Dondurucu bir ayaz… Fakirine, zenginine, saraylısına, şehirlisine, kısacası burnunu sıcak bir yere saklayamayan herkese Ocak ayının eşikte olduğunu haber veriyordu, ve elbette bana da.

Sahi, neden bu boş kıyılarda aylak aylak dolaşıyorum? Fenerlerin içine dolan rüzgarın alevi söndürmeye çalıştığı gözüme ilişiyordu. Yine de bu dört lambalı fenerler oldukça parlak bir şekilde yanıyorlar. Onun parlak ışığının ardında karanlığa gömülen saray, özellikle de pencereleri ile, daha da karamsar görünüyordu. Devasa aynalı camlarından tipi ve karanlık yansıyor, Neva’nın donmuş boşluğunun üzerinde rüzgar esiyor ve inliyordu. “Ding-dong! Ding-dong!” sesleri, kasırganın içinde yankılanıyordu. Kaledeki kilisenin saat kulesinin sesiydi bu ve çanın iç karartıcı her bir vuruşu, benim tahta bacağımın bu granit levhaya doğru attığım her adıma ve hasta kalbimin dar göğsümdeki her çarpışına denk düşüyordu.

Kendimi okuyucuya tanıtmalıyım. Ben tahta bacağı olan genç bir adamım. Belki de Dickens’ı taklit ettiğimi söylüyorsunuzdur, “Müşterek Dostumuz” romanındaki tahta bacaklı edebi karakter Silas Wegg’i hatırlayın. Yok, hayır, taklit etmiyorum: ben gerçekten tahta bacağı olan genç bir insanım. Ancak onu çok çok eskiden yaptırdığım söylenemez…

“Ding-dong! Ding-dong!” Saat kulesinin çanının sesi başlangıçta hazin hazin “Merhamet et Tanrım” der gibiydi, sonra ise saati vurmaya başladı. Sonra sadece saat! Daha gün ışımasına 7 saat var! O zaman bu kara, ıslak kar ile dolu gece gidip yerini gri bir sabaha bırakacak. Eve gider miyim? Bilmiyorum; benim için hiç fark etmez. Uyumaya falan ihtiyacım yok.

İlkbaharda da sabaha kadar bu kıyılarda dolaşmayı severdim. Ah, ne gecelerdi onlar! Onlardan daha iyi ne olabilir? Güneyin boğucu gecesi gibi değil; O, muazzam kapkara gökyüzündeki büyük yıldızlarıyla bizi takip ederdi. Burada her şey aydınlık ve güzel. Renkli gökyüzü soğuk ve hoş sanki kilise takvimindeki “gecede doğan şafak” zamanı… Kuzey ve doğu yaldızlı yaldızlı parlıyor; hava taze ve keskin; Neva berrak ve mağrur bir şekilde akıyor, sakince küçük dalgalarla kıyılardaki taşlara vuruyor. Tam bu kıyıda ben duruyorum. Koluma bir kız yaslanıyor. Bu kız…

Ah, merhametli hanımlar ve beyler! Neden size yaralarımı anlatmaya başladım ki ben? Böyle zavallı ve budala işte insan kalbi. Yaralandığı zaman kendini oradan oraya atıyor adeta ve karşısına çıkan her şeyde bir rahatlama çabası arıyor. Tabii, onu bulamıyor. Kalp çorap gibi. Kim yırtık bir çorap giymek ister? Giyen olursa da onu bir an önce çıkarıp atmak ister.

Bu yılın ilkbaharında Maşa ile tanıştığımda kalbimin yamanmasına henüz ihtiyacım yoktu. Galiba Maşa dünyadaki herkesten daha iyi… Onunla tam burada, bu kıyıda tanıştık, tabi o zamanlar hava şu anki kadar soğuk değildi. Bir de o zamanlar şu berbat pis tahta bacak yerine, tıpkı sol bacağım gibi, sağlam bir bacağım vardı. O zamanlar şimdiki gibi oradan oraya dolaşmaya gitmiyordum. Saçma bir söz, ama artık söze bile ihtiyaç yok… Sonra onunla tanıştım. Gayet basit bir şekilde oldu aslında: ben geldim, o da geldi (hiç de çapkın biri değilim yani o zamanlar da olmadım, işte bu yüzden bu tahta bacağın üstündeyim)…Bilmiyorum, sanki bir şey beni itekledi ve konuşmaya başladım. Her şeyden önce, elbette, o küstahlar ve diğerleri gibi olmadığım hakkında tabii; sonra ne denli iyi bir niyetim olduğu hakkında vesaire vesaire. İyi bir kalbim olduğunu gösteren yüzüm ( şimdi burun kökümün üstünde rahatsız edici bir kırışıklık bulunan yüzüm) genç kızı rahatlatmıştı. Ona Galernıy bulvarına ve yaşadığı eve kadar eşlik ettim. Her akşam Letnıy bahçesinin yakınında yaşayan yaşlı babaannesinin yanına gidiyor ve ona kitap okuyordu. Zavallı kadın kördü!

