Yağmur hafif hafif çiseliyor, yağıp yağmama ikirciğinde, ıslatmasa da ürpertiyordu. Rüzgârın savurduğu düzensiz, seyrek, minik damlalar; birer intihar bombacısı gibi etrafa çarpıp patlıyorlar. Sarı çınar yaprakları, kavgaya giden bir arkadaş grubu gibi gürültüyle yerden kalkıyor fakat sonra vazgeçip yine yola seriliyorlar. Tele sımsıkı tutunup tünemiş güvercinler, birbirlerine iyice yaklaşmışlar ve futbol topu gibi görünüyorlar. Kaburgaları sayılan dişi bir köpek, bacaklarının arasına aldığı kuyruğuyla rüzgarın tersi yönünde endişeyle koşturuyor önümden. Gözden kaybolana dek ona baktım. Etraf, melankolik, siyah beyaz bir sanat filmine benziyordu. Kış geliyor.

Boyasının çoğu soyulmuş, yaralı gibi görünen tahta bankın üzerine çöküverdim. Hemen yanı başımdaki çınar ağacı, sanki çok büyük bir felaketin geleceğini haber verir gibi uğultular çıkarıyordu. Deniz de yazınki sevecenliğinden, sıcaklığından çok uzakta, gri bir bataklık gibi görünüyor gözüme bu kez. Kasvetli, soğuk, yabancı ve kederli. Yazın onunla birlikte burada yüzüp gülüştüğümüz halinden bu kadar uzak olması, belki mevsimle değil şimdi onun yanımda olmamasıyla ilgilidir, diye düşündüm. Sigaramı çıkartmak için pardösümün önünü açtığımda, rüzgâr sert bir yumruk gibi göğsüme iniverdi. Giysilerimiz olmadan bile hayatta kalmamız ne kadar zordu, oysa hayvanlar daha bebeklikten itibaren kendi başının çaresine bakabiliyor, kendilerini koruyup yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Sandığımız kadar güçlü değildik; onların azimleri, hayatta kalma güdüleri bizden çok daha güçlü ve saygı duyulasıydı. Belki de bugünlere kadar bizi kibrimiz getirmiştir ve bende bir damla bile mevcut olmayan hırs. Rüzgârla beraber hiç anlamadan sigarayı yarıladık. Yağmur birazdan fena bastıracak, çığlık çığlığa uçan karga sürüsü bunu haber veriyordu şehre. Sigaram henüz bitmeden, soğuğu hissetmeyecek bir hızda, iç cebimden bu kez cep konyağımı çıkardım, kafama diktim. Hızlı hızlı birkaç yudum aldım. İnsan hayatındaki en vurucu, yıkıcı ve güçlü şey sanıyorum ki anıları. Sarsılmamak için hızlı yudumlar almaya devam ettim. Yaşlanıyordum ve bunun beni daha tutarlı bir adam yapacağını sanıyordum önceleri. Lümpen kederler içinde bir bankta oturmuş sonbahara bakıp anılarla boğuşmanın kendime saygımı yitirtmesine izin vermeden, birkaç yudum daha çektim. Şimşekler patladı; bunu önce iç sesim sandım ancak yağmur geliyordu.

Ayaklarını sürüyerek, pejmürde bir çocuk yaklaştı bana doğru. Bakıştık. Kahverengi bir beresi –belki kirden böyle görünüyordu- dizlerine kadar, üzerine iki üç beden büyük kirli ve yamalı bir kabanı, yine bol, sanayi ustalarınınki gibi yağlı bir kot pantolonu vardı. Postallarını yerde sürüyerek bana doğru çekingen adımlarla yürüdü. Böyle insanlarla karşılaştığım zaman, üzerimde iyi kıyafetler olmasından, temiz olmaktan çok utanırdım. Duraksadı, sadece bakışıyorduk. İçkimden küçük bir yudum aldım. İnsanlardan, uyuz bir köpeğe verilen tepkiler görmeye alışıktı, ben sesimi çıkarmayınca daha çok sokulup bankın ucuna oturdu. Bana bakıyordu. On dört, on beş yaşında olmalıydı.

