Demokrasi denince akılda canlanan yegane şey mermer sütunlar ve büstler arasında, ucundan azzz biraz seksapel entari (toga) üstlerinde, mağrur bir edayla dolanan kerli ferli adamlardır. İşte bu adamlar demokrasinin mucididirler. Ama bu icat her kesimce iltifata tabi midir? Söyleyin Atinalılar, herkes demokrat m'ola?
Antikiteden beri varlığı bilinen (hadi made in Atina diyelim), fakat tatbiki değişen bu idari düşünce, birçok toplum tarafından muhtelif şekillerde tesis edilmiş. Baş düşman olarak tiranlar seçilmiş. Ancak 18. asra gelinceye dek hiçbir şekilde yaygın idare biçimi olan mutlakiyetçi monarşinin karşısında bir alternatif olarak bile yer edinememiş. 1789 yılında dünyaya somut bir şekilde armağan edilen French Kiss İhtilali sonrası: başta, devletlerin genişleme politikalarına malzeme edilerek referans alınmış ve ekseri, harici siyasi emellerin meşruiyet kaynağı yapılmıştır (bkz. Amerika'nın demokrasi götürüyorum diskurunun kaynakları). Peki, yüzyıllarca yıl öteden demokrasiyi tekrar hortlatacak olan suni teneffüsü yapan neydi? Annalesci ''Longue durée'' metodunu kullanmak ne sabrımıza ne de vaktimize uygun. En iyisi, sondan kısa bir bakış açısı, tümdengelimcilik yaparsak 1789'daki şamata sonrasında üç burjuva p*çi peydah oldu: liberte, egalite, fraternite. Mealen: özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Bu üç biraderler, olsa olsa demokrasi üst çatısı altında yaşayabilirdi, ve öyle de oldu. Meşruti idarelerle aralanan bu kapı cumhuriyetçi rejimlere doğru ardına kadar açılacaktı. Ancak bu kapının açılışıyla gelecek olan misafir, salt bir demokrasinin aksine giyotiniyle beraber buyur edildi (bkz. Jakobenler'in kelle koleksiyonu). Her ne kadar burjuvazinin ihtilali olarak değerlendirilebilir olsa da öcü ilan edilen ve feodalizmin teminatı, eşitlerin birincisi/primus inter pares konumundaki kralın gücü kırılmıştı. Kırılmıştı, çünkü artık mavi kana sahip asillerin kutsiyeti kalmamıştı, belki de argyria (arjiri) rahatsızlığından kurtulmuşlardı, kim bilir... Kralın ise kutsal ve biyolojik düalitedeki iki bedeni artık biyolojik olanıyla sınırlı kalmıştı. Orta Çağ'ın teolojik siyasi tefekkürü tü kaka edilmiş, bunu gören monarklarsa bir yumuşak geçiş için ''aydınlanmacı mutlakiyet'' adı altında hane mülkü imparatorluklarını yaşatmaya gayret ediyorlardı. Aslında temel söylem Tanrısal bir seçilmişliğin, enkarnasyonların/hululün aksine (örneğin Tengri teg Tengri'de bolmuş, zillullah-i ruy-i zemin unvanları, Tanrızade çoban Mesih ve onun koyunları alegorisi, Çin imparatoruna yönetim hakkının Tanrı Tian tarafından verildiği inancı/Tianming, Hathor'un oğlu Tanrı-Kral firavunlar, Amaterasu'nun oğlu tennolar gibi gibi...), vatandaş tarafından bir seçilmişlik düsturu. Rousseau kafasıyla, genel iradenin tecellisi. Ancak Voltaire için bu genel/çoğul irade sadece ayaktakımının despotizmiydi. Son olarak, Fransız İhtilali'nin sebepleri arasında değinilecek en can alıcı noktaysa kitlelerin demokrasi ve insan hakları uğruna girişilmiş oldukları bir hareketin aksine, baget ekmeğe muhtaçların isyanı oluşu gerçeğidir. 1788'i 1789'a bağlayan dönemde Fransa'daki klimatolojik verilerde görülen yıkım (bahar kuraklığı ve haziran dolusu gibi), Simon Schama’nın da ifade ettiği gibi öfke ve açlıkla birleşince Bourbon Hanedanı'nın hazin sonunu hazırlamıştır (Yurttaşlar ve Fransız Devrimi'nin İçerden Tarihi, 2015).
