Cemil Meriç övgüsünü ilk defa üniversite okuduğum yıllarda kendini “muhafazakâr” olarak adlandıran bir arkadaşımdan dinlemiştim.


Arkadaşım, Meriç’le ilgili pek bir şey bilmiyordu, sorularıma açık yanıtlar vermiyordu ama konuyu dönüp dolaştırıp “Bu Ülke” kitabına getiriyordu. Bir de bölüm başkanı öğretmenimiz Meriç’in sohbetlerine gittiğini ve kendisinden çok etkilendiğini anlatmıştı. Kendimi yerleştirdiğim noktadan baktığımda Cemil Meriç adı bana uzak gelmiş, etiketi yapıştırmış, uzun süre de dönüp bakmamıştım. Hatta kitap kapağındaki fotoğrafında sayfaları öpercesine yaklaşmasıyla bir nevi alay ederdim. Tabii o zaman Cemil Meriç’in henüz 38 yaşında görme yetisini neredeyse kaybettiğini bilmeyen, elinde market damgasıyla sağa sola etiket yapıştıran hadsiz bir gençtim.


Tüm sorunları tek celsede çözüyordum. Kimine bilmem ne uşağı, kimine bilmem ne işbirlikçisi diyor, konuyu kapatıyordum. Çünkü etiketlediğim kişilerin ne söylediklerini irdeleyecek şuurum da sabrım da yoktu. Hem etiketlemek saatlerce kitap okuyup değerlendirme yapmaktan daha kolaydı. Ardıma bile bakmadan kendime yeni kurbanlar arıyordum. Son kurban bendim, kendimi etiketledim ve bir “düşünce tembeli” olduğuma karar verdim. Cemil Meriç’ten başlayarak etiketleri sökmeye karar verdim.


Cemil Meriç 12 Aralık 1916 yılında –kendisi bu tarihin kesin olmadığını yazar- Hatay’da dünyaya gelir. Çocukluğu, ilk gençliği Hatay’da geçer. Kendi anlatımından yola çıkarsak (Cemil Meriç, Jurnal I-II, İletişim Yayınları) Hatay’daki ilk, orta, lise eğitimi kişiliğinin şekillenmesinde çok büyük katkıda bulunur. “Lisem üniversitemdir.” benzetmesi sanırım, lise çağlarının ne kadar verimli geçtiğini anlatır. Lisede öğretmenine sunmak üzere manzum bir Türk Edebiyatı Tarihi hazırlar, bunun için iki hafta okula gitmez. Bu örnek nasıl bir kişiliğin yetişeceği konusunda önemlidir: Titiz, çalışkan, ayrıntılara önem veren. Lise yıllarında eline geçen hemen her şeyi okur. Artık maddeci, hatta tanrıtanımazdır. Sonra sosyalist. Sosyalist olduğunu mahkemede haykıracak kadar sosyalist. Fakat bunlar kısa bir zaman diliminde yaşanır ve biter. Çünkü “Mahkemede Marksist olduğunu haykıran genç bir tane işçinin bile elini sıkmamıştır.”. Türkçülüğe yönelir, doğal olarak Yusuf Akçura’ya. Ahmet Midhat’ın külliyatını hatmeder. “Ahmet Midhat fakülte değil, üniversite. Ben onun çocuğuyum." der.


Lise öğreniminden sonra Elazığ’da lise öğretmenliği, İstanbul Üniversitesi'nde Fransızca okutmanlığı, çeşitli kurumlarda öğretmenlik...

Her insanın hayatında dibe vurduğu anlar vardır. Okuduğum ve anladığım kadarıyla Cemil Meriç için de, çeşitli nedenlerle, Elazığ’daki öğretmenliğinden ayrılmasıdır. İstanbul’a döner, parasızdır. Balzac imdadına yetişir, birkaç çeviri yapar fakat hakkını alamaz. Bazı çeviriler matbaada kaybolur. Bu dibe vuruştan sonra kendini inşa eder. Ayağa kalkar ve sadece yazıları ve öğretmenliğiyle var olur. Tam o sırada da gözlerini yitirir. Yılmaz; düşünmeye, yazmaya devam eder. 1967’de Konya’da bir üniversite öğrencisi ona “Sen bizden değilsin.” der. Düşünce hayatının dönüm noktası yaşanır. Üniversitelinin kastı halk ve aydın farkıdır. Artık Cemil Meriç için yeni bir dünyanın kapısı açılmıştır: Asya. O zamana kadar hep Batılı gibi düşünür, konuşur, yazar.