Sonra babaannesi öldü. Bu yıl yaşlı babaanneler dışında da çok ölen oldu. Hatta ben de ölebilirdim, hem de gerçekten, sizi temin ederim. Dayandım. Baylar, kaç acıya dayanabilir insan? Biliyor musunuz? Evet, ben de bilmiyorum.

Çok iyi. Maşa benden kahraman olmamı istedi, bu nedenle benim de kahraman olmam için orduya katılmam icap etti.

Haçlı seferleri zamanları geçti; şövalyeler kayboldu. Ancak eğer sevdiğiniz kişi size: “Bu benim yüzüğüm!” deyip ve onu çok, çok büyük bir yangının içine atsa, yel değirmenin yandığı gibi mesela (ne kadar da önceydi!), “yoksa yüzüğü alevlerin içinden çıkarmak için peşinden mi giderdiniz?” diye sorarım size.

“Ah, ne garip biri, elbette hayır,” diye cevaplıyorsunuz, “elbette hayır! Gidip on kat daha pahalısını alacağım size derdiniz. O da diyor ki, o pahalıysa peki bu attığım değil miydi? Asla inanamıyorum. Bununla birlikte ben sizin bu kanunlarınız taraftarı değilim, okuyucu. Hoşlandığınız bir kadın belki bu yolu izliyordur. Belki de siz yüzlerce şey yapıyorsunuzdur, oldukça hareketli ve hatta “Greger ve Ko” üyesi bile olabilirsiniz. Hatta belki de Bükreş’te eğlence amaçlı “Ateş Böceği”ne yazıyorsunuzdur. Bilmiyorum.

Hatırlayın, çocukluğunuzda, belki de, ateşin içine uçan bir kelebek görmüşsünüzdür. O zaman da eğlenmişsinizdir. “Bir anda kelebek titremeye başladı, sırtüstü düştü, kısalmış, yanmaktan acıyan kanatlarıyla çırpınmaya başladı. Bunu ilginç buldunuz: sonra kelebek sizi bıktırdı ve siz de onu parmağınızla ezdiniz.” Zavallı yaratığının acısı sonra erdi. Ah güzel kalpli okuyucu! Keşke parmağınızla beni de ezip acıma son verebilseniz!

Garip bir kızdı Maşa. Savaş ilan edildiğinde birkaç gün karamsar, suskun bir hale büründü, hiçbir şekilde onu eğlendiremedim.

“Dinleyin,” dedi bir gün, “siz dürüst bir insan mısınız?”

“Öyleyim denebilir,” diye cevapladım.

“Dürüst insanlar söylediklerinin arkasında durur ve onu yaparlar. Siz savaş taraftarıydınız, o zaman savaşmak zorundasınız.

Kaşlarını çattı, kendi küçük elleriyle elimi sıktı.

Maşa’ya baktım, ciddi bir şekilde “Evet!” dedim.

“Döndüğünüz zaman sizin eşiniz olacağım.” dedi iskelede dururken. “Geri dönün!”

Gözyaşları beni adeta boğuyordu, neredeyse bağıra çağıra ağlayacaktım. Ama elbette güçlüydüm, Maşa’ya cevap verme gücünü buldum kendimde:

“Unutmayın, Maşa, dürüst insanlar…”

“Söylediklerinin arkasında durur ve onu yaparlar.” diye bitirdi cümlemi.

Ona son kez sarıldım ve trene bindim.

Maşa’nın yüzünden savaşa gittim ama hem ona hem de vatanıma olan görevimi dürüstçe yerine getirdim. Yağmur ve tozun altında, sıcakta ve soğukta Dinç bir şekilde Romanya’yı geçtim. Türkler ile olan ilk karşılaşmada korkmadım: bu yüzden bana bir haç verip çavuş rütbesine yükselttiler. İkinci karşılaşma olduğunda çok daha şiddetli şeyler meydana geldi; patlamalar, silah sesleri ölenler, yaralananlar ve ben de yaraladım. İnleyişler, duman… Beyaz önlüğüyle doktor, elleri kanlar içinde… Merhametli kardeşlerim… Kesilmiş bacağım, tam dizimin altında koca bir leke ile…Tüm bunlar sanki önümde bir rüya gibiydi. Rahat yataklarıyla ve zarif hemşirelerle sıhhiye treni bizi Petersburg’a getirdi.