Sondan bakışa devam edelim. Fransız ihtilali ile hortlayan demokrasi düşüncesinin tetikleyicisi olarak Immanuel Kant'la zirveye ulaşan aydınlanmacı felsefe, yani dogmalardan yüz çevirerek ''kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesi'' mottosunu kabul ediyoruz (Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir?, 1784). Mevcut teolojik paradigmanın, formasyonun terk edilişi ve yeni bir bilgi kuramının tesisi (septisizmin/kuşkuculuğun ihyası). A priori olan ve determine edilemeyen epistemeye/bilgiye karşı yüz çevirme. Burada siyasi alanda dikkate değer en önemli nokta idare mekanizmasının, yani devlet otoritesinin Katolik Kilisesi tarafından onaylanma ihtiyacının büyük ölçüde kırılmasıdır. Artık meşruiyetin kaynağı bizzat vatandaş (uyrukluk, nationality) olgusunun referans alınacağı ulus devletin katılımcıları olacaktı. Theodosius'un 391 yılında Hristiyanlığı Roma'nın resmi dini olarak kabul edişi sonrası dizayn edilen, daha doğrusu yeni bir hüviyete kavuşan ve kılıfa sokulan müesseseler ve teşkilatlanma yapısı değişime tabi tutulacaktı. İzdüşümsel yaklaşımla değerlendirilerek, gökte olanın, yerde de tesis edilmesi (Tanrı'nın krallığı ve buna paralel Tanrı varisinin krallığı) anlayışı, gökte olan göğün, yerde olan yerin olarak değiştirildi denebilir. Teokratik idareler sekülerliğe, laisizme doğru yanlıyordu.
Tarihsel serüveni daha da geriye götürelim: Aydınlanma hareketine ilham olacak Avrupa'daki çeviri faaliyetlerine, Rönesans'ın kökenlerine değinelim. Meşhuuur medeniyetolog F. Braudel, medeniyetlerin tarihsel geçmişinden bahsederken kendi özgünlüklerini kaybetmeksizin, başka medeniyetlerle olan sürekli alışverişinden ibaret olduğunu vurgular. Medeniyetlerarası en tesirli ve somut alışveriş ise kültürel aktarımdır. Kültürel aktarımın yegane köklü aracı ise çeviri faaliyetleridir. Endülüs uygarlığı aracılığıyla Antik Grek dünyasıyla tekrar tanışan ve buna cila olarak Arap uygarlığının birikimlerine merhabayla Avrupa için değişim başlamıştı. Örneğin Kastilya kralı VII. Alfonso'nun desteğiyle Toledo'da kurulan çeviri okulunda Aristo, Bettani, İbn-i Sina, İbn Rüşd, Batlamyus gibi isimlerin eserleri Latince'ye tercüme edilmişti. Bu dönem mütercimleri büyük nam yapmaya muktedir olmuştu. Domingo Gundisalvo (İbn Rüşd ve Gazzali), Michael Scot (Bitruci ve İbn Rüşd) ve Gerard de Cremone (İbn-i Sina, Zehravi, Kindi ve daha neler neler...) bunlardan sadece birkaçı... Bu çevirilerle birlikte değişen entelektüel ortamda İbn Rüşd'ün akıl anlayışı (heyulani akıl, faal akıl, meleke akıl ve müktesep akıl) Immanuel Kant'a kadarki cenderede çok müstesna bir yere sahip olacaktı. Rönesans (yeniden doğuş) Re-Endülüsans temelinde ilerliyordu. Skolastik hegemonyanın lassstiğe çevrileceği günler yakındı. Artık Friedrich Nietzsche'in Tanrı'nın ölümünü ilan etmesi için gereken start verilmişti.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü anlamında kimilerince milat kabul edilen Magna Carta Libertatum'a (1215) değinmiyorum. Çünkü kral ve baronları arasındaki güç çekişmelerinden kaynaklanan bir sınırlandırılma durumu demokratikleşme adına, halkın yönetime müdahil olması adına hatırı sayılır bir olay değildir. Feodal beylerin merkezi idareye karşı güç kazanmış olması demokratikleşme serüveninde mühim bir yere sahip değildir. Ferman, bir meta olan serfin (toprak işçisi köle, ırgat, maraba) konumunu değiştirmemiştir, zaten fermanın muhatap tarafları değildirler bile... Ancak devlet mekanizmasının keyfi ve değişken idarenin yerine belirli bir anayasaya bağlanması anlamında bir ilkti. Magna Carta'yı bu bağlamda anmak yerine Muhteşem Devrim'den (Glorious Revolution, 1688) bahsetmek daha mantıklı olacaktır. Hollanda valisi III. Wilhelm'in İngiltere Kralı II. James'i tahttan indirdikten sonra 1689 yılında ilan edilen ''Haklar Beyannamesi'' (Bill of Rights) sayesinde Fransız Devrimi'ne erişecek yolda atılmış önemli bir adımdı. Kilise taassubu, kral despotizmi ve lokal feodal güçlerin başına buyruk davranışları bir kez daha anayasaya bağlanıyordu.