Asya ile tanışmasından sonra “Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım.” der. “Avrupa reçetelerini uygulamak hamakat, ama hocalarından bihaber olmak daha büyük hamakat.” tespitiyle yol haritasını gösterir. Hint edebiyatıyla başlayıp bir dünya edebiyatı tarihi yazmak ister ama büyük bir sessizlikle karşılaşır. İçinde bulunduğu, kendini sol olarak tanımlayan aydınlar yüzünü çevirir. Artık solculara göre de “onlardan” değildir. Kendini “Ben hiçbir tarikatın sözcüsü değilim. Reçetem yok, tek hakikat: Her düşünceye saygı.” ifadesiyle açıklar. Ama yetmez, sağcı dergilerde yazmakla davayı sattığı söylenir. Buna karşılık “Sağcı dergilerde ve yayınevlerinde çalışmak… Bu yolu ben seçmedim. Ben onların kucağına olmasa da yanına solcular tarafından bırakıldım. Sağcılarla aramızdaki ortak bağ, tahammül ve tesamüh.” der ama kimse duymaz. “Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış, peki siz basın? Cevap yok.” Artık bir kesim tarafından kulaklar tıkanmıştır. O zaten sesini duyurmak istemez. Artık bir münzevidir, kitaplara sığınan bir münzevi. “Fildişi Kule”sinden yazılarını ve düşüncelerini okuyanlara ve kulak kabartanlara postalar. (Aktarılan cümleler, Cemil Meriç, Bu Ülke, sayfa 21-62. Cemil Meriç’in yaşamöyküsü, Mahmut Ali Meriç, Entelektüel Bir Otobiyografi.)


“Bu Ülke” için yazar “Hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim.” der. Eser; denemeler, özdeyişler ve manzum parçalardan oluşuyor. Eserin sonunda “Kanaviçe” adı verilen bir notlar kısmı var. Sanırım yazar bize bu tabirle eserini oluşturan kaynakçanın ilmek ilmek işlendiğini anlatmaya çalışıyor.


Bu Ülke, her şeyden önce dil bakımından üstün bir yapıt. Arapça ve Farsça kelimelerle dolu fakat bağlamdan kelimelerin ne anlama geldiğini çıkarabiliyorsunuz. Okurken sözlüğe ihtiyaç duyacaksınız tabii ki. Bu konuda Kubbealtı Lugatı’nın telefon uygulamasını öneririm. Hem kullanışlı hem de zengin. Bir de geçmişte aradığınız kelimeleri görebiliyorsunuz.


Cemil Meriç’in en değerli yanı da bence dili işleme yeteneği. Bunu da aldığı eğitime ve çeviri alanındaki çalışmalarına borçlu. Yabancı dil bilmeden insanın ana diline başka bir gözle bakabilmesi güç.


Sözü uzatmadan gelelim Bu Ülke üzerinden Cemil Meriç’le hasbihale.

Kitabın ilk yazısı “Sağ ile sol”. Yazar şöyle tanımlıyor:

“Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı.” Peki, Cemil Meriç’i öve öve bitiremeyen arkadaşımın acaba yazarın en meşhur kitabının ilk yazısından haberi yok mu? Yoksa kendilerini sağ ya da sol olarak tanımlamadıkları için, üzerine mi alınmıyordu? Bu konuda yazarla aynı düşüncedeyim ama zikredilen görüşlerin burada doğmamaları kendilerine taraftar toplamayacağı anlamına gelmiyor. Bu görüşler taraftardan çok mürit topladı etrafına. Hatta uğrunda ölümü bile göze alabilecek müritler. Okumaya devam edelim. “Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve gerçeği kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.” Üzülerek söylemek durumundayım, geldiğimiz noktada namuslu yazarı mumla arıyoruz. Vicdan borcunun da tahsil edilmediği ortada. Günümüzde haydutlar kendilerine başka maskeler buldu. Sağ ve sol, sırtına yeni formalar geçirerek sahaya çıktı. Hakemlere güven yok, çizgiler yamuk yumuk. Seyircilerin tek derdi topun bir an önce rakip ağları bulması.


“İzm’ler” üç cümleden oluşan yoğun bir yazı. “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.” Yazara göre deliren biziz. Gömlekler de fikir akımları. Bu fikir akımlarını sırtımıza geçirmemizin nedeni Avrupalı hayranlığımız. Peki biz delirdik mi? Delirmek, düşünememek. Yazar da herhalde bunu ima ediyor. Düşünme üzerine yazdıkları da bunu doğrular nitelikte. Çözüm ne? Çözüm, yazarın hemen hemen bütün eserlerine sindirilmiş reçeteler. Zaten kendi de her şeyi açıklayan bir reçetesinin olmadığını yazmamış mıydı?