“Merhaba,” dedim gülümseyerek. Öylece bakmaya devam etti, şaşkındı. Ben de baktım, sanıyorum birkaç dakika konuşmadan bakıştık. Yaşadığımız dünyada, ondan ne çok şeyi saklayıp sakınıyorduk. Çıkarıp bir sigara daha yaktım, ilk cümlesini o zaman kurdu:

“Sigara var mı abi?” Bakışları gibi çekingen olan sesi bana oldukça dostane gelmişti. Yaktığım sigarayı ona uzattım, aldı. Derin derin, hiç öksürmeden sıralı nefesler çekti. Kendime de yaktım. Endişe, çapaklı gözlerini yavaş yavaş terk ediyordu.

“Havalar soğudu” dedim, çocuğuyla arası açık, ne konu açacağını bilemeyen beceriksiz bir ebeveyn edasıyla. Kabanının önü açıktı, içinde de incecik bir tişört vardı. Tişörtünün önündeki, muhtemelen hiç izlemeden büyüdüğü Mickey Mouse’un gülen, kirlenmiş yüzüne baktım.

“Bu bi’şey değil abi,” dedi. İki nefes asıldı sigarasına. “Asıl sen bu ay sonundan sonra gör abi soğuğu, bu sene acayip olacak,” dedi. Bana bir şeyler gösterip anlatmanın heyecanıyla eğilip yerden bir parça toprak aldı eline. “Bak,” dedi. “Toprağa bak.”

“Ne olmuş toprağa?”

“Çok kuru.”

“Ne oluyor öyle olunca?”

“Çok soğuk olur abi, kış kupkuru soğuk olacak demek.” Toprağı attı, elini montuna sildi. Sigarasından son iki nefesi çekip fırlattı, izmaritin rüzgarda uçuşuna sevinip gülümsedi ama çabuk geçti gülümsemesi. Asfalta çarpan izmarit, infilak eden bir araba gibi etrafa kıvılcımlar saçarak rüzgârda dağıldı.

“Ne iş yapıyorsun abi sen, yakışıklısın ha,” dedi gülümseyerek. Ben de gülümsedim. İkimiz de tedirginliğimizi, çekingenliğimizi atmıştık.

“Sen de yakışıklısın,” dedim.

“Ya abi bırak, taşak geçme benle,” dedi utanarak, söylediğimi önemsememişti. “Kabanın çok güzel baksana, ayakkabıların da,” dedi. Botlarıma baktı. Üzerimdeki her şeyden utandım, ayak parmaklarımı kıvırdım sıkıntıdan botların içinde. Gülümsemem geçmişti. Cüzdanımı çıkardım.

“Bak dedim,” elli lirayı tutan iki parmağımla arkasını gösterip. Yolun karşısında tekel vardı. “Bana oradan bir tane bira, kendine de istediğin bir şeyler al gel. İstersen kendine de bira al.”

“Tamam,” dedi sırıtıp. Şimşek gibi fırladı. Çok geçmeden geldi, önce biramı verdi, ardından bozukluklardan para üstü.

“Bu ne, hepsiyle bize bir şeyler al diye verdim,” dedim.

“Aldım abi, kaldı bu,” dedi. Elinde dondurma tutuyordu. Kabanının büyük cebinden de fıstıklı cipsin ambalajı görünüyordu. Kirli, ince parmaklarıyla tuttuğu dondurmayı açmadan, öylece inceledi bir süre. Diğer eliyle kabartılı ambalajına dokundu.

“Bu soğukta dondurma mı aldın?” Bir süre cevap vermedi, heyecanla ambalajı soydu, ısırdı. “Uuh, soğukmuş” dedi, güldük.

“Hasta olacaksın, başka bir şey alsaydın ya.”