Ancak Avrupa'da demokrasi öncesi bu backgraund, entelektüel alandaki değişimlere ilaveten iktisadi boyutta da kendisini gösterir. Biraz Hegelci diyalektiği tersine çevirecek ve tarihsel materyalizm çığırtacak olursak, Avrupa'daki iktisadi dönüşüm, yani kapitalizmin ortaya çıkışı tüm kültür kurumlarını etkilemiştir, Malinowski'nin kültür teorisince "en müteessir kültür kurumu, diğer kurumların da devinimini sağlar" (Bilimsel Bir Kültür Teorisi, 1944). Ancak, Max Weber'in "Ekonomi ve Toplum (1922)" eserinde kapitalizmin arka planını gereğinden fazlaca Protestan ahlakıyla ilişkilendirmesinin aksine biraz daha detaylı ele almakta yarar vardır diye düşünüyorum.
Feodal idaredeki zirai toplum artık yerini sanayi toplumuna bırakıyordu. Deniz ticaretiyle genişleyen mübadele hinterlandı yeni müşteriler ve yeni kaynaklar gereksinimi duyuyordu. Kara ölüm veba ve diğer pandemilerle demografik yapı değişmiş, kişi başına düşen gelir ve kaynaklar artmıştı. Yeni dünya Amerika'nın keşfiyle Avrupa'ya akan değerli madenler sermaye birikimini sağlamış ve krediyi arttırmıştı. Devlet merkezli müdahaleci ekonomik modeller (Merkantilizm, Fiskalizm, Provizyonizm gibi) artık Liberalizm karşısında hiçbir şekilde mukavemet gösteremiyordu. Güçlenen burjuvazi John Locke'a rahmet okuyordu. Endüstri 2.0'la ise (buhar gücünün endüstriyel üretime entegresi) seri üretime geçilmiş ve proses süresi düşürülerek işçilik maliyetleri ucuzlamıştı. Üretimin tekelleşmesi ve üretim araçlarının temerküzü insan kitlelerini de temerküz ettirmeye, yani şehirlere doluşmalarına sebep olmuştu (proleteryanın inkişafı). Taşradan kente göçün en önemli sonucu kamuoyunun güçlenmesiydi. Kamuoyunun güçlenmesi, yazılı medyanın yaygınlaşması ise kitlelerin söz hakkını arttıracak ve idareye iştirakini sağlayacaktı. Gustave Le Bon yıllar sonra bu kitle potansiyelini ''Kitleler Psikolojisi (1895)'' adlı eserinde güzelleyerek ortaya koyacaktı.
Ancak yaptığımız bu değerlendirme ve okuma, Batı merkezli dünya için geçerlidir, merkez ve periferi her zaman aynı tarihsel gelişim safhalarını, aynı zaman ruhunu (zeitgeist) yaşamaz. Her toplum tarihsel akış içerisinde aynı dinamiklere sahip değildir. Sonuç olarak ithal ve dışarıdan dayatmacı demokrasinin (özellikle San Francisco Konferansı sonrası, 1945) her toplumda aynı pratiklere ve aynı sonuç çıktılarına sahip olması mümkün değildir. Birçok gayridemokrat toplumun karşısına modernleşme yolunda bir gereklilik olarak çıkmıştır demokrasi. Hidrolik toplumlar, ''Asya Tipi Üretim Tarzı'' gibi çok genelleyici ve ön kabullere sahip açıklama girişimlerini bir kenara bırakacak olursak, Doğu'nun kendine has despotizmi, kurulu sistemden ziyade karizmatik liderler etrafında şekillenen idare biçimleri, bireysellik yerine diğerkamlığı öven inanç dünyasına bakıldığında Batı ile aynı tefekküre, yeniye dönüşümde aynı etkenlere sahip olmadığı karşımıza çıkacaktır. Tarımsal üretime dayalı devlet modeli içerisinde efendi ve köle diyalektiğinin dışına çıkamamış, bireysel ekonomik özgürlüğe erişememiş toplumlarda demokrasi gibi bir yurttaş kutsayıcı ve katılımcı yahut temsilci idare usulünün yerleşmesi pek muhtemel gözükmemektedir. Doğu, Batı'nın yaşanmışlıklarına, tecrübelerine sahip değildir. Doğu, şu an için bile ne bir Rönesans ne de bir dinde reform tecrübesini deneyimlemiştir. Tarih içerisindeki oluşların tümü bir ihtiyaca mukabil gerçekleşmiştir, oluşların amacı ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Ayrı gereksinimleri bulunup aynı çözümleri kullanmak her zaman için zoraki demokrasi ve zoraki teşkilatlanmayı açığa çıkartacaktır. Gelenekselden moderne geçiş her zaman için sancılı olmuştur, Doğu'da ise bu geçiş sancılı değil, aksine, narkozsuz açık kalp ameliyatı ızdırabındadır.
