Gidiyor, şaşırdım demeliyim belki de ama şaşırmadım. Onunla aşağıya iniyorum, sanırım yolcu etmek için. Demir kapıyı açmak için sol elimi uzatsam da karşıdan gelen yeni kişiler fazla aceleci. Benim açmama kalmadan açıyorlar kapıyı ve teşekkür etmeme fırsat bile vermeden ellerindeki yüklü eşyalarla asansöre biniyorlar. Asansörlerde belli bir ağırlığın üstüne çıkmamaları gerektiğinin farkındalar değil mi? Arkalarından bakarken asansördeki aynadan yansıyan yüzümün yarısıyla buluşuyor gözlerim. Acaba hangi kata gidiyorlar? On, on beş saniye ya var ya yok ve işte yolcu etmek için fazla erken. Bu olay akşam patlayacaktı değil mi oysaki henüz sabah. Kapıdan çıkmış yoluma devam ederken aniden karşımda beliren uzun pembe binalarla bakışıyorum, dört bir tarafımı kuşatmışlar. Sanırım beni bekliyorlardı ama onları tanıyor muyum ki? Bir yerden tanıdık geliyorlar aslında. Sanki yıllarca oradaymışım gibi, geride bıraktığım insanlar ve bana eşlik edenlerle birlikte. Her perdemi araladığımda odamdan içeriye, karşı camdan yansıyan güneş ışığının tablolarımın üzerine üşüşmesi gibi. Belki de yanlış hatırlıyorum deyip yürümeye devam ederken bu sefer de yoluma palmiye ağaçları çıkıyor. Komik gelecek belki ama hep bir palmiyenin tepesine çıkmak istemişimdir, tercihen küçük sevimli bir palmiyenin. Palmiyelerin altındaki o toprak sevdiğim bir canlıyı da barındırıyor içinde. Geldi geleli ilk kabuğundan çıkışı ve o çileği ısırışı. Koşa koşa gidip bir fanus satın almıştım ona, tıpkı kabuğuna benzer şekilde sadece cam olanını. Keşke, keşke biraz daha dikkatli olsaydım nasıl olsa onun da kabuğu cam gibiydi diye düşünmeden edemiyorum ama arkamda attığı sert adımlarını duyduğum kişi, birden hizama geliyor ve kulağıma fısıldayıp ‘’Geçti artık, daha fazla keşke yok. Keşke olmaması için de şu anda kalmalısın.’’ deyip rüzgârın saçlarını savurmasıyla oradan oraya savruluyor. Bir sağa bir sola yaprak gibi savrulurken önüme gömlek cebinin içindeki yaprakları düşüyor birer birer. Yapraklar üç gruba ayrılmışlar: Palmiyeler gibi yeşil, kozalaklar gibi kahve ve utanan güneşin yanağında oluşan o hafif kırmızı. Yapraklarını olur da geri döner diye yerden alıp pantolonumun cebine yerleştiriyorum usulca ve işte orada! Tam karşımdaki yolda, hayatım boyunca yediğim en güzel waffleları yapan wafflecım ama yanındaki pizzacı kapanmış. Oysa güzel de yapıyorlardı. Kim bilir kaçıncı kapanan işletme oldu miladına bakılmaksızın? Karşıya geçmeliyim belki de ve evet sanırım geçeceğim. Önce sol sonra sağ. Sizde belki bu sıralama değişiyordur ha? Vizyonda hangi filmlerin olduğunu bilmiyorum ama afiştekiler gibiyse izlenecek pek de bir şey yokmuş. Afişlerin arasından arkasında duran bulutu fark ediyorum. Ah, bu o. Pembe ve turuncu göğün bulutu, anlayacağınız tanıdık bir bulut. Ona, burada ne yaptığını soruyorum. Afişte kendine göre düzgün bir film bulamayınca morali bozulmuş, izin gününde olduğu için de yukarıya çıkmak istememiş. Kendisine, istersen bana takılabilirsin diyorum ama bu şekilde değil. Seni yanımda görürlerse kıyametin geldiğini düşünürler. Bana ‘’Zaten gelmedi mi?’’ diye sorunca omzumu silkiyorum. Bana bir teklifte bulunup sırtıma atla diyor, senin aklında neresi varsa oraya gidelim. Aklımda onun yadırganmayacağı pek bir yer yok aslına bakarsanız ama bunu ona söylemiyorum yoksa yukarıya çıkınca ağlar ve ağlamasını istemiyorum. ‘’O halde birer vişneli Alman Çöreği almak için beni o caddeye götür lakin acele etme. Hatta olabildiğince yavaş hareket et ki dönüş yolumuzda pembe sitelere direkt bırakabil beni.’’ diyorum. ‘’Hay hay!’’ deyip yola koyuluyor ya da bu durumda koyuluyoruz. Çöreklerimiz hâlâ çok güzel ama zam gelmiş. Cüzdanımdaki yüzlüğü bozdurmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim buraya gelirken. Öyle ya da böyle paramın yarısı gitti işte, bir garip. Bulutla, hava kararana kadar sohbet ediyoruz fakat vakit durmak bilmiyor. Bunu fark eden ilk o oluyor, bana vaktin gelip gelmediğini soruyor. Saatim yok ki, diyorum. Ya düşürdüm ya da bir yerde bıraktım hatta birazdan eski arkadaşıma mesaj atacağım, karşı binanın içinde bir yerde mi değil mi diye sorup soruşturması için. O zaman belki de yavaştan yola koyulmayız, diyor ve beni pembe binalar tarafından kuşatıldığım demir kapıyı açmaya uzandığım yere bırakıyor usulca. Ona bu borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Aklımdan geçenleri okumuş olacak ki ‘’Bana borcun falan yok sadece önüne bak ve ilerlemeye devam et. Çöreğin çikolatalısını da dene ama bence hâlâ favorin vişneli olacak.’’ deyip yukarıya çıkıyor. Demir kapıyı açmak için sol elimi uzatıyorum fakat o benden daha önce davranıp kapıyı açıyor. Bir konuşma yapıyor, sanırım işlerin nasıl ve neden bu duruma geldiğini açıklamak için fakat her şey oldukça açık. Öyle açık ki, bu açıklık gözümü kamaştırıyor. Keşke temasını değiştirebilsem. Sarılıyoruz, beni palmiyelerin yanına gidene kadar izliyor ve sonrasında arabasına atlıyor. Şaşırmadım demiştim değil mi? Palmiyelerin yanından demir kapıya doğru yürürken bir kornayla irkiliyorum. Bu bir nakliye arabası, onun arkasındaysa taksinin bagajına ellerindeki mavi poşetleri sırasıyla yerleştirmeye çalışan üç kişi. O üç kişi arasından birinin parmağındaki yüzüğe takılıyor gözlerim. Sanırım çelik. O çelik yüzüğün yansımasıysa beni kendime getiriyor: Bugünüme ve yarınıma.