“Abi ben bu dondurmalardan hiç yemedim,” dedi. İri bir lokma daha kopardı, dişleri sızlaya sızlaya ağzında dolandırdı, erimeden yuttu ceviz kadar parçayı. Biramı açtım. “Hem sen de soğuk içiyorsun,” dedi. Doğru söylüyordu. Rüzgâr, yine yerden tüm yaprakları kaldırıp ahenkle oynattı önümüzde, ince bir uğultuyla. Biramdan çektim.

“Evli misin abi,” dedi. Bütün çenesi çikolatalı dondurma olmuştu. Montunun yenine sildi ağzını, eski filmlerdeki barbar kavimlerin şarap içtikten sonra yaptığı gibi.

“Değilim,” dedim.

“Manitan var mı,” dedi gülümseyerek. Denize baktım, paralel evrende hala kahkahalar atarak yüzüyorduk belki de onunla burada. Biramdan iri bir yudum daha çekip obsesyonumu kafamdan atmaya çalışarak:

“Yok,” dedim.

“E ibne misin abi,” dedi gülerek. Ona baktım, birden bu şakayı yaptığına çok pişman oldu; kızacağımı düşünmüştü, yüzü allak bullak oldu, dudağını ısırdı. Gözlerinde tekrar yanıma ilk geldiği andaki endişe beliriverdi. Gülümsedim.

“Yok be oğlum, illa bir şeyim olması mı lazım, yok işte bu aralar,” dedim. Rahatladı. “Senin var mı,” diye sordum.

“Yok abi,” dedi. Dondurmasını bitirdi, bir daha sildi ağzını koluna. Sigara uzattım, yaktı. Şimdi o da denize bakıyordu. “Aslında vardı yani, ama anlaşamadık.”

“Neden anlaşamadınız?”

“Gel benimle gidelim buralardan dedim; gelmedi, beni istemedi, ben de dövdüm.”

“Oğlum anlaşamamışsınız değil bu, sen zorbalık etmişsin o istememiş. Dövme bir daha, kadınlar dövülür mü lan?”

“Dövülmez mi?”

“Hayır.”

Bir süre konuşmadık. Uzun uzun düşündü gri suya bakıp, konuştuklarımıza bir anlam oturtmaya uğraşıyordu kafasında. Yaşadığı, öğrendiği, savaştığı hayat, konuştuklarımızdan başkaydı. Anlamaya çalışıyordu. Sadece tek bir şeyden emindim; arkadaş olmuştuk, beni sevmişti. Gök, tekrar patlayıp öfkeli bir dev gibi kükredi. Döküldü dökülecek.

“Çok kötü yağmur yağacak,” dedim. Başıyla onayladı. “Karnın aç mı,” diye sordum, yüzüme baktı, utanarak başını salladı. “Hadi,” dedim. “Bana gidelim,” öylece yüzüme bakıyordu açık ağzıyla.

“Nasıl sana abi?”

“Benim eve.”

“Neden?”

“E yağmur yağacak, karnımız da aç. Hem üşümeyiz, hem bir şeyler yeriz, hem istersen film izleriz. Ne bileyim işte, olmaz mı?” Şaşkın, öylece yüzüme baktı. Belki de bunca zaman sonra ilk kez başka bir insana güveniyordu.

Hava kalkmamızı bekliyormuş; patlayıverdi. Islandık, güldük koşarken. Belki de geçtiğimiz yazdan beri ilk kez gülüyordum. Bugüne dek insanlardan kaçışım, öfkem, güvensizliğim, uzaklığım; yılların sürükleyip içimde biriktirdiği insan ilişkilerinin tüm kötü tortuları, bir anda gitmişti sanki.

Durdum, nefes nefeseydim ve yağmur düşman ordunun yağdırdığı oklar gibi üzerimize düşüyordu. Baştan aşağı ıslanmıştık, bele kadar suda koşmuş, boğuşmuş gibiydik. Benden birkaç adım ileride o da durdu, neden durduğumu sorar gibi yarı güler, yarı şaşkın vaziyette bana baktı. Sanki her an onla arkadaşlığımı bitireceğim ya da onu siktir edeceğim gibi bir çekince, ürkeklik var suratında, fark ediyorum. O da ben de insanlara güvenimizi kaybetmiştik ama o benimkinden daha farklı ve çok daha acımasız, katı, insani olmayan yollarla.

