Derin bir nefes almaya çalıştım… Lakin ciğerlerim o nefesi kabul etmedi. Ardından bir daha derin bir nefes almak için çaba gösterdim. Kesik kesik içime çektiğim nefesler ciğerimi yakmıştı ama temiz bir nefese ihtiyacım vardı. Zira nefes, umut demekti… Son kez tekrar etmek üzere derin bir nefes çektim içime. Ciğerlerimi dolduran bu havayı bir süre bırakmadım. İçimde saklamak ve hatta o nefesin içinde kaybolmak istiyordum. Lakin vücudum izin vermedi ve güçlükle içime çekmiş olduğum havayı büyük bir eziyetle, bir o kadar zor bir şekilde dışarıya verdim ve eş zamanlı olarak gözlerimi açtım. Elimdeki, artık soğumuş olan kahve fincanını sehpanın üstüne bıraktım. Baş ağrımı yorgunluğun değil; vicdanımın yaptığını biliyordum ve kahve buna fayda etmiyordu. Üst kattakilerin tüm sesi, hayır tüm kavgası yine benim evimin içindeydi. Bu eve taşındığım günden itibaren olduğu gibi yine üst kattakiler tepeme düşecekmiş gibi hissediyordum. Adamın yüksek ve korkunç sesiyle savurduğu küfürler, hakaretler hiç eksilmedi. İlk günkü gibi istikrarla devam ediyordu. İki aydır hiç eksilmemişti… Bunun evvelinin de olduğunu hesaba katarsak eğer, zavallı kadın demekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Her gün evimin üst katında olan bu kavga, gürültü ve öfke patlamaları beni bile yoruyordu. Kim bilir o kadıncağız ne haldeydi şimdi? Her an sinir, stres ve dayakla nasıl yaşardı bir kadın? Hele o küçük, mavi gözlü oğlan çocuğu… Her gün annesinin babası tarafından dövülüyor olduğunu bilmek ve görmek kim bilir nasıl dağlıyordu o küçük yüreği… Biliyordum bu acıyı… O kadının mecburiyetini kendi annemden biliyordum… Hayır, hayır böyle düşüncelere kapılmamalıydım! Bana neydi ki başkalarından? Hem “Sana dokunmayan yılan bin yaşasın! Karı koca arasına girilmez.” demişti annem. Yılların yaşanmışlığı, tecrübesiydi sonuçta… Muhakkak haklı olmalıydı. Bu şehre iyi bir kariyer yapmak için gelmiştim, başımı belaya sokmamalıydım...
Sehpadan aldığım kumanda ile televizyonun sesini daha fazla yükselttim. O sırada reklamlar bitti ve gece haber bülteni başladı. Bunu fırsat bilerek biraz daha açtım televizyonun sesini. Spiker kadının üzerindeki siyah takım elbiseye takıldı gözüm, o sırada kadın da klasik açılış konuşmasını yaptı ve derin bir nefes aldı. “Dün haberini yapmış olduğumuz kadın cinayetini henüz sindiremeden bugün bir yenisini daha anlatacağız sizlere… Evet, bugün henüz gün doğmadan önce bir çocuk daha öksü…” Kadının sözlerinin bitirmesini bekleyemeden kanalı değiştirmiştim. Bir televizyon dizisi açıldı. Ve esas kızla esas oğlanın konuşmaları evimin içinde bir ses kalabalığı oluşturmaya başladı. Üst komşunun sesinin, evime girmesini önlemeliydim. İki aydır nasıl susturduysam, şimdi de susturmalıydım vicdanımı! Vicdanın sesini susturmak kolay değildi. Sahi, vicdan nasıl susturulurdu? Düşünmemeliydim bunları! Unutmalıydım tüm bunları çünkü bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Kadının yüzünü daha önce hiç görmemiştim ama ilkokula giden küçük oğlanın yüzünü görmüştüm birkaç defa. Masmavi gözleri ve simsiyah saçları vardı. Mavi gözlerini annesinden almış olmalıydı. Çünkü babası kapkara bir adamdı. Siyah saçları, koyu renk gözleri ve her gün giydiği siyah kıyafetleri… Geçen sabah bakkaldan ekmek