O yıllarda, Tekirdağ-İstanbul arası nakliyat yapıyorum. Deutz marka, gıcır gıcır bir kamyonum var.

Ya çiftlikten ya da belediyeden bir iş çıktı mı hemen koşuyorum. En kısa istikamet Silivri, en uzun Ümraniye… İstanbul’dan başka rota yok. Ben de memnunum tabii. Uzun yolculuklar daima zordur. Bazen de sıkıcı. Bu kanıya varmamda otobüsle geçirdiğim 10 senenin ve yüzlerce yaptığım Anadolu seferlerinin büyük payı var. Evden ırak, aileden ırak…

    

Yine bir gün -gece vakti- yolculuk Silivri. Silivri Fen İşleri’nden bizim belediyeye 25 bank getireceğim. Yani gidişte kamyon boş. Yok yok! Boş değildi! Bir de bizim köy için yaptırttığım bir tabut vardı. Tam belediyenin yanından kalkıyordum ki, Kemancı Ferruh (Roman oğlan) kapımı açtı. Hoş beşten sonra,

– Hayırdır, dedim. Uğramazdın sen bana.

Biraz alınmış gibi yaptı.

– Olur mu be abi! İş, güç… Zaman yok ki senin yanına uğrayalım, dedi.

Bir süre ses seda yok ikimizde de. Sonra sessizliği o bozdu.

– Yolculuk nereye, diye sordu.

Hava iyice kararmıştı, yüzünü seçemez olmuştum. Sorusunu bekletip elimle lambayı aradım, buldum, yaktım. Şimdi bizim Roman Kemancı daha net görünüyordu. Yeni fark ettim ki sakallardan kurtulmuştu. Önceden hanzo gibiydi, kabaydı. Şimdi daha janti bir hali vardı. Hoşuma gitti. Konuyu sakalına getirecektim, vazgeçtim. Sorusunu yanıtlamak daha mantıklıydı.   

– İstanbul’a, Silivri’ye

– Yok artık!

– N’oldu?

– Abi böyle tesadüf görmedim! Ben de Fevzipaşa’ya gitçem. Eniştenin bi emlak işi varmış. Beni de atarsın orda, olur mu?


Ulan şimdi adama gelme demek olmazdı. E gelse çok konuşacaktı. Kafamı şişirecekti. Ben de ikisinin arasını buldum.

– Yolda fabrikadan bir kodaman alcam, sen arkaya geç.

Ben burun kıvıracak sanarken sevinçle açıldı kara gözleri.

– Olsun abi olsun. Bu saatte araba aramaktan, para bayılmaktan iyidir, dedi.

Tam kasaya doğru yöneliyordu ki, arkasından seslendim:

– Sakın tırsma ha! Arkada tabut var, boş… Bizim köy için.

– Tamam abi, tabuttan korkacaksak da artık yani…

 



Az sonra Çorlu’ya kadar gelmiş, hatta şehirden çıkmak üzereydik. Ferruh’tan ses seda yoktu. Kim bilir ne yapıyordur, deyip aklımdan çıkardım. Tam Çorlu’dan çıkalı 2-3 dakika civarı olmuştu ki, durağın önünde otostop çeken iki delikanlı gördüm. Kamyonumu görünce hemen yola atıldılar. Elleriyle durmamı işaret ettiler. Durmak istemiyor, yeni bir konuk almak istemiyordum. Yoksa halk otobüsünün parasız versiyonu olacaktık. Ama o kadar çaba sarf ettiler ki durmam için, emeğe saygıdan durdum. Yanıma gelmesinler diye kendi kapımı araladım, hemen üşüştüler. Arkada duran hafif naif, çekingen, tombul ve kirli sakallıydı. Öndeki yakışıklı oğlansa dostunun tam zıttı. Girişken, zayıf, sinek kaydı tıraşlı, upuzun bir çocuktu. Yakışıklı olan konuştu, nefes nefeseydi:

- Abi… Abi bizi… (Çok yormuştum onu durana kadar herhalde) Abi bizi Refa’ya bırakabilecek misin? Refa, o dönemin civardaki en büyük ve en ucuz lüks meyhanesiydi. Bu hikâyenin geçtiği dönemlerde artık yavaş yavaş forsunu yitiriyordu. Ama geleneklere sadık bu gençler, beni can evimden vurmuştu. Güldüm:

- Refa’ya he! Atlayın kasaya, yanıma gelecek var…

    

Hep aynı yalanı atsam da yine işe yaradı. Zaten o kadar gitmek için can atıyorlardı ki, umursamadılar bile mazeretimi. Hemen koşarak arkaya geçtiler, bizim janti Romanın yanına… Yola koyuldum. Daha iki dakika olmadı, tavana atılan yumrukların pat pat sesi ürküttü beni. Ne yapıyordu bunlar arkada? Hemen sağa çekip durdum. Daha ben kapıyı yarım açmıştım ki iki genç koşarak bana yaklaştı. Yüzlerinde inanılmaz bir korku vardı. Kan ter içindeydiler. Tabii şişko olan daha terliydi haliyle. 

- N’oluyo lan? 

- Abi hortlak var abi hortlak! Tabutta hortlak var!

- Ne hortlağı oğlum ne diyosun sen?

- Kaç kurtar kendini kaç! dedi en sonunda bizim suskun şişko. Yeni bir soru soracaktım ki, lafı ağzıma koydular ve Allah ne verdiyse karanlıktan seçilemeyen tarlalığa doğru koştular. Torpidodan elime bir fener aldım, kasaya yöneldim. Kapağın üzerinden tırmandım, kasaya atladım. Kamyon bir kere sallandı. 

- Ferruh, diye seslendim bizin kemancıya.

- Buyur abi, diye yanıtladı.

- Bu arkaya binen kızanlar niye kaçtı?

- Cimri p....ler! Bak ya nasıl da ağzımı bozduruyorlar… Bak abi, anlatayım… Hava soğuk, e rüzgâr da esiyor. Ben de bir ceketle dondum tabii. Girdim senin tabutun içine. (Çözülüyordu şimdi her şey. Yüzüme gülümseme yerleşti, durdu.) Biraz içim geçmiş. Bir tıkırtı oldu uyandım. Tabutun kapağını kaldırdım. Biri manda biri sırık iki delikanlı oturmuşlar yere. Ben dışarı çıkınca anında ana avrat düz giderek ayağa kalktılar. Umursamadım. “Gençler, cigara var mı?” diye sordum. Cigaranın da anasına küfredip kabini yumruklamaya başladılar. Sonra da kaç metrelik kamyondan ikisi birden tek seferde atladılar. Şaştım kaldım. Sen söyle abi, bir cigara vermemek için yapılır mı şimdi bu?