Toplumun en küçük dokusu olan birey, birey olma ve toplumda var olma çabası verirken içine doğduğu aile ve sosyal çevrenin ağırlığı, rengi ve derinliğinde pişer ve tercihleriyle yoğrulur.


Birey, kendi tercihi ile seçtiği yahut ona dayatılan tercihlerin sonucunda inşa ettiği hayatın ve karakterinin bir yaşam haritası oluşur. Ondan sonra devriye ve yaşam maratonu şekillenmeye başlar.


"Coğrafya kaderdir (ölçüdür)." diye dilden düşmeyen ve İbn-i Haldun' a ait olduğu iddia edilen cümle, İbn-i Haldun' a ait olmasa da cümlenin insan yaşamı açısından popüler bir cümle olduğunu söyleyebiliriz. İnsana çizilen sınır, yapabileceklerinin ve yaşayabileceklerinin ufuk çizgisi müspet olarak sınırlı olsa da insan doğasının derinliği ve düşüncenin fikre dönüşüp de insanın kendi sosyal, siyasi, ekonomik, özel ve kültürel yaşamını inşa etmesi ve kendi sınırlarını zorlayıp kendini değiştirmesi akabinde çevresini, yurdunu ve dünyayı değiştirmesi başka müspet olan bir gerçektir. Dolayısıyla "Öğrenilmiş çaresizlik" ve "Coğrafya kaderdir" sözü arasında ince bir çizginin varlığından söz edebiliriz. Kavanozun içindeki pirelerin zıplarken kavanoz kapağına çarpmaları neticesinde heveslerini kırılması ve zıplamaktan vazgeçmeleri örneğinde, öğrenilmiş çaresizliğin, hayvan doğasındaki güdüsel sınırın ve güdülenerek öğrenmelerinin menzilini belirler. Lakin insan tüm derinliği ve debisiyle pire olmayacak kadar dipsiz, karmaşık bir düşünendir.


İnsan düşüncesinin yön bulması ve fikre dönüşmesi, kafa biçimlenmesinin bir terbiyeye girmesine vesile olur. Düşünce eğitiminin bu zor yolculuğu, insanın kendi düşünce deneyimlerinden birtakım müspet kazanımlar, eylem tarafı kuvvetlendiği takdirde ise görünür gelişimler kaydetmesini sağlar. Aynı insan bu süreçte, bilgi paritesini ve donanımsal gelişimini ilerletirken karar noktaları yaratabildiği zaman ise, sahip olduğu bilgi kuvvetinin meyvelerini tek tek toplamaya başlar. Kararlar, son ve katî olduğu için dönüm noktaları olarak insan yaşamının milat noktaları olarak adlandırılabilir. Değişim süreci başlar...


İnsan zihninin ve gönlünün, coğrafi sınırlar yahut jeopolitik konum sebebiyle o coğrafyanın ekonomik, siyasi, kültürel sınırlarına göre yapay olarak sınırlandırıldığını ve sınırların insan karakterini ve kararlarını yoğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır fakat bu sınırların doğal olduğunun ve yaşamın muhteşem gerçekliğinin, zorluğunun bir izdüşümü, hayatın renklerinin gözümüze ve gönlümüze yansımasından başka bir şey değildir. Bu doğal sınırların ardına, ancak ve ancak insanın kendi doğasına uygun olarak davranması, hayatı anlamlandırmak ve mutlu olmak için seçtiği hedef yolunda ilerlemesiyle mümkün olabilecektir.


Madde ve enerjiden ibaret olan evrenin değişmez kuralı olan hareket etme zorunluluğunu, insan bedeni, zihni ve gönlünün bütünlüğü ile paralel bir menzilde ilerlemektedir. Dolayısıyla insanın sınırlanması bu anlamda mümkün değildir, doğasına aykırı bir baskı unsuru yaratır. Bu baskı, iç dünyasının daralması, anlamsızlık, depresyon, duygu durum bozukluğu, melankoli gibi ruhsal rahatsızlıkların tetiklenmesine destek verir.

İnsanın yaşadığı coğrafya, onun fiziksel özelliklerini belirlerken, aynı zamanda insanın, yetiştiği ve mensubu olduğu cemiyet ve cemaatlerin etkisinin, kültürel alışkanlıkların ve topluluk ahlakının, oluşmakta olan kişiliği üzerinde gözle görülür etkisi vardır.