almaya gittiğim sıra eve yeni geliyordu. İki aylık üst kat komşumu ilk defa orada görmüştüm ama görmeseymişim de olurmuş… Ben bina kapısından girecekken hızlı adımlarla gelip kendisi girdi ve kapıyı yüzüme kapattı. Hızla kapıyı açıp, binaya girdiğimde adama bu yaptığının kaba bir hareket olduğunu söyleyecektim ki, o çoktan ikinci kattaki kapı ziline elini kaldırmadan basmaya başlamıştı. Kapı çabuk açılmasına rağmen adam, “Nerede kaldınız lan, ağaç oldum burada!” diye bağırdığında tüm bina bu sesle yankılandı ve ardından kapı hızla kapatıldı. Sesinden tanımıştım komşumu… Nasıl tanımayabilirdim ki? O adam evde olduğu her an kavga ediyorlardı. İki aydır evimin içindeymiş gibi olan kavgaların sebebinin bu adam olduğunu anlayınca, söyleyeceğim kelimeleri tek tek yuttum. Kadının ise; konuşma sesinden ziyade acı dolu bağırışları, yardım dilenme sesleri evimde misafirdi her gün. Polisi aramayı düşündüm çoğu kez ama bunca zamandır binadaki kimse aramıyorsa bir bildikleri vardır elbet. Yok yere başımı derde sokmak istememiştim bu yüzden. Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Fakat o gece evime taşan sesler, iki aydır dinliyor olduğum seslerden çok daha farklıydı. Daha büyük bir kavga olduğu kesindi. Kadının çığlıklarını benden başka kimse duymuyor muydu? Neden kimse imdadına yetişmiyordu? Ben yetişmiyordum çünkü ben genç bir kadındım sadece, ne yapabilirdim ki? O küçük çocuğun babasına ince sesiyle yalvarışı yok muydu… Susmuyordu vicdanımın onları düşünen tarafı… Susturamıyordum… Evde kaldıkça onları düşünecektim ve en sonunda da olaya müdahale bile edebilirdim. Ama bu olmamalıydı. Bu kadar insan varken ben tek başıma bir şey yapamazdım! Artık daha fazla duymak istemiyorum bu sesleri. Paltomu ve anahtarımı alıp evden bir saatliğine uzaklaşsam, döndüğümde sakinleşmiş olurlardı herhalde. Hızla televizyonu kapattığımda, kadının çığlıkları yanı başımdaymış gibi hissettim. Meğer televizyon birçok sesi yutuyormuş… Daha fazla evde kalmamak için koridordaki vestiyere koşar adımlarla gittim kabanımı aldım. Alt dolaptan da botlarımı aldıktan sonra kilitli kapımın üzerindeki anahtarı çevirdim ve kapıyı açıp anahtarımı parmaklarımın arasına aldım. Botlarımı giydikten sonra kapıyı ardımdan çektim. Kabanımı sırtıma giyerken üst katın kapı açılma sesini duydum. Kadının “Kaç oğlum, ben geliyorum.” diyen sesi yankılandı binada. Telaşla ve belki de korkuyla arkamı döndüğümde çocuk merdivenlerden hızla inip binanın dışına çıktı. Ardından da yüzü gözü kanlar içinde olan kadın sendeleyerek merdivenlerden hızla inmeye çalışırken ayağı kaydı ve merdivenden yuvarlanıp önüme düştü. Zorla nefes alıp vermeye çalışırken paçalarımdan tuttu “Yalvarıyorum yardım et…”dedi fısıltıyla. İlk defa görüyor olduğum iki aylık üst komşumun yüzüne baktım. Mavi göz bebeklerinin etrafı kan çanağına dönmüş, sol kaşı patlamış ve oradan akan kan tüm çenesine kadar inmişti -tahminimde haklıydım, mavi gözlerini annesinden almıştı çocuk-. Burnundan ve patlamış dudaklarından akan kan birbirine karışmıştı. Bu yüz bana çok tanıdık gelmişti… Uzun kollu, sarı çiçekli elbisesinin bir kolu yırtılmış ve açıkta kalan kolunda morluklar görünüyordu. Beni sarsarak, “Yardım et…” diye bağırdığında titriyordum. Geri çekilmeye çalıştım ama evimin