Craig Foster'in “My Octopus Teacher” isimli belgeselinden esinlenerek...

         

Küçüklüğü, kayalıkların dalgalarla dans ettiği Atlantik Okyanusu'nun kıyısında geçmişti. Dalgalar kabarıp da evin direklerine vurmaya başlayınca okyanusun neye kızdığını merak eder bu kadar öfkelenmesine anlam veremezdi. Küçüklüğüne dair en heyecanlı hatıraları hep okyanusun bilinmezliğine ve gizemine aitti.

      

Yıllar hızla geçmiş kendini belgesel çekimleri yaparken bulmuştu. Çok yoruluyor ve hastalandığını hissediyordu. Oğluna iyi bir baba olamayacağı endişesi kendine bir çıkış yolu aramasına neden oluyordu. Belgesel çekimleri sırasında Kalahari Çölü'nde iz sürücülükleriyle ünlü insanların çöldeki minicik böceğin bile bıraktığı bir izi takip ederek neler yapabildiklerini görmüş ve onlardan çok şey öğrenmişti.

      

Bir süreliğine kabuğuna çekilmeye karar vermiş ve evine çok yakın olan Atlantik Okyanusu'yla yeniden buluşmaya karar vermişti. Atlantik’in yosun ormanlarının olduğu bir yerde dalmaya gittiği ilk gün dişi bir ahtapotla karşılaşmıştı. Yosun ormanları dalganın etkisini azalttığı için burayı tercih etmişti. Bu bölge yüzmek için gezegenin en vahşi yeriydi. Su sekiz derece olmasına rağmen okyanusa daha yakın olabilmek için ne dalgıç kıyafeti giyiyor ne de oksijen tüpü kullanıyordu. 


Ahtapotla ilk karşılaşması çok ilginç olmuştu. Hayvan tüm vücudunu deniz kabuklarının içine sarmış, dipte bir top şeklinde duruyordu. Bu ilk karşılaşmada kendini saklama şekline ve stratejisine hayran kalmıştı. Büyülü bir top gibi aniden vantuzlarına çektiği tüm kabuklardan kurtulup kaçtıktan sonra her tarafını yosunla sarmıştı. Yosunların arasından onu gözetlerken ondan korkmuş ve yuvasına saklanıp ortadan kaybolmuştu. Akşamleyin ne olduğunu bilemediği garip bir duygu ona, “Onu her gün görmeye gitmelisin,” demişti.


İçinde uzun zamandır duymadığı bir heyecan duyuyordu. Okyanusun dibinde yaşayan sekiz bacaklı bir yumuşakça aklını başından almıştı. Yaşanan hiçbir şeyin boşa gitmediğini biliyordu. Çekimler sırasında Kalahari Çölü'ndeki iz sürücülerinin her gün aynı yere gidip en ufacık bir değişikliği hafızalarına kaydettiğini ve doğayı farklı bir gözle gördüklerini anımsadı. Doğa ince işaretlerle doluydu. Bu ahtapotun sıra dışı davranışları günlerce aylarca onu her gün Atlantik’in yosun ormanlarına çağırıyordu.


İlk günler, ahtapot, koyduğu kamerayı merak etti. Önce onu inceledi. Bu arada bu bölgede yaşayan pijama köpek balıklarının görme yetileri sıfır ancak koku alma duyuları müthişti. Ahtapot kokusu onları saldırgan birer katile dönüştürüyordu. Onlar birer ölümcül ahtapot avcısıydı. Ziyaretleri devam ettikçe, ahtapotun ona karşı korkusunun azaldığı açıkça belli oluyordu. Onun için en unutulmaz günlerden biri ahtapotun yedi bacağıyla yuvasına tutunarak bir bacağını ona uzattığı andı. Güveni tam olunca yuvadan çıktı. Öyle ilginçti ki; dikenli görünürken aniden pürüzsüz olabiliyordu. Sonra iki bacağını kullanarak yürüyor, aniden taş gibi görünebiliyor, işine geldiğinde yaşlı bir kadın gibi davranıyordu mesela. Müthiş yaratıcı olan bu hayvanın muazzam bir zekaya sahip olduğuna şahit oluyordu. Annesiz babasız, yırtıcıları kandırmak için milyonlarca yıl içinde bir sürü metot geliştirmişti. Yüzerken bazen onu takip ediyordu. Bu inanılmaz bir duyguydu. Bir gün üzerine lensini düşürdü, hayvan düşen lensten öyle çok korkmuştu ki bir daha o yuvaya dönememişti.

       

Su altında iz takibi hiç de kolay bir iş değildi. İmkansız olmak için milyonlarca yılını harcamış bu hayvan gibi düşünmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Makaleler okudu, bütün ipuçlarını bir araya getirdi. Artık onu çok daha iyi tanıyor, her gün Atlantik’in serin sularına onu görebilmek için dalıyordu.

      

Bir gün pijama köpek balıklarından birinin ahtapot kokusu aldığını fark etti. Hayvan en ufacık bir yarıktan dahi geçebiliyor ve saklanabiliyordu ancak bacaklarından birini yarığın çok az dışında bırakmıştı. Gözlerinin önünde köpek balığı var gücüyle onu dışarda kalan bacağından yakalamış, olduğu yerde yuvarlanarak dışarı çekmeye çalışıyordu. “Bir hayvanın hayatına karışmak, çizmeyi aşmaktır,” demişti kendi kendine.

      

Olanları izlerken korkunç bir çaresizlik hissetmişti oysa. Hayvanın dışarıda kalan bacağını köpek balığının ağzında gördüğünde yüreğinden bir şey kopmuştu. İşte o günden sonra bitkin düşen ahtapot yuvasından hiç çıkmamış, inzivaya çekilmişti. Sonunda bacağının koptuğu yerden minik de olsa yeni bir bacak çıkmıştı. Bu bacağı gördüğünde, bu hayvanın kazanmış olduğu savaşa hayran kaldı. Yeni çıkan bu minik bacağı kendi yaşam savaşının da sembolü olarak görmüş ve içselleştirmişti. Hayata tutunmak için çıkan yeni bacak onun da kendi hayatına ilham olmuştu. Artık birlikte yüzüyorlar, hatta kucağına alıyor ve onu seviyordu.

      

Bir gün yanında başka bir ahtapot gördü. Bu pek alışılagelmiş bir şey değildi. Bir yıllık ömrünün büyük bir bölümünde onun yanında olabilmişti. Bu vahşi sularda iki ahtapot yan yanaysa çiftleşme yakındır demekti. Çiftleştikten sonra bu muhteşem hayvan bir kayanın kovuğuna, hiç beslenmeden tüm enerjisini suya bırakacağı milyonlarca yavruya vermek için çekilmişti. Yavrular doğduktan sonra o da Atlantik’in yosun ormanlarına veda edecekti.

 

Ertesi gün olmuş, ahtapotun yanına vardığında suda şuursuzca dans eden kollarını balıkların yediğini gördü. Sonra aylardır peşinde gezen köpek balığının bir hamleyle onu yuttuğuna tanık oldu. Sudan ağlayarak çıktıktan bir süre sonra oğluyla dalmaya gittiği yosun ormanlarında, oğlu avcunda hiç de görülmeye alışık olunmayan bir şeyle gülümseyerek baktı babasına; avcunda yavru bir ahtapot vardı. Baba oğul birbirlerine biraz hüzünlü biraz da sevinçle bakarak bu minnacık sekiz ayaklı pembe renkli yavrunun onun yavrusu olma ihtimali üzerine yosun ormanlarında her gün yüzmek için yeni bir sebep bulmuşlardı.