Çocukluğunu 90’larda yaşayan biri olarak, o dönemin büyük bir kısmı, o zamanlar kafamdaki “Arabesk” tanımını eşleştirdiğim İbrahim Tatlıses ve onun cıvık dijital uzantısı olan Ibo Show’a maruz kalarak geçti. Her bir saniyesi başkası adına utanma duygumu tetikleyen bu programla beraber, zaman geçtikçe kafamdaki arabesk tanımı da her geçen gün feci yaralar alıyordu. Bu işin sonunda ise gerçek bir anti-arabesk militanına dönüşüyordum...


Bende bu kavramı yıllar sonra yeniden sorgulatan ise fakültede, arabesk müzik ve İstanbul’da 70’lerden sonraki göç sonrası konutlaşmanın konu edildiği bir dönem ödevi oldu. O yıllarda büyük bir sıçrayış yaşayan sanayileşme ve bunun getirdiği işçi ihtiyacı sonucu kente büyük ölçeklerde göçlerin yaşanması, 2. köprünün inşası ve gecekondulaşma, insanların köydeki hayatlarından kopup kente akın etmeleri ve köy-kent arası bir kimliksizliğin arasına sıkışıp kalmaları, zamanla büyüyen bütün bu sıkışıklığın, aidiyetsizliğin ve savrulmaların morfini olarak arabeske dört elle sarılmaları… Yokluktan gelip, o koşullarda el yordamıyla inşa edilen bu hikaye de kendini üst düzey bir mağduriyete ve “En çok benim acım değerli!” gibi birtakım düşüncelerle beslenen bir kültüre dönüştürmüş diye düşündüm. Haklı-haksız, iyi-kötü kendini toplumda var etmeye çalışan bu “araf insanları”, zamanla, pek tabi kendi içlerinden çıkan ve acılarını yarıştıran kendi sanatçılarını her geçen gün biraz daha çoğaltmış. En çok acı çekenin ve bunu en iyi ifade edenin kıymet gördüğü bu kültür, o dönemde TRT’nin arabesk müzik sansürünün de gazıyla yayılmış da yayılmış. İnsanlar arabesk müziği icra eden figürlerin fanatikleri olmuş, günlük hayatlarında yanlarında gezdirdikleri birer yoldaşa dönüştürmüşler.


O aralar bunu biraz almancı türklerin rap müziği kendilerince yorumlamasına benzetmiştim. Yine sanayi işçiliği ihtiyacı üzerine toplu bir göç, yine arada kalmış ve kendini yiyip bitirmiş kimlikler, yine el yordamıyla oluşturulmuş bir hayat ve tabi ki müzik. Bu konu da baştan aşağı inceleme gerektiren başka bir konu olduğundan buraya girmeyeceğim ve yorumlamayacağım.


Lafı daha da uzatmadan, küçükken televizyonda gördüğüm o korkunç adam ve onun akılalmaz televizyon programının, aslında bütün o araf insanlarının kendilerinden bir parça görebildiği, onların gazını alabilmek adına, birileri tarafından televizyona haklı olarak yerleştirildiğine kanaat getirmiştim yıllar sonra. O ne kadar saçmalarsa saçmalasın, sonsuz kredisiyle orada var olmaya devam ettikçe bir yandan bir kesimin de gazı alınıyormuş meğer. Tabi arabesk müziğin diğer temsilcilerinin hayat hikayelerini de okuduktan sonra bende iyice pekişmişti bu çıkarımlar. Bununla beraber, zamanında bütün o tepeden baktığım arabesk dünyasının bende oluşturduğu tümörü de kendi ellerimle kesip atmış, varoluşunu anlamlandırabilmiştim. Martin Stokes adlı bir müzik profesörünün “Türkiye’de Arabesk Olayı” kitabından muhteşem bir cümlesiyle konuya nokta koymak istiyorum.


“Teybe bir kaset koymak basit bir tüketiciliğin kof bir hareketi değildir. Bilakis yapısal olarak bireyin birlikte olduğu grubu ve bu birlikteliğin yer aldığı mekanı tanımlayan bir davranıştır.”