“Geldik,” dedim köpek gibi soluyarak. Sular süzülen elimi kaldırıp solumdaki daireyi işaret ettim. “Evim,” dedim. “Burası başkan.” Hiç konuşmadan, kıpırdamadan bir süre evi süzdü. Sonra bana baktı, sonra yine eve. Açık ağzından içeri sular giriyor, çıkıyordu. “Hadisene lan, sucuk gibi olduk!” diye bağırdım. Konuşmadan peşimden geldi.

İçeri girince ılık hava ıslak yüzlerimizi okşadı. Ellerimizi ovuşturarak, hızlı hızlı merdivenleri çıkmaya başladık, birinci kata kadar susup yürüdü ayaklarını sürüyerek. Birinci kata geldiğimizde duraksadı, arkamı döndüm.

“Haydi daha gelmedik, üç kat daha var,” dedim.

“Bu ney abi,” dedi. Öylece durmuş, asansöre bakıyordu.

“Asansör o,” dedim.

“Ya,” dedi, mahcup görünüyordu. “Biliyorum asansör olduğunu da, binsek ya buna abi,” dedi. Asansöre binmekten haz etmezdim. İçine girdiğimde kafamda ‘ölmeden mezara koydular beni, gençliğim eyvah’ türküsü çalıyordu.

“Ben sevmiyorum asansör, gel hadi yürüyelim. Genç adamsın ulen yürü!” diye kalayladım tatlı sert.

“Ya ben hiç binmedim asansöre,” dedi bana dönüp. Bir süre sustuk. Yanına yürüdüm.

“Bas şu düğmeye bakalım,” dedim. Bana baktı, yanlış bir şey yapmak istemiyordu. “Bas başkan,” diye tekrarlayınca bastı. Ben uzun zaman sonra asansöre binecek olmanın verdiği ölmeden mezara girme duygusunun, o da yeni bir şey deneyimlemenin heyecanıyla beklemeye başladık. Arkamdan gelen ayak sesleri gerginliğimi dağıttı, baktım: Faşist apartman yöneticimiz. Önce beni, sonra da uzun uzun çocuğu süzdü. Memnuniyetsiz, sorgular gözlerini bana dikti. Çocuk da rahatsız olmuş, çekinmişti. İkisi de bana bakıyordu. Aslında hiçbir şey konuşmaya gerek duymadan, yöneticinin çenesine sağlam bir yumruk vurup öylece evime çıkıp gitmek istiyordum ama normal insanlar toplumsal yaşamda böyle şeyler yapmazlardı.

“Bu kim efendim, hayır olsun?” dedi imalı bir ifadeyle.

“Arkadaşım,” dedim. Çocuğun yüzünde o an tarif edemediğim, belki de rastladığım en has, en insani, duygulu gülümsemeyi gördüm. Öylece bana bakakaldı.

“Arkadaşınız mı?” Gözlüklerini burnuna kadar indirip taciz eder gibi bakmayı sürdürdü. Asansör gelmişti, kapısını açtım. Bunu sorarken ses tonunda yine ima, alaya alma vardı. Dayak istiyordu. Elimle önden girmesini işaret ettim çocuğa, çekinerek yarım adımlarla yürüdü. Arkasından ben de girdim.

