Otobüste alelacele sardığım sigaramı, ayağım yere basar basmaz alelacele tutuşturdum. Bir dakikayı daha sigarasız geçirmeye tahammülüm yoktu. Son günlerde ne çok içiyorum şu sigarayı. Güya sadece biranın yanında içecektim bundan sonra, öyle karar almıştım. Ancak son günlerin istatistiği kendime olan sözlerime asla sadık olmadığımı o kadar iyi yansıtıyor ki… Otobüsün sessizliğinde üstüme iyiden iyiye çöken düşüncelerin, soğuk havaya karışınca dağılan sigara dumanıyla birlikte yok olmasını umar gibi hızlı hızlı içime çektim ve yürümeye başladım.


Yağmurlu günlerde Ankara ne kadar yorucu oluyor. Yağmurun haşmetli sesi, bir yandan tıkanan trafiğin ve oradan oraya kaçışan gergin insanların gürültüsünü bastırmaya yetmiyor. Kaldırımda yürürken su birikintilerinin üzerinden atlıyorum. Kapüşonumun altından kafamı hafifçe kaldırınca metro istasyonuna yaklaştığımı görüyorum. İyi, eve az kalmış. Sanırım köşe bucak kaçmaya çalıştığım boğucu düşünceler aklıma hakim olana kadar varmış olurum. Çünkü bu düşünceler hücum etmeye başlarsa kararımdan vazgeçip gerisin geri eve dönebilirim. Hayır. Geri dönemem.


Kaldırımın kenarındaki çöp kutusunun içinde gördüğüm bir şey dikkatimi çekti. Gecenin karanlığında, ıslanan lenslerimin de etkisiyle çöpün içinde belli belirsiz gördüğüm kırık, şeffaf bir şemsiye. Kim bilir kim attı onu oraya? Atan kişi acaba bu şemsiyeyi çok severek aldığı için kırıldığına üzülerek mi attı onu çöpe? Yoksa bu kadar ucuz bir plastikten yapıldığı için bir gün kırılacağını hep bildiğinden, hiç aldırmadan mı bıraktı onu çöp kutusunun içine? Belki de bu yağmurlu günde onu yağmura karşı savunmasız bıraktığı için söverek, kızarak fırlattı çöp kutusuna. Bir an için kendime şaşırıyorum. Altı üstü kırık bir şemsiye üzerine neden bu kadar düşündüysem? Ancak yine de uzaklaştıramıyorum kendimi şemsiyeyi düşünmekten. Bu şemsiyenin sahibi benim gibi miydi acaba, bu kadar kararsız? Yoksa büyük bir kararlılıkla mı atmıştı o şemsiyeyi oraya? Gerçi benim derdim kırık bir şemsiyeden çok daha büyük, acınası bir dava. Aldığım karar, kırık bir şemsiyeyi çöpe fırlatmaktan çok daha fazlası. Ve bu hikayenin kötü kişisi benim. Kendi şemsiyemi ben kıracağım birazdan, yaklaşık on beş dakika kadar sonra. Kırık şemsiye hikayesini nasıl dönüp dolaşıp kendi hikayeme getirdiğime anlamadan kendime kızıyorum. Hadi, düşünme bunları. Başka şeylere odaklan. Sigaram ıslandığından söndü sönecek. Makyajım da akmıştır şimdi. Yağmurlu günleri hiç sevmiyorum.


Karşıdan karşıya geçerken kavşağın ortasındaki trafik polisini fark ediyorum. Sarı yağmurluğunun içinde ezilip büzülmüş, yağmurdan iyice karışmış trafiği düzenlemeye çalışmaktan belli ki yorulmuş, parmakları kesik siyah bir eldivenle korumaya çalıştığı elleri muhtemelen soğuktan çatlamış. O da şimdi bana bakıyor. Her gün kaç tane yaya gördüğünü hesap etmeye çalışıyorum. Yüz? Üç yüz? Altı yüz? Acaba bu yayalardan kaçı, benim gibi bir yüz ifadesiyle saniyenin yüzde birlik bir süresi içinde onu süzmüştür baştan ayağa? Hayır, polis bey, işinize saygı duyuyorum, ondan değil size böyle bakmam. Bu iğrentiyle birlikte soru işaretleriyle dolu ve biraz korkmuş yüz ifadem size değil; kendime, kendi içimde tahlil edemediğim problemlerime ve birazdan yüzleşeceğim şeye. Neyle yüzleşeceğimi bilmiyorum çünkü birazdan sevgilime onu aldattığımı itiraf edeceğim. Siz daha önce böyle bir şey yaptınız mı memur bey? Normal mi bu gerginliğim?

Sürekli baskı altında tuttuğum düşüncelerim birdenbire çıkıverdi işte yüzeye. Neyse ne, düşüneceğim işte! Evet, aldattım onu. Hem de defalarca. Hem de onu iliğiyle kemiğiyle seviyor olmama, aldatmaktan da yine aynı iliğimle kemiğimle nefret ediyor olmama rağmen. Şu anda onun evine doğru kararsız ve ağır adımlarla yürüyorum. Kapıdan girer girmez söyleyeceğim. “Seni aldattım,” diyeceğim, “hem de defalarca”.


