06.02.2023'te gerçekleşen depremde kaybettiğim öğretmenimin ve kuzenimin anısına...


Bazen hafızamı zorluyorum.


Çocuklar, hayatlarının en iyi dönemlerini geçirmesine rağmen hafızaları henüz çok taze olduğu için çoğu şeyi unutur.


Keşke unutmasaymışım, keşke.


Artık hepsiyle olan anılarım puslu birer halüsinasyondan ibaret. Yaşandı mı? Yaşandıysa nasıl yaşandı? Hatırlamam mı daha iyi, hatırlamamam mı? Hatırlamayarak, onlara katran rengini bürümüş bir ihaneti mi yüklüyorum?


Hayır, diyor küçüklüğüm. Arkamı dönüyorum, umut dolu yüzüne bakıyorum. Karışık saçlarının altında bir çift büyük göz. İrice, koşmaktan kızarmış pembe yanaklarının ve dolgun elmacık kemiklerinin arasında gülümseyen genişçe bir ağız. Neredeyse tüm süt dişleri dökülmüş, yenileri çıkacak.


Senin suçun değildi, diyor birazcık halime ve duygu değişimlerime üzülerek. Sonra beni biraz daha süzüyor, ardından arkasından seslenen arkadaşını duymasıyla birlikte sırtını dönüyor ve süratle okulun bahçesine koşuyor. Silüeti, ufuk çizgisine varana kadar küçülüyor, küçülüyor, küçülüyor. En sonunda, o parlak çizgi, küçüklüğümü içine yutuveriyor.


Lacivert ekoseli eteğinin savrulmasını umursamadan koşuşunu dikizlerken, anlık bir uyuşukluğa maruz kalıyorum. Damağımda kekremsi bir tat, ruhumda derin bir mayhoşlukla beraber onu izliyorum. Sahi, insan kendi küçüklüğünün dahi nasıl göründüğü unuturken, başkasınınkini unutması olağan değil midir?


Ama yine de gözlerimi sıkıca yumup anımsamaya çalışıyorum.


Sınıfın en başarılı çocuklarından biriydim; her adım okunduğunda gururla göğsüm şişer, çocukça bir kibirle tahtaya koşuverirdim. Karne gününü hatırlıyorum. Aferin kızıma, diye fısıldıyor kulağıma öğretmenim. Avcunu omzuma bastırıyor, tek eliyle beni takdir edercesine sıkıyor. Avuçları yumuşak mıydı, sert miydi hatırlamıyorum. Peki ya soğuk muydu sıcak mıydı? Ama şunu hatırlıyorum: Hoş ve zarif bir kadındı. Lüle lüle, gür ve siyah saçları vardı. Sonradan öğrenmiştim, meğerse saçlarının gerçek hali dümdüzmüş, fakat kendisi öyle beğenmediği için perma yaptırırmış.


Gerçeklikle hayalin arasındaki sarsıcı bir anda, kısık gözlerimi yana çeviriyorum. İşte, işte orada duruyor. Bir dolabı kırık, kahverengi dolap. Yıllar geçse de öğretmenim o dolabı hiç atmadı, bir yıl önce attığı fotoğrafta o dolap yerli yerinde duruyor. Burnuma, kısmi bir nostaljinin kokusu doluyor. Tıpkı yeni alınmış bir kitabın taze sayfaları veyahut yıllarca aynı yerde durmaktan üstü tozlanmış ve sararmış fotoğraf gibi...


Anının sonuna geldiğimde aniden bütün o içinde bulunduğum atmosfer bir anda yok oluveriyor; ben ise yeniden loş ışıklı, köhne odama geri geliyorum. Uzuvlarım büyüyor, dişlerim sapasağlam çıkıyor, boyum uzuyor ve zihnim karmaşıklaşıyor. Sonra anlıyorum, ben, yeniden şimdiki zamana dönmüşüm.


Zihnimi yeniden talan etmeye başlıyorum. O şehirde, o insanlarla geçen onlarca yılıma rağmen hafızam bana ihanet ediyor, o insanları sanki hiç var olmamışlar gibi siliveriyor.


Fakat yine bir başka anıyı hatırlıyorum.


Memleketimi terk etmek üzereyim. Daha doğrusu üzereyiz, ailecek terk edeceğiz. Annemin memleketi olan İzmir gibi güzel, ferah ve hayat dolu bir şehre gelip orada çok daha rahat bir yaşam süreceğimi o çocuk aklımla düşünemiyorum. Onun yerine hayatımın ilk on yılının geçtiği şehri, içindeki insanları, arkadaşları ve en çok da o arkadaşı özleyeceğimden ötürü çocuk kalbime derin bir matem yükleniyor. Anneme ağlıyorum, gitmemek için yalvarıyorum. O yaşta, bazı şeyler için fedakarlık etmemiz gerektiğine basmıyor kafam.


