“Kayıp bir zamanı güden çoban gibi dolandığım için sözlerimin meczup sayıklaması olduğunu söylemiştin. Yıldızlarla bir derdimiz vardı, hatırlıyorum. Güzel bir dilek için yağan yıldızlarımız yoktu. Bir kıyameti bekliyorduk. Sen. Ben. Aritmetik çaresizlik. Boyumun ölçüsünde bir denizde hiç zıplamadan yürümenin de kadere dahil olduğunu sen söylemiştin. Sahip çıkmadım. Ayaklarım varken ve ciğerime su dolarken sahip çıkamam. Öyle kadere kim sahip çıkar? Öyle kaderin tanrısını kim tutar?

Sadece seni sevdiğim bir zamanda tanrıyı hiç düşünmesem de bana meczup diyerek bozdun aritmetiği. Sen ve ben küsuratlı bir saçmalık şimdi. Anlamıyorum, sana yüz çevirmek nasıl kafirlik? Şeytan bile şaşkın. Çünkü ondan önce insan var. Sevmeyi nefrete çeviren kalp ondan bile günahkar.

Uyan…”


Kadın dayandığı kayanın dibinde uykusundan sıçrar sıçramaz önce gökyüzüne baktı. Yıldızlar ve ay gecesiyle yerindeydi. Bozkırın ortasında duran birkaç çadırın tepesinden duman yükseliyor, bir iki kişi büyük ateşin kenarında çay demliyordu. Uyuşan sağ tarafını hissetmek için sol eliyle etini okşadı. Ateşin etrafındakilerle belki bu sefer daha fazla konuşabilirim düşüncesiyle yerinden kalkıp açık kalmış defterini toplayarak çantasına yerleştirdi. “Aritmetik…” diye fısıldadı birden ve sonra gülümsedi. Saçma sayıklamaları başladıysa belki hikayesini sonunda bu gece yazabilirdi. Tam adım atacaktı ki bacağının uyuştuğunu hissedip olduğu yerde bir irkilme ve acizlikle donakaldı. Sinirlendi. Bu çaresiz duruş çocukluğundan beri en nefret ettiği şeydi. Çok basit, her insanda olan ama onda bambaşka bir duruşu ve acizliği hatırlatan bu uyuşmaya yakalanmamak için gözü açıkken kıpırdanmayı sürekli kendine hatırlatırdı. Gözü açıkken.


“Çaresiz…” diye tekrar düşündü. Aklına bir şey gelirmiş gibi oldu ve yüzünü öne eğdi.


Neydi?


-neydi?


Anı bozuntusu bir rüya. Yoksa rüya bozuntusu bir anı mı? Yaşamak. Kemik kırmayan ince bir vuruş, tam sinirin üzerinde. Uyuşuk. Ruh döküntüsü. O da varsa. Döküntü bulutu içinde dönen bir dünya yanan ruhların. O da varsa.


Bazı koyunların sesini duyunca başını kaldırıp ona doğru yaklaşan sürüye ve önlerinde yürüyen genç çocuğa baktı. Bu genç orada dilini konuşabilen tek insandı. Dikkatini çekince çocuk kadına başıyla selam verdi. Kadın da sanki kendi sesini duymanın özlemiyle;

“Bu gece hiç yıldız kaydı mı?” diye sordu ama o an sorusu anlamından dökülmüş gibi ağzında ekşidi. Neden böyle aptalca bir şey sormuştu? Refleks. Uyku sersemliği. Gereksiz sevecenlik ve gevezelik. Aidiyetsizlik hissi. Belki oraya belki tüm ebediyete. Gözlerini daha fazla sinirlenmemek için kapattı.


Sonra “Burada her gece yıldız kayar. Kıyameti soruyorsan daha kopmadı.” dedi çocuk küçük, alaycı bir melodiyle. Unuttuğunu bilmediğin bir şeyin tatlı uykuna dalacakken aklında çanlarını çalması gibi havada yankılanan sözlerle kadın gözlerini açtı. Kısacık bir salise kaçamak yapıp yavaşlayan zaman yakalanmanın rahatlığıyla ağır aksak eteklerini topladı. Yavaşlayan zamanın içinde uzayan aciz iki harf. Hecesizliğin ve cevapsızlığın acizliği:


“Ne?”


“Bu gece gökyüzü çok güzel.” dedi çoban ve sürüsüyle uzaklaşan başka bir zamanın başka bir çobanı gibi kadının önünden akıp gitti. Rüzgar gibi. Dejavu gibi. Yanlış bir anlaşılma ya da bozuk bir anıda doğru kalan tek noktaymış gibi akıp gitti. Ve yazar bir yazar olduktan sonra ilk defa o gece ağladı.


Uyuşukluğu bir türlü geçmeyen bedeni yüzünden hareket edemediği için mi yoksa bir şeyi sonsuza dek kaybetmenin kuruttuğu kalbi sadece yaşayarak ezip ufaladığı için mi bilmeden, sakin ve duru gecenin içinde yıldızlara kadar ağladı. 

Uyan.