Yüzünün alacağı ifadeyi merak ediyorum. O sabahları uyandığımda ilk gördüğüm, her parçasını ezbere bildiğim, o biraz kaba ancak her zaman sevecen, kaç defa gülerken, kaç defa ağlarken, kaç defa sinirliyken gördüğüm yüz ne hal alacak kim bilir? O sinirle dolduğunda beni içim içime sığmaz hale getiren, görüntümle buluştuğunda birden parlamaya başlayan, sanki kendine ait itaat ettirme yeteneğine sahip güzel gözleri nasıl bir hayal kırıklığıyla dolacak? Benim sevgilim, ilk şoku atlattıktan sonra “Kiminle aldattın beni?” ya da “Neden?” diye sormayacak sıradan sevgililer gibi. O kadar eminim ki, aynen şöyle soracak: “Ne zaman oldu?”

Seni ilk aldattığımda, sevgilim, şehir dışındaydın. Hani Bursa’ya gitmiştin ya iş gezisi için. Hani ben de Türkiye’ye dönmüş olmamın ve sevmediğim işimin yarattığı mutsuzluğu bahane ederek dışarı çıkmıştım. “Tamam sevgilim, eğlenmene bak” demiştin hani. O geceden bahsediyorum işte. O geceye dair bilmediğin şeyler var. Arkadaşlarımın yanından ayrıldıktan sonra eve gitmedim. Tek başıma eğlenmeye devam etmek istemiştim. Belki birkaç bira daha içmek, belki yeni arkadaşlar edinmek, belki farklı insanların hikayelerini dinlemek. Amacım seni aldatmak mıydı? Hayır. Amacım seni üzmek miydi? Asla. Dans ederken tanıştık onunla. Ne ismi, ne cismi, ne kişiliği, ne de yataktaki hali. Hiçbir şeyiyle senin yerini tutamazdı. Sarhoştuk işte. Aynı filmlerdeki gibi oldu. Sabah, akşamdan kalma bir şekilde kalktık ve birbirimize hayretle bakıp gecenin izlerini silmek istercesine çabucak toparlandık. Gerçeği biraz daha kabullendikten sonra o sevgilisini aradı, ben de seni aradım. Çok eğlendiğimi, çok güzel zaman geçirdiğimi söyledim sana. Bir kahve içeyim, kendime geleyim, işe gideceğim. “Sarhoş mu oldun sen?” dedin gülerek, “Çok mu eğlendi benim sevgilim?”

Saflığına hayret etmiştim. Belki de bu saflığın, sarsılmaz güvenin, sıcacık sevgin kendimden nefretimin başlıca sebebi olmuştu. Kendimden nefret etmedim mi sanıyorsun? Söylemeyi düşünmedim mi sanıyorsun? Sana söylediğimde olacakları, söylemediğimde olmayacakları tartıp kafamda binbir senaryo üretmediğimi mi düşünüyorsun? Bu ilk sadakatsizliğimden sonra içim içimi kemirdi, kendime tahammülüm kalmadı. Ne eve sığdım ne ofisime ne de koca Ankara’ya. Sanki sokakta yürürken köşebaşında yankılanıyordu sesin: “Neden yaptın bunu bana?” Yüreğim sıkışıyordu her telefon çaldığında, anlayacaksın diye. Evimin her köşesinde bir izin vardı. İşte orada tişörtün, buzdolabında birkaç gün önce birlikte kahvaltı yapmak için aldığımız peynir, şurada evim soğuk diye getirdiğin battaniye, masanın üstünde yılbaşında hediye ettiğin kupa, pencerede boyum yetişmediği için senin sandalyeye çıkıp taktığın tül… Kaç kaçabilirsen! Bu yüzden sen Bursa’dan dönmeden işten izin alıp memleketime gitmiştim “biraz dinlenmeye ihtiyacım var” diyerek. Hatırladın mı? “Ailenle vakit geçirmenin tadını çıkar hayatım” demiştin. Her zaman öyle anlayışlıydın ki.


Annem hiç anlamadı. “Canım kızım gelmiş” diye en sevdiğim yemekleri yapmakla meşguldü. Mercimek köftesi, patates salatası, peynirli börek ve diğerlerinin seni unutturamayacağını düşünmüştüm. Utançtan annemin yüzüne bakamayacağımı sanıyordum. Seni unuttum, böreği yedim, annemin yüzüne de baktım. Hem de öyle güzel baktım ki, utanç dolu bir evlat değilmişim gibi. Bir akşam balkondan hıçkırıklarımı duyup geldi. Ben gözyaşlarımı silip elimden sigarayı atmaya çabalarken o şaşkınlığını gizlemeye hiç çabalamadı. Seni sordu bana. Bir problem mi vardı aramızda? Bana kötü mü davranmıştın? Beni incitmiş miydin? İnsan sevdiğine kıyamıyor hiç. Onun kötü bir şey yaptığına ihtimal veremiyor, hep başkalarının ona kötü bir şey yapmış olabileceğine inanmak istiyor. Artık gücüm kalmamıştı, ben de anneme sarıldım. Hiçbir şey anlatmadım. Sadece ağladım. Bir annenin çocuğunu reddedebileceğine ihtimal veremiyorum. Nitekim annem de reddetmedi. Daha fazla soru sormadan beni göğsüne sıkıca bastırıp saçlarımdan öptü. Hıçkırıklarımın arasında şunu düşünmeden edemedim. Yaptıklarımı öğrensen sen de böyle göğsüne bastırır mıydın beni?