Şehirden ayrılırken iki bacaklısın, geri döndüğünde birinin yerinde bir ağaç parçası var. Bu hakkında konuşmaya değer, bana inanın.

Beni askeri hastaneye yatırdılar; o zamanlar Temmuz ayıydı. Adres defterinde Mariya İvanovna G.’nin adresini bulmalarını rica ettim. İyi yürekli nöbetçi asker bu ricamı yerine getirdi. Her şey buydu işte, Galernoy!.. Bir mektup yazdım, sonra ikincisini, üçüncüsünü, ama hiçbir cevap alamadım.

İyi kalpli okuyucum, size işte her şeyi anlattım. Siz, elbette, bana inanmadınız. İnanması güç bir hikaye: bir şövalye ve sinsi bir hain. “Noktası noktasına eski bir roman!” Benim sağ görülü okuyucum, bana inanmayışınız nafile. Benim dışımda da böyle şövalyeler var…

Sonunda bana tahta bir ayak yaptılar, artık Maşa’nın bu suskunluğunun nedenini öğrenebilecektim. Galernoy’a kadar fayton ile gittim sonra topallaya topallaya uzun merdiveni çıktım. 8 ay önce nasıl da bir hızla çıkıverirdim! İşte kapıya geldim. Kapıyı çalarken sanki kalbim durdu: Kapının ardından ayak seslerini işittim; yaşlı hizmetçi Avdotya kapıyı açtı, ben ise onun mutluluk nidalarını dinlemeden koşarak (eğer birbirinden ayrı iki bacak ile koşmak mümkün olsaydı) misafir odasına girdim, işte karşımdaydı Maşa!

Yalnız değildi: uzaktan akrabası olan, benim dönemimde üniversiteyi bitiren ve iyi bir yere gelmeyi hesaplayan bu genç ve yakışıklı delikanlı ile birlikte oturuyordu. İkisi de oldukça sevecenlikle benimle selamlaştılar (büyük ihtimalle tahta bacak yüzünden) fakat ikisi de mahcup bir tavırdaydılar. Biraz sonra her şeyi anladım.

Onların mutluluğuna bir engel olmak istemedim. Sağ görülü okurum kötü kötü gülüyor şimdi: yoksa siz benim tüm bu saçmalıklara inanmamı mı istiyorsunuz? Bir haytanın eline hediye eder gibi kendi sevdiği kadını kim bırakır ki?

Birincisi, o bir hayta değil, ikincisi ise… Belki de size ikincisini söylerdim ama siz anlamazdınız… Anlamıyorsunuz ve inanmıyorsunuz da günümüzde iyilik ve hakikatin olduğuna. Belki de kendi mutsuzluğunuz yerine 3 kişinin mutsuz olmasını yeğlerdiniz. Sağduyulu okur, inanmıyorsunuz bana. İnanmayın; tanrı sizinle olsun!

Üçüncü gün düğün vardı; ben şoför oldum. Gururlu bir şekilde, hayatta benim için en değerli kişinin kendini bir başkasına adadığı törende sorumluluğumu yerine getirdim. Maşa arada bir bana çekingence baktı. Kocası ise mahcup ama dikkatlice davrandı. Düğün oldukça keyifliydi. Şampanya içtik. Alman akrabaları “hoch! (Ura!)” diye bağırıp bena “der russiche Held! (Rus kahramanı!)” diyorlardı. Maşa ve eşi Luteran’dı. (M.Luther düşüncesini destekleyen mezhep)

-“Aha! diye bağırıyor şimdi Sağ görülü okuyucu, işte yakayı ele verdiniz yazar bey! Nereden çıktı bu Luteran mezhebi? Yoksa Aralık ayında Ortodoksları evlendirmedikleri için mi! İşte bu kadar. Tüm bu anlattıklarınız saçma bir uydurma!”

Ne istiyorsanız onu düşünün, sağ görülü okuyucu. Gerçekten de benim için bunun bir önemi yok. Ama eğer siz de benimle birlikte bu aralık gecelerinde Dvortsevo kıyısı boyunca dolaşmış olsanız, benimle birlikte fırtına ve çan seslerini, tahta bacağımın sesini duysanız, eğer ki hissedebilseniz bu kış gecelerinde ruhumun derinliklerinde verdiğim savaşı, inanırdınız… “Ding-dong! Ding-dong!” Çanlar saat 4’ü vuruyor. Eve gitme ve kendimi bir başıma soğuk yatağa bırakma ve uyuma vakti. Görüşmek üzere, okuyucu!

Vsevolod Mihayloviç Garşin, 1878.

 

Eser Rusça aslından kendi çevirimdir. Daha önce çevrilmemiştir.