Şeytanların dünyasında cehennem turundayım. Şu an cehennemin birinci katındayım. Burası dünyanın yeryüzü simasına benziyor. İllegal ahlak bekçileri, kurdukları ahlak sisteminde kodeslere kapatılmış. Karşılarına geçip "Ne oldu!" diye hesap sormak istedim ama o kadar çoklardı ki hangi birine hesap soracaktım. Aslında hepsinin toplu şekilde bana dönmesini sağlarsam tek seferde aradan hepsinden hesap sorabilirdim ama zaman kaybetmek istemediğim için es geçiyorum bu ahlak bekçilerini. Onlara söyleyeceklerimi şimdilik çantama koyuyorum. Uzunca bir süre gidiyoruz. Zaman izafiydi. Şu an cehennemin ikinci katındayım. Burası çıkar dünyası! Herkesin hengamesi kendi derinliğinde ve herkes bilim kurgu filminde gibi oraya buraya koşturuyor. Bu koşturmacanın bir an dinmesini bekliyorum ama minimalist yaşantıların antitezleri durmak bilmiyor. Yaklaşık insanlık tarihiyle aynı yaşta olan bu katta henüz sakin bir hava yaşanmamış. Sürekli fırtına, sürekli karmaşa... Bu koşturmaca içerisinde ayaklar altında ezilmemek için koşarak kaçıyorum. Şeytanlar arasında uzunca bir süre daha yol kat ediyorum. Az gidiyorum, uz gidiyorum, dere tepe düz gidiyorum ve cehennemin üçüncü katına geliyorum. Burası dünyanın suni tarafı, yapay ve lezzetsiz. Billboardlarda gösterilen enfes yemekler gibi sadece göz boyama üzerine alanlar kurulmuş ama içinde ne bir tat var ne de baharat. Burada bulunan herkes olmadıkları gibi olmaya çalışan Instagram profili gibiydi. Cansız mankenlerin üzerine giyilen güzel kıyafetler revaçta ama mankenler de plastikti. Suni dünyanın yanarken çıkardığı plastik koku yüzünden burada fazla kalamayacağımı fark edip burnumu kapatarak ağzımdan nefes alıyorum. Yüzyıllar boyunca koşuyorum. Birkaç bin hayvanın nesli tükenirken ben hâlâ koşuyorum. Burası cehennemin dördüncü katı. Maskeli tiyatrolar senfonisi, siyaset yüzlü adamlar ve kadınlar... Burası aldatıcı ruhların, başkalarının çektiği acılara ve yaşadığı zorluklara içten yanmalı motor gibi sevinenlerin diyarı! Mutlu vaatlerin mutlu günlerde verilmesi gibi çoğu tutulmayan binlerce vaat tuğla taşı gibi ateşten evlerin çimentosu olmuş ve dip dibe bir şehir kurulmuş burada. Beni de ağırlamak istediler ama buranın methini duyduğum için kabul etmedim. Sizleri ağırlamak için hayatınızda görmediğiniz, binbir başlı yılanı bile deliğinden çıkartacak tatlı sözleri var ama zamanında yolu buradan geçenler uykusunda öldürülmüş. Saklanmak istense de başarılı olunmamış. O gündür en çekindiğim yerlerden birisidir burası. Kor ateş biraz ayaklarımı yakmaya başladı. Sıcak kumlardaki gibi ruhani bir bunalmışlık başladı. Anlıyorum ki gitme vakti. Orta Çağ’ı da geçiyorum, sanayi devrimini de... Hava sıcaklığı bunaltmaya başlıyordu ama kararlıydım. Yoluma devam etmek istiyor ve cehennemin portresini çizmek istiyordum. Şimdi cehennemin beşinci katına geldim. Burası tıpkı haksızca ve kendine bir hak görerek kötülük işleyenlerin zihnine benziyor. Masumca öldürülen, birilerinin hevesini kıran, cesaret kırıcıların memleketi... Kaç hayalin, kaç yaşamın failleri burada! Kaç violini, flüt sesi çıkaramadığı için sobaya odun olarak kullandılar! Çetelesini tutmak için bile su içmeden bir orduyla sayıma girişmek lazım. İlk çağdan, modern çağa müze sergisi gibi sergilenen mezarlar içerisinde potansiyeller... En iyi yazarları gömdü bu kalabalık, enleri dibe çeken olta sahiplerinin yuvası burası! Bir olta da gelip beni bulmasın diye kaçıyorum. Ruhumun hava sıcaklığı daha da artmaya başladı. Bunalımı ciddi şekilde hissetmeye başladım. Ayakkabı bağcıklarımı bağlamak için bir an duruyorum, sonra hemen koşmaya devam ediyorum. Metafiziksel birimlerle koşuyorum. Şimdi geldiğim yer, cehennemin altıncı katı! Burası değerler pazarı ve ideoloji tuzaklarıyla dolu papazların dünyası. Sahte peygamberlerin vaazları, doğar doğmaz kişileri ve şeyleri tarafına çekmek için binbir kollu cümle satıcıları her yerde tezgah kurmuş. O kadar yanlı fikirin cirit attığı yerde kimse, herkesle aynı coğrafyada toplanmıyordu. Didaktik bilgiler bile burada bir tarafa meyillenmek zorundaydı. Burası cehennemden parsel satanların diyarı... Henüz adımımı atar atmaz otogarda bilet satmaya çalışan peron görevlileri gibi beni de kendi taraflarına çekmek için insan kalabalığı etrafımı sarmıştı. Biz şöyleyiz, onlar böyle... Biz ve onlar arasında sıralanan cümleler ruhumu daha da bunaltmıştı. Bir hışımla kalabalığı yarıp kaçıyorum. O kadar hızlı kaçıyorum ki bir merminin 309 m/s hızından bile fazla. Bu hızla uzunca bir süre koşuyorum. Yeterince uzaklaştığımı düşünüp duruyorum. Sonunda cehennemin yedinci katına ulaşıyorum. Burası son kat. Burası zifiri bir odanın içine benziyordu. Unutulmuş veya unutulmaya yüz tutmuş her şeyin, bilinç kıvrımlarında hissettiği acıların kimliğe büründüğü yerdi. Sıcaklık rahatsız edecek şekilde artmıştı. Burada her bir acı, suskunluğa bürünmüştü. Bu katta olanlar, unutan kişiler tarafından unutulduklarının farkında bile değildi ama bunun farkındalardı. İnsana unutmak ve unutulmak bahşedilmiş. Bu da demek oluyor ki her canlı cehennemin yedinci katını tadacaktı. Ne acı! Buna üzülmeye fırsat bulamadan bunaltıcı sıcaklıktan kurtulmak için tekrar koşmaya başlıyorum. Binlerce yıldır koşmuştum, yaratıldığımdan beri koşmuştum ama kat ettiğim mesafe çok azdı. Hiçbir yere kaçamamıştım. Zihin okuluma kayıtlı binlerce öğrenci tek bir sesten gördüğüm cehennem portresini betimlemeye başladı.


"Cehennem ne bir ateş ne kor bir alevmiş,

Cehennem ne bir şeytan mızrağı ne bir zebani tepmesiymiş,

Cehennem ne kaynar su ne de litrelerce irinmiş,

Cehennem başkalarıymış.

Başkaları için yaşamak dedikleri, adıymış cehennemin."