Başından sonuna kadar öngörülebilir, klasik bir romantik komedi filmi gibi görünüyor. Bir kasabaya sıkışmış, kasabanın içinde de annesi, babası ve abisi sağır ve dilsiz olan bluğ çağında bir genç kız olan Ruby’nin kendini tanımaya başlaması, özellikle müziğe olan yeteneğini keşfetmesi ve ardından idealist öğretmeninin de yardımıyla o yeteneğini bir hayal haline getirerek peşinden gitmek istemesini konu ediniyor.
Dünyanın her yerinde bu işleyiş tarzına sahip olan sayısız film var. Dahası, en fazla da bu türden film yapılıyor, izleyicisi, takipçisi oluyor, sinema salonlarını dolduruyor vs. Kısacası CODA’nın muadili olan sınırsız sayıda filmden bahsedilebilir. Böyle filmlerde genellikle filmin baş kahramanına senaryo gereği bir amaç verilir ve onu, amacı ardından gitmeye çalışırken izleriz. Ama yalnızca bu şekilde ilerleyen bir senaryo durgun olduğundan dolayı sorunludur. Bu yüzden baş role zorluklar çıkarılır ve izleyici onun yanına çekilir. Bu tür bir senaryonun eğer yönetmenin ele alış biçimi vasatın çok altında değilse günümüz dünyasında tutmama ihtimali zayıftır. Çünkü herkesin yaşam içerisinde peşinde koştuğu bir amaç vardır. Çoğunlukla kolay yoldan o amaca yürümek istese de zorluklarla karşılaşılır. Dolayısıyla CODA’nın muadili olan filmlerde kahraman ile yapılan empati ön plana çıkar. İzleyici ile başrol oyuncusu arasında kurulan bu denge filmin sonuna kadar da devam eder ve filmin sonunda amacına ulaşan kahraman ile birlikte izleyicide de müthiş bir rahatlama açığa çıkar. Genellikle bu tür filmlerin sonları aynı zamanda duyguların doruğa ulaştığı anlardır. Hele de kahramanımız amacına ulaşırken geride bıraktığı bir şeyleri kırıp dökmemişse. Yani izleyicinin içinde kılçık olarak kalacak bir durum yaşanmamışsa…
Bu tür filmlerde yönetmen, filmin kahramanı ve izleyici tamamen aynı saflarda yer alır. Yönetmenin yaratmak istediği durum da budur. Fakat CODA, belirttiğim klasik olana benzer şekilde bir bluğ çağı hikayesi olup, içinde masum bir aşk, hırs, azim ve bunun karşısında bazı engelleri de barındırsa muadili olan filmleri çok aşan bir film. Yakaladığı başarının, aldığı ödüllerin (En İyi Film Oskar’ı da dahil) bununla ilgili olduğunu görmek, bunun nedenlerini iyi anlamak gerekiyor.
Bu film muazzam bir ritmin takibi. Sizi de alıp peşinden sürüklüyor. Bu durum, yalnızca yarattığı duygularla da ilgili değil. Bu durum filmi izlerken alışıldık hikâyeye rağmen ters köşe olmamıza neden oluyor. Çünkü öyle gibi görünse de senaryo ve akış aşırı derecede sahici ve bundan dolayı zihinlerimizde herhangi bir ajitasyon hissine neden olmuyor. Halbuki benzer diğer filmlerin ‘başarı’ nedeni olarak izleyici ile kurduğu bağın temelinde varlığını sürdüren bir ajitasyondan bahsetmek mümkün. CODA ajite etmeden izleyiciyle muazzam bir denge yakalıyor ve bu sanıldığından çok daha zor bir durumdur. Bu anlamda yönetmen Sian Heder’e hakkını teslim etmek gerekir. Bunu büyük bir ustalıkla başarmış. Başından sonuna kadar film hiçbir şekilde ritminden ve sadeliğinden kopmuyor, duyguları abartarak seyirci ile bir bağ kurma derdine düşmüyor. Heder, Ruby’nin kimlik arayışında, duygularının uçlaşmasında, şevkinde ve buna karşı ailesiyle kurmuş olduğu farklı denklemde dolanırken bir şekilde hepsini orta noktaya çekiyor. Buna uzlaşma ya da makul olan noktada buluşma diyemeyiz belki... Çünkü uzlaşmada genellikle her tarafta ödün verme durumu gelişir fakat Heder aşırıya kaçmadan bu sorunların tamamını çözüme kavuşturuyor aslında. Hem de uzlaştırarak değil köklü bir şeyler yakalayarak…
