Tanesi üç lira mı, beş lira mı hatırlamıyorum, ilkokul çağlarındayken ben; civciv satarlardı mahalle meydanında. Şimdi anlıyorum ki yumurta yapamayacağı için değersiz görülen erkek civcivlerdi bu satılanlar. Elli yaşlarında, kel kafalı, uzun boylu ve kirli sakallı biriydi civcivleri satan. Atmışlı yıllardan kalma kapalı kasa bir pikap içinde getirirdi civcivleri. Büyük karton kutular içindeki bu minicik canlar, bir ağızdan öterek seslerini yeni sahiplerine duyurmaya çalışırlardı. 


Kafası üç numara tıraşlı, siyah önlüğünün yakası bir yana kaymış benim gibi çocuklar; ne vakit bu civcivci dayıyı görse okul çıkışında soluğu hemen onun yanında alırdı... Günlük harçlığımın kaç para olduğunu hatırlamıyorum ama o parayla bir simit ve bir ayran alabildiğime göre bugün için on lira kadar olmalı. İşte o parayı, civcivci geldiği gün harcamaz ve bu parayla iki ya da üç civciv alırdık abimle. Sonraki günlerde aldıklarımızla birlikte, on ya da on beş kadar civcivimiz olurdu.


Neden bilmiyorum ama şöyle bir şey vardı ki dayı, kasım ya da aralık ayında gelirdi. Zira civcivlerimizi şöyle rahatça bahçemizde ya da parkta salarak büyüttüğümüzü hiç hatırlamıyorum. Civcivler eve geldiğinde hava hep soğuk olurdu ve minik canlar karton kutuda, sobanın yanında yaşarlardı... Onlar eve geldiğinde de bir neşedir alırdı bizi. Küçük kese kağıtları içinde getirip de evlerine yani kutularına yerleştirdiğimiz civcivler, yeni geldikleri yeri hiç de garipsemeden cikcikleyerek yemlerini yemeye başlarlardı.


Gece olduğunda, sobanın tavana vuran ışığı ve civcivlerimizin artık iyice sakinlemiş seslerini dinleyerek uykuya dalardık. Bu saatlerde civcivler bir içgüdüyle kutunun bir köşesinde birikir, birbirine sokulur, arada bir titremeye benzer bir güzel ses çıkararak uykuya dalarlardı. "Cücükler acaba nasıl uyuyor" diye merak içinde olurduk abimle. Kutularının üst yüzü kapandığı için uyku hâline geçmiş cücükler, bizden biri onları kontrol için kapağı açınca bir anda canlanır; içlerinden en tez canlısı boynunu kaldırıp dışarı çıkmaya çabalardı.


Sabahları uyanmadan önce iki sesi, anamın sobayı doldurup yakmasını ve bir de civcivleri muhakkak duyardık. Çünkü anamız da civcivler de bizden önce uyanırdı. Yataktan çıkar çıkmaz ilk iş, cücüklerin kutusunu açardık. Gün aydınlanınca zaten uyanmış olan cücükler, biz kapaklarını açınca bir ağızdan, heyecanla ötmeye başlarlardı. Her biri suya, ıslak ekmeğe ve oyuna acıkmış olurdu. Her ne kadar anamız "ortalığı batırıyorlar" diye kızsa da biz, birkaçını alıp halının yanına bırakır, onların heyecanla, bir şeyleri aranır gibi ortalıkta gezinmesini izlerdik. Muşamba üzerinde çıp çıp eden minik ayaklar bizlere bu evde bizden gayrı canların da olduğunu anımsatır, garip bir mutluluğun içine salardı.


Okulda sabahçı olduğundan abim, haftaiçi sabahları evde olmazdı. O günlerde benim bir alışkanlığım vardı. Cücükleri koklamak. Sabah olduğunda anam, sobayı yakarken cücüklerin altına serdiği gazeteyi değiştirirdi. Sonra ben uyanırdım ve hemen kutunun yanına gidip kapağını açar; içerdeki ılık, yumuşak kokuyu koklardım. Birbirine sokulmuş cücükler anlamazca, galiba biraz da ürkerek, başlarını dikip bana bakarlardı. Bir müddet kutuyu soluduktan sonra dayanamaz, onlardan birini alır, yumuşacık tüylerini burnuma dayar ve yine koklardım. Hani bebek kokusu diye bir şey vardır. İşte onun gibi tarifsiz, yumuşacık, bilinmez bir dağ çiçeği gibi kokardı cücükler. 


Galiba birine "Kınalı" adını vermiştim, kanatlarının ucu kahverengine çalıyor diye. İşte kimi zaman da onu elime alır, tüylerini koklar, gözlerini öper, sırt üstü uzanıp atletimin içine sokar, minicik ayakları ve keskin tırnakları ile göğsümde gezinen cücüğümün sesini dinleyerek gündüz düşlerine dalardım. Çocuğun çocukla, canın canla teması, işte böyle bir şeydi...




26 Kasım 2022

Gültepe