kapalı kapısına yaslanabildim sadece. “Allah, kitap aşkına yardım et…” dediğinde öksürükleri başladı ve ardından da o adam merdivenin ilk basamağında göründü. Kadın paçalarımı daha hızlı çekiştirerek korku ve endişeyle “Allah rızası için yardım et… Öldürecek beni…” diye bağırdı tüm gücüyle. Ben, değil yardım etmek, kıpırdayamıyordum bile… Üstelik bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Kaskatı kesilmiştim ve hareket edemiyordum. Merdivenin başında kocaman gövdesiyle dikilen adama baktım. O ise öfkeyle, ayaklarımın önündeki kadına bakıyordu. Evet, gözlerinde görülen tek şey öfkeydi… Saf öfke… Peki kime? Adam bir solukta merdivenleri inip yanımıza geldi ve kadının sağ kolundan tutup kendisine çekmeye çalıştı ama kadın beni tutuyor olduğu için bu ilk seferde başarılı olmadı. Adam daha öfkeli bir şekilde kadını çekiştirince kadın beni bırakmamaya çalışsa da ayağa kalktı ve bu defa yere düşen ben oldum. Birdenbire yere düşmüş olduğum için kendimi tutamadım. Burnum hemen önümde olan merdivenin en alt basamağına çarptı. Çok şiddetli bir sızı tüm vücudumu sardığında bir çığlık koptu yüreğimden. Çığlığımın hemen ardından bir ses yükseldi binada. “Özür dilerim…”demişti kadın. Benden özür dileyen o kadındı. Bir yanlışlık vardı bu işte. Korkaklığımdan dolayı ben dilemeliydim o özrü… Burnumdan akan kanlara, gözyaşım bulaşmaya başladığında başımı kaldırdım. Adamın üst kattaki merdiven boşluğuna çıkmış ve karısını arkasından çekiştiriyor olduğunu gördüm. Kadın son bir kez bana bakarak “Ama lütfen yardım et…” diye çığlık attığında canım yanıyor olduğu için boğazımda düğümlenen hıçkırıkları serbest bıraktım. Üst kattan gelen şiddetli kapı kapanma sesinin ardından hızla ayağa kalktım. Yerde toplanmış olan kadının kanına bastığım için ayağım kaydı ve kalktığım gibi tekrar düşmüş oldum ama bu defa ellerimle yere kapanarak tutabildim kendimi. Burnumdan akmakta olan kanın, kadının kanıyla birleştiğini fark edince dikkatli ama hızlı bir şekilde toparlanarak ayağa kalktım ve elimdeki anahtarımı daha da sıkı tutarak arkama bile bakmadan çıktım binadan. Kadının o son çığlığını duymama rağmen dönmedim geriye… Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Soğuk hava yüzüme nüfuz ettiğinde derin bir nefes almak istedim ama burnumdan akan kanları geri çekmekten başka bir şey yapamamıştım. Kanım dudaklarıma değince kolumla yüzümü sildim ama bu bir işe yaramamış, sadece yüzümü kana bulamıştı. Ne tarafa gideceğimi bilmiyordum. Önce sol tarafıma baktım, sokaklar bomboştu. Sağ tarafa baktığımda da çocuğun dizlerini kendisine çekmiş ve yüzünü gömmüş bir şekilde ileri geri sallanarak sessizce ağladığını fark ettiğim an, hızlıca sol tarafa doğru koşmaya başladım. Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi! Beş katlı binadaki kimse ona yardım etmiyorken ben mi yardım edecektim? Hem ben kadın halimle ne yapabilirdim ki? İki aydır nasıl sağır sultanı oynuyorsam o gece de oynamalıydım. Benim derdim bana yeterdi! Üstelik sadece binadakiler değil, tüm mahalle duyuyordu onların sesini. Tüm mahallenin yapması gereken şeyi ben nasıl tek başıma yapabilirdim ki? Hatta dünyadaki herkes biliyordu birçok kadının şiddet altında olduğunu. Her gün gazete manşetleri kadın cinayetleriyle doluydu