Cioran’ın yaşamla olan savaşını en derinden hissetmenizi sağlayan bu kitapta hayatın her alanına karşı çok derin eleştiriler yer alıyor. Kitap ilk sayfasından itibaren insanı dayak yemiş gibi hissettiriyor bu nedenle zamanlaması önemli olan kitaplardan biri, çünkü her sayfasında, çok yoğun bir şekilde her gün nefes almaya olan nefret ve ölümün güzellemesi aktarılıyor. Daha önce herhangi bir kitabını okumadığım yazarın seksen dört yıl yaşadığını öğrendiğimde şaşırmamın sebebi de kitabın her bölümünde yaşamın ne kadar anlamsız olduğunu vurgulamasıydı. Bu nedenle kitap kesinlikle yaşamın karanlık anlarına denk gelindiğinde okunmamalı. Hatta yazar hayatımıza bir anlam yüklediğimizde, onun cazibesini yitireceğini belirtiyor. Yazar sadece hayatın anlamsızlığını değil, bilgi edinmenin ve eğitim almanın aslında insanı tabiatını bozduğunu ve onu işe yaramaz hale getirdiğini, bilginin taşınmasının bilginin düşmanı olduğunu söylüyor. Kitabın başında “Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak kurtulma imkânımız olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir ortadan kalkardı.” diye ifade ederken, kitabın sonunda öfkesi daha da büyüyor ve kelimelere insanların durmadan kullandıkları, hatta kusulup tekrar yenilen şeyler benzetmesi yapıyor.
“Hayalci fatih insanların başına gelebilecek en büyük uğursuzluktur; acayip tasarılardan, zararlı ideallerden, tehlikeli hırslardan büyülendikleri için onu alelacele ilahlaştırırlar.” ifadesini günümüzde, dünyanın dört bir yanında, hayalci fatihlerin ve etrafındakilerin neler yaptıklarına bakarak görebiliyoruz. Aynı zamanda yazar dürüstlüğe gösterilmeyen ilgi konusunda da öfke duyuyor ve “Dürüstlüğün ne yaşam öyküsü yazarı ne de cazibesi vardır, bunun içindir ki İlyada’dan Vodvil'e kadar sadece ayıp eğlendirmiş ve merak uyandırmıştır.”
Yazar orta sınıfa çok büyük bir eleştiri yaparak, insanlığın sadece birkaç zenginle, birkaç dilenciyle ve bütün yoksullarıyla ilerlediğini belirtiyor. Biz, orta sınıfın özgür olmayı denersek açlıktan öleceğimizi ve gardiyansız bir hapishanede telef olduğumuzu söylüyor. Çünkü toplumun sadece hizmetkar ve despotik olduğumuz ölçüde bize müsamaha gösterdiğini söylüyor ve açlıktan ölmemekte sebat gösterenlere nasıl yardım edilebilir diye soruyor.
Kitabı bitirdikten sonra biraz ara vermem gerekti çünkü zor okunan ve her sayfada insanı hırpalayan bir kitap. Yazarın dediği gibi “Her şey eskir, mutsuzluk bile." Ben de kitaba karşı olan hislerimin biraz eskimesini bekledim. Tanrıdan, beni, kendisinin bile masumiyetini kaybetmeden bakamayacağı kalplere sahip insanlardan korumasını umut ettim.
“Şüpheyi yer kürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim, onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümdarlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak. Mimar olsam, yıkıma bir tapınak inşa ederdim. Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum. Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim.”