Kuruyan çiçeklerim, gölgemde dikenlerim var sanırım bu sıralar. Ruhum tıpkı İzmir'in hızla değişmiş havası gibi fırtınalarla savruluyor. Bir çöl misali iç dünyam, ne tutunacak dal var ne de bir yudum su. Sadece kum ve fırtına...

Bir yer buldum, her gece yattığım döşeğe pek yakında. Zeytin ağacının birinin altında durup gelen geçeni izliyorum, çoğunlukla hayvanlar geçiyor buradan. Mesela geçen gün bir kaplumbağayla dost oldum. Kendimle de dost olmaya çabalıyorum burada. Bazen de eski Kıymet'i hatırlamaya çalışıyorum. Yalan söylemeyeceğim, seviyorum kendimi. Çabalıyorum, çok şey için çabalayıp duruyorum.

Bir yol gözüküyor önümde, korkuyorum. Yollar hep korkutucudur zaten. Buraya gelene dek de çok korkmuştum. O zamanlar yaptığım gibi "her şey güzel olacak" türevi yalanlar sıkacak hâlim de kalmadı. Buraya geldiğimde her şey güzel olmadı. Hatta çok kötü şeyler de yaşadım. Bunların yanında yaşadığım güzelliklerin farkında oldukça o kadar da kötü gelmediler. O yola çıkılacak. Kötü şeyler olacak ama güzel şeyler de olacak.

Elbette bu böyle ama olmuyor işte. Sırtımda bir kefe yük... Ne taşımayı becerebiliyorum ne de başkasına yükleyebiliyorum. Bunlar bana ait yükler. Kim yardım edebilir ki yarınıma? Kim yardım edebilir diğer yarıma?

Gidişler bir buruk hep. Kalana daha da zor, bilmez miyim...

Rutine binmiş işlerinin arasında olan bir insan sıyrılıp gittiğinde allak bullak olan düzen nasıl hissettirecek ona kim bilir?

Beraber bindiğimiz vapurlar, tramvaylar ona nasıl yalnız hissettirecek?

Beraber oturduğumuz sahiller, önünden geçtiğimiz çiçekçiler, dans ettiğimiz sokaklarda elleri boş yürümek ağır gelecek zavallı yüreğine.

Ben başka rutinlere alışma telaşındayken o içinde bulunduğu hayatın boşluğuyla boğuşacak. Bu savaşın kazananı yok. Bu toptan bir yenilgi.

Yeminler edilecek tekrar görüşmeye.

Ne kadarı tutulacak kim bilir...