Güven, özgüven, cesaret... Birbirleriyle yakın ilişkileri olan bu kavramlar... Hangisi hangisini tetikliyor? Hangisi bir diğerinden doğuyor? Herhangi biri olmadan ilişkilerimizin, hayatımızın ciddi hasar alacağını öngörsek, hangisi için söylerdik bunu?
Hayatta attığımız her adım, önce buna karar vermekle başlıyor. Sezgisel, refleksif olarak yaptığımız istisnai şeyleri göz ardı ediyorum şimdilik. Bu karar mekanizması çalışınca, bizi o şeyi yapmaya ikna edince, cesareti bulmuş mu oluyoruz? Yoksa cesaret, bizi iyi sonuçlar geleceğine ikna eden o düşünceden sonraki adım mı? Olumsuz ihtimallerin düşünceleri bir anda toplanıyor ya insanın içinde bazen, korkuya kapılıp, endişelenip atmıyoruz o adımı kimi zaman. Bana göre cesaret, tam bu anda, endişelenmemize rağmen o aksiyonu alma adımında çıkıyor ortaya. Olumsuz sonucun karşısında geri durmayarak, onu göze alarak olumlu sonuç için atmak o adımı... İşte "cesaret" diye nitelenebilecek şey bu kanımca.
İnsanlık tarihinde cesarete gereğinden fazla bir değer atfettiğimizi düşünüyorum. Yiğitlik, kahramanlık masalları olması gerektiğinden fazla tuttu, fazla etkiledi sanırım bizi. Ben, Aristotelesçi bir anlayışla, burada da ölçülü durmak gerektiği kanaatindeyim. O alacağımız aksiyonun olumsuz sonucunu öngöremez ya da görmemize rağmen bile bile olumsuzluğa gidersek, değerlendirme yetisini kaybetmiş kişilerle eş kılıyor zaten toplum bizi: "Deli cesareti". Cesur davranmakla ilgili söylenmiş en önemli söz ise, başka bir kavrama yönelik bir ifadede bulmuş kendini bence: "Aklını kullanmaya cüret et." diyen Kant'ta... Buradan, cesaret vasıtasıyla hayatın acıları ve gerçekleriyle yüzleşmeyi salık veren Nietzsche'ye ve yine aynı araçla hayatın paradokslarını, çelişkilerini kabullenmeyi tavsiye eden Camus'ya selam gönderebiliriz. İnsan ayırt etmeksizin, istisna haller dışında hayatımızda gösterebileceğimiz en büyük cesaretlerden biri, aklımızı kullanarak yaşadığımız hayatı sorgulamak, kavramak, ona göre devam etmektir.
Tabii ki insanın yapacağı herhangi bir şeyde kendine inanması, üstesinden gelebileceğini hissederek davranması özel, önemli bir kimlik parçası. Tekrar söylemekte fayda olabilir: Yapacağımız şeyin olumlu ve olumsuz sonuçlarını değerlendirdikten sonra, gerçekçi bir düzlemde olaya bakabildikten sonra hâlâ kendimize güveniyorsak, odur asıl iyi olan benim için. Bunun haricinde "özgüven" adı altında sağa sola sataşmalar, toplumsal huzuru ya da karşıdaki bireyi hiçe sayarak "rahatlık" diye aklına eseni düşünmeden yapmalar son derece sakil duruyor değil mi?
İnsan, rasyonel bir düzlemde ihtimalleri inceledikten sonra kendine güvendi, tamam. Peki başkasına nasıl güvenecek? "Güven" dediğimiz duygu, nerede başlayıp nereye kadar sürmeli? Arada durup yolculuğu tartmayı gerektirecek engeller çıkar mı karşısına? Bir insana baştan güvendiğimizde bunun kredisini nereye kadar vermeliyiz muhatabımıza?
Koşulsuz güven, koşulsuz sevgi, şu, bu diye satılan laflar fazla romantik, hatta kişinin kendisini değersizleştirdiği ifadeler gibi geliyor bana. Koşulsuz güvenmeyiz, güvenmemeliyiz kimseye. Bir insana güvenmek için, ona inanıp sırlarımızı vermek, onunla yola çıkmak için de belli sebeplerimiz olmalı. Bunu inkâr etmek hiçbir şeye yaramaz sanırım. O halde bu güven koşulları yerine geldikten, bir insana güvenebildikten sonra ne olur, nereye kadar gider yolumuz? "Sadakat" denen, uzun süreli bir güven duygusunu hak etmiş olmanın tescilli hâli, bir başkasına sadık kalmak ki o bir başkasının, bize güvenmemesi için ortada bir sebep bırakmamak, bunların hepsi de elbette belli sebeplerle oluşan şeyler. Değecek birine mi güven, sadakat gibi hisleri yaşayıp devam etmek isteriz, yoksa herhangi biri olsa da aynı istikrarı koruyabilir miyiz güvenme konusunda?
Peki karşıdakine güvenmek için, karşımızdakinden başka hiç mi kriterimiz yok? Her şey tamamen "onunla" mı alâkalı bu itimat ilişkisinde? "İnsan önce kendisine güvenecek ki, başkasına da güvenebilsin." diyor içimden bir ses. Bu duyguyu önce kendisiyle yaşayabilmeli, tanıyabilmeli önce insan. Özellikle yetişkin hayatında; bebeklik döneminde psikolojik gelişimimizi oluşturan tecrübeler konusunda maalesef elimiz kolumuz bağlı biraz... İşte tam olarak buna, burada devreye giren şeye "özgüven" demek istiyorum. Kendimize güvenmek, karşıdakinin bizim aleyhimizde şeyler yapma ihtiyacı duymayacağı bir insan olduğumuzu hissetmek, bunun için çabalayıp buna inanmak, o duyguyu yerleştiriyor içimizde. Daha sonrası da, bu ilişkileri kurmak için gereken, aynı zamanda o ilişkilerde bu türden sıkıntıların olmayacağına dair inancı pekiştiren ve adım atmayı elverişli kılan "cesaret". İşte: İnsan önce kendine güveniyor, kendisiyle güven temelli bir ilişki tesis ediyor, ardından başkalarıyla da bunu yaşamaya cesaret ediyor ve karşısındakine yönelik bir sınır ihlalinde bulunmadan, güveni yine merkeze alıp bir ilişki de onunla kuruyor. Epey basit bir formül oldu böyle bakınca...