“Arkadaşım,” dedim tekrar. Asansörün kapısını kapatıp düğmeye bastım. Ardımızdan öfkeli, sorgular bakışlar atarak kalakaldı. Çocukla aynı şehirde yaşıyor olmak onu hiç rahatsız etmezken, apartmanında görmek ediyordu. Sadece görmemek, rastlamamak istiyordu ona. Bu koşulları kendisi seçmiş gibi tiksinerek bakıyordu, bunda kendi sorumluluğu, payı yokmuş gibi vicdanı rahat, kalbi katıydı. Dördüncü kata geldik. Pek de zor olmamıştı, hatta boşu boşuna bunca zaman asansöre binmemişim diye düşündüm. Ama yazın bana denizin onla yüzdüğümüz için anlamlı gelmesi gibi, asansör de bu yeni arkadaşımla bindim diye güzel gelmişti belki de, kim bilir? Normalde insanlardan bu kadar kaçarken, bazı insanlara da sevmediğin şeyleri bile hoş görebilecek kadar yakınlık duymak ne güzel bir çelişki. Okulda, iş yerinde, sokakta insanlarla vakit geçirdikten sonra bulduğu ilk fırsatta insan sesinden, kalabalıktan karanlık odalara, kulak çınlamalı sessizliklere kaçanlar, bazen tek bir insanla koca bir günü yorulmadan geçirebilir; hatta ayları, yılları bile. İşte o insanın, o insanı kaybetmemesi gerekir. Dünyayı güzelleştiren insanlar hala vardı, onlara rastlamak ne güzeldi. Asansörün kapısı açıldı, önümden gülümseyerek yürüdü çocuk.

“Sevdin mi?”

“Abi kızma da, enayisin sen. Ya bu kutu kendi kendine yürütüyor seni bedavadan, sen neden yürüyorsun, hey Allah ya,” diye tatlı sert söylenip güldü.

“Haklısın valla, bu sefer benim de hoşuma gitti, belki de binerim bundan sonra,” dedim. Kapımın önüne geldik, çıkarken kilitlemeyi unuttuğumu, açarken fark ettim. Anahtar sesine her zamanki gibi Şarap koştu miyavlayarak, kapıyı açar açmaz yılan gibi paçalarıma dolanıverdi dimdik kuyruğuyla. İki ayağı üzerine kalkıp miyavlaya miyavlaya karşıladı beni. Sonra duraksayıp bacaklarımı kokladı. Pantolonumun ıslak olması hoşuna gitmemişti. Sırtını ileri geri oynatıp kuyruğunu salladı, kızdığında böyle yapardı.

“İnşallah seviyorsundur hayvanları başkan, ev arkadaşım bu benim,” dedim. “Şarap hanım.” Sırıtmasına bakılırsa o da hayvanları seviyordu. Yine şaşırmıştı.

“Aboo, bunla mı yaşıyorsun abi,” dedi. Dizlerinin üzerine çöküp kucakladı Şarap’ı. Uzun uzun okşadı koluna yatırıp. Şarap herkesten hoşlanmazdı ama halinden şikayetçi değildi bu kez; tepkisiz, bir yandan koklayarak sevmesine izin verdi. “Abi evde kokar bu ya, sıçar da. Sen niye eve aldın bunu?”

“Yok kedi sıçmaz eve, kumu var ona yapıyor sadece,” dedim. Pardösümü çıkarıp kolları açık vaziyette dolabın üzerine attım. “Kokla bakalım nasıl kokuyor, mis gibi benim kızım,” dedim. Eğilip kokladı. Sonra bir daha kokladı.

“Hakikaten abi,” dedi. “Benim de çok hayvanım oldu dışarıda ama bu onlar gibi kokmuyor hayret,” dedi. “Çok güzel kokuyor bu hayvan ya, şu ensesi,” dedi bir daha koklayarak. Şaşırarak güldü. “Gerçi,” dedi. “Sen de benim gibi kokmuyorsun zaten,” bana baktı. “Demek zenginin insanı da hayvanı da güzel kokuyor abi.” Yüzüm düştü, canımı sıkmayı iyi beceriyordu.

“Hadi başkan çıkar üzerini, ben sana tişört falan getireyim,” deyip içeriye yürüdüm bir yandan soyunarak. “İstediğin yere geç otur, sağ taraftaki kapı mutfak, geç oraya, dolaba bak,” dedim. Sesini çıkarmadı.