“Türkiye’deki Hayalet”te üzerine neredeyse hiç durulmayan bir konudan bahseder: Obskürantizm. Kısaca, bilgiye sahip olanların bu gücü yitirmemek için bilgiyi kimseyle paylaşmamalarına verilen ad. Bilgiye sahip olanlar kim? Aydınlar. Zaten yazara göre kabahatin çoğu aydınlarda. Obskürantistler onlar.


“Slogan İlkelin İdeolojisi” aslında Fildişi Kuleden bölümünde olan fakat yayınevi tarafından öne alınan bir yazı. İlk sayfadan oku saplıyor yazar: “İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir.” Ne kadar doğru bir tespit. Günümüzde de geçerliliğini koruyor. Şimdi de slogan olmasa söyleyeceği lafı olmayacak milyonlar yok mu? Hem de tepeden tırnağa. Slogan basit, kullanışlı ve pratik. Baş ağrısına iyi gelen ilaç ya da üzerimize dökülen herhangi bir şeyi dakikada çıkaran leke çıkarıcılar gibi. Düşünce tıkandı mı devreye girer. Köşeye sıkıştı mı arka cebinden çıkar. Ve sorunu çözer.


“Bu Firar Bir Kabil Kompleksi”nde ‘yaşanmaz bu memlekette’ basmakalıbına cevap verir: “…onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya bakmaya tahammülleri yok…”

“…Türk aydını Kitab-ı Mukaddes’in serseri Yahudi’si…” Serseri Yahudi Hz. İsa’yı tanımayan, yanından kovan, sonra da Allah’ın gazabına uğrayan bir bedbaht. Yazarın teşbihinde hata var mı yok mu, bilemiyorum. Geçenlerde vize başvurusunun kabul edildiğini öğrenip çılgınca sevinen gençler de buna dahil mi, sanmıyorum. Yazar koca aydınlardan bahsediyor olmalı. Kendi ülkesine yabancılaşan, yarattığı mecnunu görmeye tahammül edemeyen koca aydınlardan. Refaha eriştikten sonra halkını unutan ve bir daha yüzünü dahi görmek istemeyen aydınlardan. Tüm suç aydınların mı, tartışılır. Ama Nazım’ın işaret ettiğinin tersine kabahatin çoğu aydınlarda. Cahil çoğunluğun yangınını seyredip üzerine bir de saçlarını taramakla meşgul olduğu için.


“Avrupa’nın Yeni Bir İhraç Metaı” başlıklı yazar beni şaşırtan bir ifade kullanıyor: “Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrileşmektir; asrileşmek, yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak.” Yazar, halkın vicdanını aktarırken acaba kendi düşüncesini de mi dile getiriyor? Sanmıyorum ama okurken öyle bir düşünceye kapıldım. Halkın vicdanında böyle olsa da bu düşünceye katılmıyorum. Hele günümüz şartlarında özellikle “z kuşağı” olarak adlandırılan gençlerin nazarında çağdaşlaşmanın adı maskaralaşmak değildir. Çağdaşlaşma kavramı da yıllar içinde değişmiştir. Çağdaş olmanın şartları da. Çağdaş olmanın günümüzdeki karşılığı teknolojiyi üretmek ve ona kolayca ulaşmaktır. Fakat şu an üzerine düşünmemizi gerektiren halkın vicdanında artık böyle bir mahkemenin dahi kurulmamasıdır. Evet bir dönem, özellikle Tanzimat ve 2000’li yıllar arası halkın vicdanında böyle bir düşünce yankılanmış olabilir. Ve bu karşılık bulmuş da olabilir. Peki sonuç? Sonuç, Sanayi Devrimi'nden sonra teknolojik devrimi de ıskalamak üzere olan bir ülke. Dünya değişiyor. Baş döndüren bir hızla değişiyor. Kavramların içi boşalıyor, bazı kavramlar boşa çıkıyor. Çağımızın medeniyet anlayışı değişiyor. Bizler yüz yıl öncesinin kavramlarıyla düşünür ve konuşursak bizleri büyük bir hüsran bekliyor.


Cemil Meriç’le görüşlerimiz “Demokrasi ve İslamiyet” başlıklı yazıda daha da ayrılıyor. “Gerçek Müslümanın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz.” Bu “gerçek İslam”, “gerçek Müslüman” gibi tanımlamalar günümüzde alay konusu. Birer klişe. Kim gerçek Müslüman? Nasıl gerçek Müslüman olunur? Yazıda bunların cevabı yok, belki de yeri de yok ama olmalı. Madem Müslümanın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz, bunca yıllık gelir adaletsizliği neyin yansıması? Bu sorunun içinden “gerçek İslam bu değil” basmakalıbıyla çıkabilir miyiz? Ya da bu, sorunu çözer mi, sanmıyorum.