Anadolu coğrafyasında başta olmaz üzere tüm dünya kültürlerinde, halk arasında bilinen tabiriyle "Nerelisin?" sözünü hatırlayalım. Kişiye sorulan bu sorunun cevabı alındıktan sonra, zihnimizde oluşan olumlu, olumsuz varsayımları ve önyargıları düşünelim. Zihnimizde ki coğrafya sınırlaması o kadar güçlü bir bilinç dışı tutum yaratır ki, fiziksel coğrafyanın sınır tahakkümünden daha keskin bir illüzyon yaratır. İnsanın karar vermesi yahut inanması ile bu sınırların değişmesine, insanın kendisini değiştirmesine, ihtimal dahi vermez. Hatta bu memleket ve coğrafya aidiyeti bazen o kadar ileri gider ki bunu çok fazla içselleştirmiş kişiler de memleket faşizmi yaratır, kendilerinden olmayan diğer kültürlere karşı yabancılaşma ve tahammül edememe durumu ortaya çıkar. O coğrafyanın davranış ve ahlak iklimi, kişinin karşılaştığı olaylarda ve yansıttığı düşüncelerinde "bireysel öz eleştiri, bireysel erdemlilik yahut vicdani duyumdan" ziyade mensubu olduğu topluluğun kuralları, ahlak görüşü, örf ve ananelerin çizdiği sınırlarda gezmek zorunda bırakır. Çünkü, el alem, konu komşu görüşü daha önemlidir o birey için. Hegel, bu yüzden kültüre "maddeleşmiş ruh" der. Artık o kültürde vicdandan seslenen Yaradan değil, mensubu olduğu toplum vardır ve onun çizdiği sanal sınırlar oluşmuştur.


Coğrafyadaki iklimin sertliği, karasallığı, ılımanlığı yahut deniz seviyesinden yüksekliği bile bölge halklarının keskin yahut yumuşak köseli karakter ve huy özelliklerine sahip olmasına etki eder. Böylelikle topraktan olan insanın yine toprak özelliklerinden belirtiler göstermesi, özünde doğa anaya ait olan insanın aidiyet duyumunu kuvvetli bir şekilde hissettirmektedir.

Şimdi gelelim insanın bu coğrafyadaki kabullenim yahut isyankar tutumlu varsayımlarına ve düşüncelerine...


İnsanın herhangi bir durumu, olayı kabullendiği zaman direnişinin kırıldığını, teslim olduğu şartlara göre yaşamak ve adapte olmak zorunluluğu, insanın bilincinde kendi elleriyle yaptığı zihinsel hapishanesine adım atmasını kolaylaştıran ilk kabullenimdir. Ölçme ve sınırlama doğal olarak zihnimizin koyduğu doğal sınırların, kabullenim noktasından itibaren en uzak, ufuk noktasını gösterir. Bu sınırların ötesini görebilmek ise sadece ve sadece hayal kurma kuvveti ve insan derinliğindeki, hayalleri gerçekleştireceğine olan inancın muhteşem itiş gücüdür. İnsan bu hayali ya ciddiye alır ve ufacık bir adım atsa bile odak noktası ve motivasyonu arttırmaya başlar yahut hayalin verdiği zihinsel besinle bir süre beslendikten sonra eğer inanç sağlam temeller üzerine inşa edilmemişse gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek gibi, üzerine inşa ettiği tüm katkılar faydasızlaşmaya başlar.


İnsanın kendi varlığını, kendi kaynaklarını, zihnini, anatomisini, gönlünün sınırlarını yani kendi coğrafyasını keşfetmeden, gözlerini çevirdiği fiziksel coğrafyasının şartlarına esir olması ne kötüdür... Hele bir de bu coğrafya fakirlik, sefalet, imkansızlık ve haksızlık dolu bir iklimin coğrafyası ise... Örneğin yeteneği ve yapabilecekleri çok fazla olan Anadolu coğrafyası insanlarının bu kulaktan dolma cümlelere kapılıp ta, onu bir gerçek haline getirmesi ve adeta bu kağıt kaplandan korkup kaygılanması ne acıdır... Sonra hayatın adaletsizliği sohbetleriyle yoğrulmuş genç beyinler, göç yollarını arayarak, Batı milletlerine bilerek, isteyerek ikinci sınıf vatandaş olmayı, köle gibi kullanılmaya razı olmayı, mesken tutması daha da acıdır...