Öğretmenim, şehri terk edeceğimiz için bizi son kez ziyarete geliyor. Hepimize selam veriyor, ardından babama sarılıyor ve yerine oturuyor. Daha henüz kahvaltı yapmıştık, o yüzden biraz hazırlıksız yakalanmıştık. Sorun değil, diyor öğretmenim. Yabancı mıyım ben?


Aslında öğretmenim, babamla kuzendi. Kan bağımız vardı, bu da onunla aramdaki öğretmen-öğrenci ilişkisini bir tık daha ileriye taşıyor, daha özel kılıyordu. Babam hafifçe mahcup bir şekilde yerine oturuyor. Sohbet etmeye, ileride ne yapacaklarını anlatmaya başlıyor ailem. Ben ise sessizce, masanın üzerindeki dökülmüş ekmek kırıntılarını izliyorum. Öğretmenimin yüzünü aklıma kazımak, milim milim ezberlemek yerine ekmek kırıntılarını izlemeye devam ediyorum. Hayır, diye bağırıyor şimdiki halim. Interstellar filminde gibi hissediyorum kendimi. Başka bir boyutta olan Cooper'ın, çaresizce Murphy'e bağırması gibi bir sahne yaşanıyor.


Fakat öğretmenimin, yıllar yıllar sonra olacak bir depremin enkazında kalacağını, günler boyu yardım gelmeden ölüme mahkum kalacağını bilseydim; o an ezberlerdim yüzünün her bir hattını. Bir daha, fotoğrafına dahi bakmama gerek kalmazdı. Hoş, o yıllar geçse dahi gençliğinden hiçbir ödün vermiyordu.


Konuşma bitiyor. Hepsi bir arada ayağa kalkıyor, teker teker aile üyelerine sarılıyor. En sonunda sıra bana geldiğinde yüzüme şöyle bir bakıyor, ardından beni sıkıca tutarak göğsüne bastırıyor. İçim huzur ve güvenle doluyor, kendine has olan o güzel kokusunu duyumsuyorum. Şu an o kokuyu asla tarif edemeyecek olsam da, zihnimin bir yerinde var, biliyorum.


Sonra ayrılıyoruz, bize içten bir şekilde iyi dileklerini ediyor. Ardından bana son nasihatlerini verip evden ayrılıyor. Yıllar sonra gerçekleşip hepimizi paramparça edecek trajediden tamamen habersiz hayatımıza dönüyoruz.


Bu sefer belleğim yıllar sonrasına gidiyor.


Neredeyse bir yıl önce, bu platformda ilk öykümü yayımladığım zaman. İnsanlık için küçük, benim için büyük bir adım. Koca kız olmama rağmen annem yine de bunu sosyal bir mecrada yayımlıyor, kızının istediği bir şeyi başarmış olmasının verdiği mutlulukla. İlk görenlerden biri öğretmenim oluyor. Çok basit bir şey olmasına rağmen coşkuyla, en içten dilekleriyle beni kutluyor ve okuyacağına söz veriyor. Bunu, deprem olduktan bir gün sonra görüyorum. Normalde görsem gülüp geçeceğim bu sıradan mesaj, o an gördüğümde yüreğimi dağlıyor. Gerçeklik algımı yitiriyorum, çok zor geliyor kavraması. Bu, bütün olanlar, sahiden de gerçekleşiyor mu?


Belleğimin pili bitiyor, kendini zorlamaktan vazgeçiyor. Depremde kaybettiğim bir başka değerli kişi, benden yaşça büyük kuzenimle olan anıların hepsini unutmuşum neredeyse. Bir karısı, üç de küçük oğlu var. Depremin yarattığı enkazın altında sadece kendileri değil; yıllarca büyütüp besledikleri hayalleri, umutları ve hayatları da kalıyor. Geriye kalan ise sadece, dört gün sonra ortaya çıkan; soğumuş cesetleri ve kan ağlayan aileleri oluyor Bu trajik ölüm biçimi, aynı şekilde can veren binlerce diğer insanın arasına katılıyor ve artık seçilemez hale geliyor. Git gide hissizleşiyorum, acıya duyarlı hale geliyorum. Acılar öylesine artıyor ki, fazlaca acıya maruz kalan insanlar resmen acıya karşı bağışıklık kazanıyor.


Ben ise bu acıya son veriyorum, yaralanmış çocukluğumu rahat bırakıyorum.


Çünkü insanlar ölür cesedi kalır, anılar ölür izi kalmaz.