Yazar bir şey daha iddia eder: “Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir.” Fethetmiş olabilir ama uygulayabilmiş mi? Cemil Meriç iddiasını yükseltiyor: “Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet.” Evet, teoriden bu çıkar, ya uygulama? Türk toplumunun demokrasi mücadelesini ve kültürünü bir kenara bırakırsak İslam ülkelerindeki demokrasi hakkında neler söyleyebiliriz? Buradan iki sonuç çıkar, ya Türklerin kadim kültürü demokrasiye müsaittir ya da İslam’ın demokrasiyle ilintisini bir tek Türkler kavrayabilmiştir. Üçüncüsü de şu: Belki de bazı edinimlerin din dışında daha kadim kökleri bulunmaktadır.


“Din Afyon mudur?” başlıklı yazıdan: “Dinsizlik, Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar meşumdur; onlar için ilerleyiş; bizim için çözülüşü ifade eder.” Yazara katılmam mümkün değil. Sonuca baktığımızda Batı ve Doğu arasındaki ilerleyiş farkını yaratan şey dinsizlik değil, dinin gündemden düşmesidir. Toplumların ilerleyişinde dinin engel olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur fakat bizim dinsizliğimiz ve çözülmemiz arasındaki bağlantı benim açımdan kabul edilemezdir. Ki dinsizleşip dinsizleşmediğimiz de ayrı bir tartışma konusudur. Son yıllarda basında 'Deizm'in gençler arasında arttığına yönelik yorumlar var. Dinsizleşmenin bizim için bir çözülüş olup olmamasından önce çağın gereklerini yerine getirip getiremediğimizin irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.


“Düşmanlarımızın Tanrısı”ndaki fikirlere katılmam da mümkün değil. “Akıl, devlerin değil cücelerin silahı.”, “İnsanı maddeye ve rakama zincirleyen bu miskin meleke, yabancı bir tanrıdır: Düşmanlarımızın Tanrısı.” Gerçekten böyle mi? Akıl ‘düşmanlarımızın’, yani batılıların tanrısı mı? Yazarın kastı, sanırım diyalektik materyalizmle birlikte dinin ve inancın tamamen dışlanıp yerinin katıksız bir maddeciliğin aldığı Batı düşüncesi. Peki, ne yapmamız lazımdı? Aklı bir kenara itip inançlarımıza sarılarak düşmanlarımızın bizi ufalamasını mı bekleyecektik? Cemil Meriç’in böyle bir şeyi salık verdiğini iddia etmiyorum fakat yazdıklarından bu anlamı çıkaracaklar “Aklı bırak inanca bak, demek istiyor.” gibi sığ bir yorum yapabilir. Ki günümüzde yazarı yücelten bazı kesimler yazdıklarından sadece bunları anlıyor. Yazar da zamanında mecaz yüklü metinleriyle buna çanak tutmamış diyemem. Aklı referans almanın veya almamanın ülkemize ve insanına neler kazandırdığı veya kaybettirdiği tartışılmayacak bir gerçektir.


Hele “Said Nursi” başlıklı yazıdaki ifadelere bırakın katılmayı, tahammül sınırlarımda tutmam bile güç. “O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer.” Neyse ki yazar günümüz Türkiye’sinin atlattığı badireleri görmedi. Görse sanırım o günkü düşüncelerinden vazgeçerdi. Peki yazara göre madem laikliğin kartondan setleri vardı, o setler şimdiye kadar neden yıkılmadı? Neden yüz yılına yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşları bu karton setleri paramparça etmedi?


Yukarıdaki hasbihallerin dışında yazarla aynı fikirde olduğum düşünceler yok değil. “Yeni Bir İdeoloji”, “İki Düşman Kardeş”, “Tefekkürün Tarifidir Diyalektik”teki düşüncelerin tamamına katılıyorum. Zaten yazara göre “temel konularda anlaşıyorsak gerisi sohbet vesilesi.” Eserin “Kitap” başlıklı yazılarının 6. parçasında mükemmel bir tanımlama var: “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar belki açmazlar.”


Asırlar sonrasında olmasa da çeyrek asırdan biraz sonrasında kumsalda oynayan bir çocuk olarak şişeyi buldum ve açtım Sayın Cemil Meriç. Düşüncelerinin bazılarına katıldım, bazılarına karşı çıktım. Diline, biriktirdiğin kelimelerine hayran kaldım. Diğer şişelerini açmak için sabırsızlıkla bekliyorum. Umarım kumsalda oynayan diğer çocuklar şişelerini bulmak için daha fazla vakit kaybetmezler.