En sevdiği yakınını kaybetmiş olarak atandığı şehre geri döndü. Tekrar o dağları gördü içine işleyen gittikçe içinde sivrileşen o dağları. Evin yolunu biliyordu, bütün bu şehrin sokakları ona artık yabancı değildi. Eve varmak için en uzun yolu seçti, kendisiyle baş başa kalmanın rahatlığını uzatmaya çalıştı. Mümkün değildi, içinde geçmişin kendisi, anın kendisi ve geleceğin kendisi vardı. 3 farklı Ömer ile yürümeye devam etti. Müdür yardımcısının ona söylediği şu söz aklından çıkmamıştı '' Hocam, 1 hafta içinde dönmüş ol''. Bir insan öldükten onun acısını yaşamak için 1 hafta yetiyordu. Günümüzde acıların kapıları sürelerle kilitleniyordu, araya giren işlerin, ilişkilerin bu sürelerin acıya yapığı bir pansumandı. Ömer eve gelmişti. Kapıyı açtı ve dağınık olan evine girmişti. Her yer toz içinde kalmış, sayısız böcek ve sinek ölüsü evin dekorunu oluşturuyordu. Hiçbir şeye önem vermeden daktilosunun bulunduğu odaya girdi, daktilosunun kirli olduğunu görünce derin bir nefes aldı. Ona kimse dokunmamıştı. Ömer öğretmenlik yapmasının yanı sıra kitap yazma işine girmişti. Yüzlerce deneme metni yazdıktan sonra bu karara varmıştı. Sinekleri ve böcekleri faraş ile toplayıp çöpe döktü ve aç olduğu hatırlatan o midesinin müziğini dinledi. Akşam olmuştu yemeğini yemiş, gelen taziye mesajlarını cevaplamaya devam ediyordu. Ona bu acıyı hatırlatan insanlardan nefret ediyordu, bir insanın sadece düşünceli gözükmek için attığı mesajlar ona kaybettiği yakınını hatırlatıyor, gelen her bildirimde içindeki sivri dağlar kalbine santim santim yaklaşıyordu. Telefonun bildirimlerini kapatıp. Daktilosunun başına oturdu ve yazmaya başladı.


""Otobüsten indi, etrafına bakınca uzun bir sıkıntı girdi içine. İlk defa gördüğü bu şehirde, ilk defa gördüğü bu yüzlerin ve fikirlerin arasında kendisini yeni doğmuş bir bebek gibi hissetti. Herkese yabancıydı başlangıçta, günler geçti, aylar geçti. Alıştı, yeniydi, eskidi. Eskiyen kendisi hakkında, otobüsten indiğinde gördüğü o dağlara bakıp uzun uzun düşündü. Alışmışlığın korkutucu rüyasını gözleri açıkken görüyordu, uyumak istiyor, rüyaların bilinmezliğinde yaşamak istiyordu fakat bu mümkün değildi. Alışmışlık ona göre bir cenaze töreni gibi geliyordu, alıştığı şeyleri hemen gömer, biraz gözyaşı döker, arkasında bırakıp giderdi. Yeni şeyler gömmek için arayışa çıkar, yeni zevklerine tabut arardı". Bu satırları yazdıktan sonra saatine bakan Ömer, saatin geçtiğini gördü ve yazmayı bıraktı. Yorgundu, bu roman onun iliklerini sömürmeye başlamıştı. Yazdıkça içindeki zehrin gitmesiyle rahatlasa da onu kendisi yapanın bu zehir olduğunu bilmiyordu. Oturduğu sandalyeden kalktı ve lavaboya doğru ağır ve sarhoş adımlar attı. Tekrardan bir günü bitirmenin zafer sarhoşluğunu andırıyordu adımları. Dişlerini fırçaladı ve yatağına uzandı. Onu rahatsız eden yastıklardan ilk önce kurtuldu, rahat edene kadar yatakta kıvrandı ve daha önceden kurtulduğu bir yastığı alıp, kolunu onun altına soktu. Tavan ile göz göze gelmemek için sürekli kafasını bir sağa bir sola çevirdi fakat en sonunda tavanın yüz çekim gücüne karşı koyamadı. Artık tavan ile başbaşaydı. Tavanın soluk griliği her gece yüzüne dökülüyor, sabah güneş ışığının yaptığı makyaj sayesinde bu griliğin üstü kapanıyordu. Uyumaya çalışırken uyuyamadı, uykuyu düşünmediği an gelene kadar gözleri kan içinde beklemek zorundaydı ve uyudu. Daktilodan gelen sesler üzerine bir anda yatağından sıçramaya çalıştı, yatak buz tutmuştu. Eti o yatağa yapışmıştı, biraz zorlandı ve kalktı. Dönüp baktığında, gözleri kan içinde gördüğü kendisini, gördü. Ömer korkudan ne yapacağını bilmeksizin mutfağa koşup