Beş dakika sonra üzerimi değiştirmiş, onun üzerine de bir şeyler bulmuş olarak geri geldim. Büyük gelecekti ama ziyanı yoktu, temiz ve kuru bir şeylere ihtiyacımız vardı. Doğalgazı iyice açtım. Ayaklarını üst üste bindirmiş, ürkek bir misafir gibi önüne bakarak oturuyordu. Yırtık çorabından fırlayan kara parmağını aceleyle içeri tepti.

“Başkan dolaba bakmadın mı?”

“Yok abi,” dedi.

“Oğlum neden bakmıyorsun,” deyip dolabı açtım. Baksa da pek bir şey yokmuş, daha doğrusu sadece bana yarayacak şeyler vardı içeride; yirmi, yirmi beş bira, yarısı içilmiş viski, yarım bir Yunan rakısı, yarım çikolatalar, kutu süt.

“Sipariş verelim ya,” dedim. “Pizza sever misin?” Konuşmadı, ben de bir daha sormadım. Telefonu çevirdim, büyük boy bir pizza siparişi verdim. Çabuk gelmelerini tembihleyip kapattım. Mutfaktan çıktım, önce istemedi ama ısrar edince verdiğim kıyafetleri giydi. Çıkardığı kıyafetlerini makinaya attım. Birer sigara yakıp, birer tane bira açtık oturma odasına geçip. Koltuklara, geniş ekran televizyona, tablolara, her şeye uzun uzun baktı. Televizyonda, sevdiğim çizgi filmi açtım. Mutluydu, gülümsemesi içten ama hala çok utangaçtı. Ben de mutluydum. Ama kendi hayatına geri dönecekti, kendisi gibi olan ailesi, arkadaşları ve tüm tanımadığı diğer insanların dünyasına. Benim mutlu hissetmemse, bir çeşit vicdani mastürbasyon falan değildi, sadece arkadaş olmuştuk işte, bu yüzden mutluydum. Sahici, saf bir insani ilişkiyle ne zamandır karşılaşmamıştım. Konuştuk. Ona geçmiş ilişkimi anlattım, kedimi anlattım, neler yaptığımdan, nelerden hoşlandığımdan, kadınlardan bahsettim. Dinledi, yorum yaptı, şaşırdı, destek çıktı. Güldü bazen. Pizza geldi, onu da büyük bir iştah ve merakla yedikten sonra, bir sigara daha yaktı. Çok sigara içiyordu. Paşalar gibi kuruldu deri koltuğa, ağır ağır sigarasını içti. Havaya girmiş, rahatlamış, belki de denk geldiği bu yeni hayat tarzını benimsemeye başlamıştı. Bacak bacak üzerine attı, ilk kez rahat görünüyordu. Kendime bir bira daha açmak için doğruldum, çişimin geldiğini fark edince tuvalete yöneldim. İşedikten sonra aynada bir süre kararmış gözaltlarıma, ifadesiz suratıma baktım. Çıktığımda, o da heyecanla benim odamdan fırladı. Şarap da peşinde, merakla onu izliyordu.

“Abi, evi dolaşıyordum,” dedi. Korkmuş, çekinmişti, sanki yerinden kalkmamasını tembihlemişim gibi.

“Gez başkan, sorun değil,” deyince rahatladı. O evi gezmeye, ben mutfağa bira almaya döndüm. Bir süre sonra yanıma, televizyonlu odaya geri geldi.

“Evin çok güzel, çok büyük,” dedi. “Bu dizilerdeki falan evler gibi,” dedi.

“Abartma yav, teşekkür ederim,” dedim. “Dizileri izleme siktir et,” diye lafı değiştirmeye çalıştım.

“Ben seviyorum,” dedi. Artık konuşurken bana bakmıyordu. Evi süzüyor, düşünüyordu. Neşesi gitmişti, ya da bana öyle geliyordu. Televizyondaki çizgi filmin sesini kıstım, çizgi film izlemeyi asla bırakamıyordum.