sonuçta. Televizyondaki kadın dün de, bugün de kadın cinayeti haberi verdiğini söylemişti. Artık gündelik bir olaya dönüşmüştü… Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi! Vicdan azabına gerek yoktu! Tüm dünyanın sorumluluğunu ben üstlenemezdim öyle değil mi? Koşmaya bir son verip dizlerime tutunarak soluklanmaya çalıştım. Arkama bakacakken son anda kendimi tutup, yere eğdim başımı. Sokak bomboştu sadece sokak lambaları uyanıktı. Kaldırım taşına damla damla dökülen burun kanımı izledim. Bu kadar çok kanaması normal miydi? Sokak lambasının ışığını vurduğu gri taş yavaş yavaş kırmızıya dönüyordu. Bir kilit taşı tamamen kana büründükten sonra yanındaki boşluklara girip yerin altına ilerlemeye başladı burnumdan akan kan. Sadece su değilmiş yolunu bulabilen, kan da yolunu bulabiliyormuş… O an da öğrendim bunu… Kendimi kaldıramayıp yere çöktüm. Burun kanım paçalarıma damlamaya başladı. Bunu umursamayıp kulaklarıma ellerimi bastırdım. İki aydır duyuyor olduğum çığlıklar şimdi yankı yapıyordu kulağımda. “Yardım et…” diye bağırdığında kadın, yüzünde oluşan acı gözlerimin önüne geldiği ve göz kapaklarımı yumdum. Lakin ne sesler gidiyordu, ne de o görüntüler… Bunlar yetmezmiş gibi kadının beni tuttuğu yerler hafifçe üşümeye başlayınca tüm vücudumu bir titreme aldı. Gözlerimi açıp, ellerimi kulaklarımdan çektim ve paçalarımı tuttum. O kadının tuttuğu yerler, kendi kanımla ıslanıyordu. Burnumdan başlayıp tüm vücudumu alan o sızı artınca boş sokakta benim çığlığım yükseldi. Canım çok yanıyordu… Hüngür hüngür ağlamaya başladığımda sesimin çok çıkmaması için bileğimi ısırdım. Ama canım çok yanıyordu. Evet, sadece kendimle ilgilenmeliydim. Benim canım acıdığı için ağlıyordum zaten. Yoksa bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Hızla koşan bir çift ayak sesi duyunca etrafıma baktım ağlarken. Yaşlı bir adam gelip önümde durdu. Telaşla bana, “Ne bu halin evladım?” diye sordu. “Kim dövdü seni?” diye tekrar soru sorduğunda adama baktım. Yüzündeki acı dolu ifadeyle bana bakıyordu o da. Hala eğilmiş bir biçimde acı ve merak dolu gözleriyle bana bakarken, kumaş pantolonunun cebinden küçük bir telefon çıkarıp birkaç tuşa bastı ardından kulağına götürdü. Nefes nefese, “Sokakta bir kız var polis bey, dövmüşler kızı.” dedikten sonra adres verip telefonu kapattı. Solmuş ve kırışmış yüzündeki küçük gözlerini kısarak bakıyordu bana. Cebinden beyaz bir mendil çıkarıp uzattı, “Burnuna tut bunu, temizdir merak etme.” dedi. Elime tutuşturduğu mendili avucumun arasında sıkıştırıp öylece kalmaya devam ettim. “Kızım, burnuna koy bunu da kanı tutsun.” dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım. “Hay Allah, kim yaptı yavrum sana bunu?” diye sordu. Galiba kan yüzüme bulaştığı için ciddi bir şey gibi duruyordu. Benim bir şeyim yok, o kadına yardım edin demek istedim ama sustum sonra. Sustuğum için de ağlamaya başladım. Yaşlı adam telaşla etrafımda dört dönüyorken polis arabası göründü sokağın başında. Titremeye başladığımı hissettim. “Korkma kızım, bak amcan burada, hem polis de geldi. Kimse bir şey yapamaz sana.” dedi. Bu adam neden bizim apartmanda oturmuyordu ki? O olsaydı şimdiye bu kavgalar durmuştu belki de… Hayır, bana neydi ki? Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilirdi!