Bu zoraki Batı entegrasyonuna kısaca ülkemiz adına bakacak olursak, imparatorlukların klasikleşmiş sonuna maruz kalarak, bünyesinde bulunan çok uluslu yapıyı müdafaa edemeyerek dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu'nun ilgası sonrasında bir ulus devlet olarak mevcut imparatorluk bakiyesi üzerine kurgulanan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçilen dönemde bile devrimler halk için; halka rağmen yapılmıştır (Bolşevik Devrimi'de aynı zihniyettedir). Bu modernleşme girişimleri eski rejime (ancien regime) karşı girişilmiş ayaklanmalardır genel olarak. Ortam şartlarının gerektirdiğinin tersine; zamanın gerektirdikleri tatbik edilmiştir. Biz, bir rejim yıkma mücadelesi değil, milli bir bilinçle işgalden kurtuluş adına mücadele vermiş bir organizasyonun (Kuva-yı Milliye) sonucu kurulmuş bir ulus devletiz. Batı'daki gibi bir kilise, monark, feodal beyler, burjuva, entelijansiya ve serf arasında yaşanan bir güç rekabetine şahitlik etmemiştir Doğu özelinde Osmanlı toplumu. Rejimi yıkmak söylemi şöyle dursun, milli mücadele için bile halk halifeyi kurtarmak uğruna örgütlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Ocak 1920 tarihli Sultan Vahdettin'e Naci Bey aracılığı ile yollamış olduğu mektuptaki şu ibareler aydınlatıcı olacaktır:
''Kuva-yı Milliye'nin asıl hedefi ile gayet kutsal gayesi, Osmanlı milletinin en büyük ve en muhterem gerçek temsilcisi olan heybetli padişah hazretlerini istiklalinin ve hakimiyetinin üzerine gelebilecek her türlü etkiden ve kusurdan korumaktır''.
Milletler aynı zaman diliminde bulunsalar bile aynı zamanı yaşamazlar. Demokrasi girişimimiz, demokrasi tatbikatımız ve bu süreç zarfındaki hengameler milletçe yaşadığımız siyasi ve kültürel bir buhrana sebep olmuştur denebilir. 1923 yılından 1950 yılına kadar geçen dönemde ülke idaresinde tek partili rejimin bulunması bunun bir sonucudur denebilir. Bazen 18 yaşını doldurup reşit olmak, rey kullanmak için bile kafi gelmeyebilir, kısa demokrasi tarihimizde anayasa mahkemelerince kapatılan siyasi partilerin ve siyasetten men edilen siyasilerin sayısı hiç de azımsanmayacak kadar fazladır. 1960 ve 1980 darbeleri ve bunlara ek olarak 1971 ve 1997 yıllarında askeriyenin hükumeti istifaya zorlaması demokrasinin aldığı yaralardandır. Bu müdahalelerin müsebbibi olan askeriye için gerekçe ise halkın sandıkta yanılmış olmasıydı. Bu bağlamda Türkiye demokrasi tarihi adına akılda kalacak en unutulmaz çıkışı 12 Eylül Darbesi'nin mimarı Kenan Evren'in ''Biz bir kuzey memleketi değiliz; İsveç, Norveç değiliz. Halkımızın kültür mertebesi o seviyelere erişmiş midir? Bugün seçime giden bazı kişiler, kime oy vereceksiniz dendiğinde beş parmaklı olana (CHP) oy atacağım diyorlar.'' ifadesiydi...
Ahmet Saraçoğlu
2021-02-18T16:25:49+03:00Çok teşekkür ederim Ayşenur Hanım güzel yorumunuz için 🙂