“O odandaki kitapların hepsi senin mi?”

“Benim.”

“Sen mi yazdın onları?”

“Birkaç tanesini ben yazdım, geri kalanlarını okudum.”

“Yazar mısın abi sen?”

“Eh işte,” dedim. Duraksadı. Düşünüyor, kafasından bir şeyler geçiriyor, yine anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyordu.

“Nasıl böyle zengin oldun,” diye sordu. Bunu sorarken etrafı süzmeyi bırakıp dosdoğru gözlerime baktı. Beni suçlar gibiydi, ya da ben zaten ona rastladığımdan beri kendimi suçlu hissettiğim için böyle hissetmiştim.

“Zengin sayılmam,” dedim. “Ama şansım biraz yaver gitti diyelim.” Yine bir süre konuşmadık. Konuşmalarımız artık aralı ve anlayamadığım bir ciddiyetteydi.

“Sen iyi bir insansın abi,” dedi. Televizyona bakıyordu. Tişörtündeki Mickey Mouse’u tanımıştı ve onu ilk kez temiz görüyordu. “Zengin insanlar iyi olmuyorlar.” Bir şey demedim, haklıydı. “Yalnız abi,” dedi. Ona baktım. “İnsanlara çok güveniyorsun, bu devirde insanlara çok güvenmeyeceksin,” dedi. Yine bir şey demedim, birden bire dizilerdeki filozof evsizlere dönüşüvermiş, bana hayat dersleri vermeye başlamıştı. Üzerimizdeki çocuksu neşe yerini kasvete bırakmıştı. Ayağa kalktım, bana gülümseyerek değil, bir garip bakıyor, gözlerini kaçırıyordu. Kafam iyiydi.

“Ben bir bira daha alacağım, ister misin?”

“İstemem abi.” 

Peki anlamında başımı sallayıp mutfağa yürüdüm. Çamaşır makinası durmuş, Terminatör’ün gözü gibi kırmızı ışığı yanıyordu. Dolaptan biramı çıkardım, kapağını açtım. Bu sesi çok seviyordum, belki de son duymak isteyeceğim ses budur. Yavaş yavaş, köpürtmemeğe uğraşarak doldururken sol tarafta böbreğimin üzerinden şimşek gibi bir sancı, ciğerimi parçalayıp tüm gövdeme yayılıverdi. Bardak ve şişe yere düşerek tok bir gürültüyle patladılar. Ağzımdan kurbanlık büyükbaş gibi detone, boğuk bir çığlık fırladı. Yere yığıldım tezgaha tutunmaya çalışarak. Beceremeyince çenem çarptı. Sancının saplandığı yere elimi götürdüm, bir kelebek, sapına dek vücuduma girmişti. Kırılan bira bardağının üzerine düşünce, elim de kesildi. Çocuğa baktım. Titriyordu. Gözleri dehşet içinde ama kararlılıkla açılmış, yapması gerekeni yapmış bir avcı gibi bakıyordu bana. Ağlamaya başladı. Daha adını bile sormadığımı, şimdi fark etmiştim. Boylu boyunca yıkılıp sağ kolumun üzerine yattım. Aklıma efendimiz de böyle yatardı şakası geldi, çocukluğumdan beri olmayacak anlarda şakalar gelirdi aklıma. Gözlerim bulandı, kesik kesik, öksürür gibi nefesler alıyordum. Ne gerek vardı şimdi bunu yapmana evlat? İçeriye doğru koştu, sanırım çekmeceleri, dolapları açıyor. Fayansların üzerinde önce bira, sonra kanım yayıldı, yayıldı, yayıldı. Yanağıma bulaştılar. Şarap miyavlayarak içeri girdi, beynimi yoğun bir çınlama sarınca miyavlamalarını duyamamaya başladım ama ağzı oynamaya devam etti. En son kafasıyla gelip kafama sürtündüğünü hatırlıyorum