumiyet avcısı toplumdan kendini korumak istiyor, Salinger’ın da tek istediği kendini korumak zorunda kalmayacağı bir hayattı fakat olmadı ve o da bu şekilde Holden’ı koruyor.


Çavdar Tarlasında Çocuklar, okuması en kolay ve en akıcı kitapların başında geliyor bence. Amerikan Edebiyatı’nın yapıtaşlarından biri olan kitap ilk yayımlandığında anlatıcının kullandığı dil bakımından uygun bulunmamış ve birçok yerde yasaklanmış olsa da bugün bizim için çok önemli. Kendimizi kurtlar sofrasında hissettiğimiz dünyada Holden olmadığımızı düşünmek hemen hemen çok zor. Kitap ve yazar üzerine söylenebilecek çok şey var ama hem çok uzun tutmak istemiyorum hem de dilim şimdilik bu kadarına dönebildi. Son olarak küçük bir yorumumu daha belirtmek isterim. Kitabın yazıldığı dönem ve yazarın hayat mücadelesini göz ardı etmiyor olsam da J. D. Salinger mağdur olduğu gibi mağdur da etmiştir, ikinci evliliği ve ilk evliliğinden olan kızını düşündüğümüzde. Kızı Margaret babası hakkında ‘’Biriyle işi bitmişse onu silip atar!’’ demiştir. Yazarın hayatını anlatan Çavdar Tarlasındaki Asi filmini izleyebilirsiniz, iyi seyirler!