Bir ailenin tamamı sağır ve dilsizken ‘normal’ olan evin en küçük bireyi ve haliyle bu beraberinde ciddi sorunları da getirecektir. Filmde herhangi bir şekilde kırılıp dökülmeden bu sorunlara da tanıklık ediyoruz fakat senaryonun sorunları aşma tarzı gerçek anlamda dahiyane. Sorunlar genelleşip filmin ikinci yarısında Ruby ile annesinin yaptığı bir diyalogda dile geliyor. Ruby açık bir şekilde annesine bu durumu soruyor “benim sağır olmamı hiç diledin mi” diye. Annesinin verdiği cevap aslında mizahlaştırılmış bir ‘âh’ gibi. Bebekken, Ruby’i ilk kucağına aldığında içten içe bunu dilediğini kabul ediyor. Ben aslında buradan bu filmin tamamından çıkan sonucun ‘iletişim’ olduğunu düşündüm. İletişim sorunu dediğim şey bir tarafın ‘noksanlık’ hissi üzerinden sorunsallaşmıyor. Bu film bunu çok iyi işlemiş. İletişim sorunları ortak ruh yakalayamama ile ilgili. Anne ile kızın arasında yaşanacak olan bir iletişim sorununu dahi bu çerçeveye sıkıştırılıyor. Yani ‘noksanlık, fazlalık’ artık her ne ise iletişim kurabilmek adına bir problem değil. Belki de insan olarak iletişimde de en kolay olanın peşinden gidiyoruzdur ve emeksiz gelişen her sonuç gibi kurduğumuz iletişimlerin de tadı tuzu olmuyordur.
Bu film bize iletişimin değerini yeniden ve yakıcı bir şekilde hatırlatarak aslında kulağımıza bir şey fısıldıyor. “Noksanlık yoktur, farklılık vardır ve farklılıklar herhangi bir şekilde iletişime engel değildir” diyor ve bu durumu kişiliği yaşıtlarına göre oturmuş, belli bir olgunluğa kavuşmuş olan Ruby üzerinden aktarıyor. Ruby idealleri için geride bıraktıklarını kırıp dökmeyecek kadar duygusal fakat kırıp dökmemek adına her şeyi benimseyip sineye çekmeyecek kadar da iradeli. Bu denge yakalandı mı sorunların temeli çözülüyor zaten. Filmde mutlak bir yaklaşım yok. Ne aşırı mekanikleşmiş ve akılla hareket eden soğuk bir yan, ne de aşırı duygusallaşıp rasyonaliteyi yitiren yılgın bir duruş. Bunun çok önemli bir durum olduğuna kanaat getirdim filmi izlerken. Yönetmen bu anlamda da denklemi doğru kurmuş ve film bu sayede klasik benzerlerinden epeyce sıyrılmış.
Hayatta önümüze serilmiş olan bütün görüntüler, sesler, kokular, tatlar ve temas yönüyle algılanabilenler bütüncül olarak bir şeyi anlatır. Tanımlar da buradan gelişir. Bunun nedeni bunlarla cismin ya da soyut olan bir şeyin ritmini yakalayabilmemiz, onu algılayabilmemizdir. Kuşkusuz birinin eksilmesi bütünden kopma meylimizi açığa çıkaracaktır fakat bazen bütünlük yalnızca birinin varlığında dahi açığa çıkabiliyor. Ruby babasına şarkı söylediğinde babasının Ruby’nin boynuna dokunarak ritmi yakaladığı sahneyi hatırlasanıza… Babasının duyguları yakalayamadığını kim iddia edebilir. Belki de doğa bunun üzerinde bir şeydir. Belki de sezgiler düşündüğümüzden çok daha öte bir durumu ifade ediyordur. Bir şarkı esasen duymaya hitap eder ve bu yönüyle insan zihnine, anılarına ulaşır ve belirli duyguları/bilinci açığa çıkarır. Dolayısıyla sesi kestiğimiz anda bu durum soluklaşacaktır. Rasyonel olana göre bu böyledir. Ama böyle olmuyor. Yalnızca kızının boğazının titreşimlerinden algıladığıyla baba muhteşem bir ritim yakalıyor ve sanatı en derinlerinde bir yerde hissedebiliyor.
Benzer durum aradaki farka rağmen aile bireylerinin birbirine en çok yaklaştığı an olan seçmelere katılan Ruby’nin şarkı söylerken şarkının sözlerini el işaretleriyle ailesine gösterdiği sahnede de vardır. Bir ritim yakalamayı başarmışlardır ve geriye kalan her şey anlamsızlaşmıştır. O halde belki de meselenin ritim yakalamak ve bu ritimden beslenerek zıtlıklara rağmen uyumlu hale gelmek olduğunu anlamalıyız. Bence bu film bu anlamda antagonizmi alt üst eden, güzel duygular açığa çıkaran değerli bir film…