Artık her şey çok hızlı gelişmeye başladı. Polis arabası önümüzde durduğunda içinden iki tane üniformalı polis indi. Hızlı adımlarla yanımıza geldiklerinde yüzüme acıyarak bakıyorlardı. Yaşlı adam onlara, kendisinin pilavcı olduğunu ve işten dönerken benim sesimi duyup geldiğini söyledi. Çok ağladığımı ve yardıma ihtiyacımın olduğunu da belirtti. Polisler bana dönüp henüz lafa başlamadan, “Benim değil üst komşumun yardıma ihtiyacı var. Dövüyor onu iki aydır. Belki de daha fazla…”dediğimde burnumdaki sızının arttığını hissettim ve gözyaşlarım tekrar boşalmaya başladı. “Benden yardım istedi ama ben bir şey yapmadım. Ne yapabilirdim ki? O adam çok korkutucu! Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” dedikten sonra ellerimle ağzımı kapattım ve ağlamam şiddetlenmişti. Ne yapıyordum ben? Ya da neden şimdiye kadar yapmamıştım bunu? Bana dokunmayan yılan bin yaşamalı mıydı?
Polisler benden onları binaya götürmemi istediklerinde hızla polis arabasına bindim. Benden sonra arabaya binen polislere elimle yolu işaret ettim. Sadece birkaç dakika sonra binanın önüne geldiğimizde polisler arabadan inip binaya girdi. Ben inemedim… Onların kadınla beraber binadan çıkmasını bekledim. Beklerken beklemeye devam ettim… Üşürken beklemeye devam ettim… Titriyordum… Üşüdüğüm için mi, korktuğum için mi bilmiyorum… Bıkmadan onların gelmesini bekledim ama onlar gelmedi. Karanlık, sessiz sokağı ambulans ve polis arabalarının ışığı ve siren sesi doldurdu. Ambulanstan inen sağlık görevlileri hızla binaya girdiklerinde, az önce benim bindiğim arabayı süren polis elleri arkadan kelepçeli olan o adamla indi ve yeni gelen polis arabalarından birine bindirdi. Yeni gelen polislerde hızlıca yukarı çıkarken siyah arabalar doldurdu sokağı. Takım elbiseli ve çatık kaşlı adamlar binaya girerken az önce şoförlük yapan polis onlara bir şeyler anlatırken beni gösterdi. Birdenbire hepsi bana bakınca ürkekçe arabadan indim. Dışarısı arabanın içinden daha soğuktu ama adamların bakışları çok daha soğuktu. Adamlar binaya girdikten sonra içerisinde o adam bulunan polis arabası yanımdan geçip giderken o adama baktım ama o gözlerini kapatmıştı. Arabayı gözden kaybolana dek izledim. Bu sırada binadan sağlık görevlileri çıktı. Ben kadını bekliyordum onların yanında ama onların elinde siyah ve insan boyutunda olan bir torba vardı. İki sağlık görevlisi torbanın iplerinden tutmuş ve torbayı ambulansa götürüyorlardı. Torbanın içindekinin kadının cansız cesedi olduğunu düşündüğüm an sessiz bir çığlık koptu yüreğimden. Titriyordum… Bu defa neden diye sormama gerek yoktu herhalde… İnsanların evlerinden çıkıp sokağı kalabalıklaştırmaya başladıklarını flaş ışıklarından anladım. İnsanlar fotoğraf çekiyordu. İki aydır burada benim yaptığım gibi her zaman sağır sultancılık oynayan insanlar fotoğraf çekiyordu. Tepkisiz bir şekilde onları izlerken birinin parmak uçlarımdan tutmasıyla irkildim. Yanımda kimse yoktu. Bir kez daha parmak uçlarımdan çekiştirilince yere doğru baktım. O mavi gözlü çocuk bana bakıyordu. Mavi göz bebeğinin etrafını kırmızı bir kan çanağı sarmıştı, tıpkı annesininki gibi… Sessizce, “Keşke daha erken duysandın annemi… Çok geç kaldın çünkü hızlı koşamadın!” dedi. Bana dokunmayan yılan bin yaşamamalıydı!
Adile
2021-03-10T22:33:45+03:00Hoşbuldum Fikriye ve teşekkür ederim 🌿
Fikriye Kaçar
2021-03-10T19:25:57+03:00Bubi sanata hoşgeldin, öykülerini sık sık atmalısın bence buraya. Yüreğine sağlık :)