eline gelen ilk bıçakla gördüğü kendisine koştu ve oracıkta öldürdü gördüğü şeyi. Yıllardır fizyolojik ihtiyaçlarını karşılarken ona destek çıkan bu bıçak artık onun korkusunu beslediği, katil olmasına yardımcı olan bir arkadaştı. Tir tir titremeye başlayan Ömer, sakinleşmek için yatağının köşesine oturdu. Korkunun kanları her yerine bulaşmıştı, yatağın beyaz çarşafları artık korkunun eseriydi. Daktilosu kan içinde kalmış, cesedin kafası daktilosunun harfleri üzerindeydi. Kendisini öldürdüğüne inanamadığı için cesedin ceplerini boşalttı ve kimliği buldu. Kimlikte yazan bilgiler kendi bilgileriydi, Ömer delirdiğini zannedip bunların gördüğü kötü bir rüya olduğunu düşünerek, yatağına geçti ve korkunun eseri kanlı çarşafların üzerinde kendisini bu gecenin karanlığına bıraktı. Gün ağarmasını belli eden çocuk sesleri ile uyandı. Dün gece yaşadığı şeylerin bir rüya olduğu düşüncesiyle kalktı, yatak kan içindeydi. Daktilonun başındaki cesedin etrafında sinekler sabah kahvaltısını etmeye başlamıştı. Ne yapacağını bilmeyen bir ruhun yapacağı ilk şeyi yaptı. Cesedi evde uygun bir yere sakladı, üstünü örttü ve etrafı temizlemeye başladı. Daktilosunun üzerindeki kanı sildi, kanlı sandalyesine oturup yazmaya devam etti. " Bulduğu tabutların boyutları önemliydi. Bazıları büyük alışkanlıklar için küçük geliyordu, bu onu çileden çıkartıyordu. Her alışkanlığın gömülmesi aynı süreyi kapsamıyor, her tören farklı düzenleniyordu. En son aile alışkanlığını gömmek zorunda kalmıştı. Bu uzun bir süre sürmüştü, bazen yıllar süren bir alışkanlık, toprağı kolay kolay kabul etmiyor onu kendisine düşman belliyordu. Tabut sallanır, içinden çığlıklar gelirdi. Yeni zevklerin peşinde koşarken bu çığlıklar azalır ama zihninden bir türlü gitmezdi. Sesleri en çok bastırabildiği yer çalıştığı okuldu. Günün belirli saatlerinde çocuklarla çocuk olur, onları dinler, onlara güler, onların zevkleri ve hayalleri için sürekli tavsiye verirdi". Ömer dün yaşadıkları yüzünden yorgun düşmüş bu romanın devamını getirmek için başka bir zamanı kapısını beklemişti. Kalktı, cesedin olduğu odaya girdi, cesedin yüzüne baktı. Kendisini görmenin şaşkınlığı kalmamıştı üzerinde. Cesedin onu duymasının mümkün olmadığı bir sesle konuştu "Neden daha önce gelmedin?". 

Ceset ile sohbetini bitirdikten sonra ev alışverişi yapmak için sokağa inen Ömer üstünü değiştirmeden adımını dışarıya attığını fark etti. Kafasında bu kadar allak bullak düşünce varken böyle davranmasını normal karşıladı. Üstünü değiştirdikten sonra tekrar evin kapısının önünde bir anda durdu. Cesedin kokusunun diğer dairelere ulaşma ihtimalini sezdi. Bunca yıldır evinde yalnız yaşayan Ömer için bu cesedin bulunması, onun elinden alınması onun için çok korkutucu bir şeydi. Evde yalnız olmadığı için seviniyordu. Dairesinin kapısını hızlıca kapatıp, marketten gerekli eşyalarını alıp hemen daireye geri döndü. Bir babanın işten döndüğünde, oğlunun onu görme heyecanı ile dolup taştığı günün sonundaki sevinçle, cesedinin karşına geçip ona sarıldı. Kan kurumuştu, yapış yapış olmuş, Ömer'in üzerinde berbat bir koku bırakmıştı. Duşa girip bu kokuyu bedeninden uzaklaştırmaya çalıştı, başaramadı. Zihninin kokusu vardı üstünde. İğrençliğin, katil olmanın kokusu. Daktilosu göstermişti ona kimi öldürmesi gerektiğini, daktilosu göstermişti kimin katil olması gerektiğini. Ömer çok para kazanmazdı, bu roman yazma işine de yeni gömülecek bir zevk gözüyle bakardı. Artık daktilosundan nefret eder hale gelmişti, onu cesedin bulunduğu odaya, cesedin önüne koydu. Yazmaya korkar hale gelmişti. Daktiloya vurduğu hem parmak izinde bir katilin parmak izi vardı. Kendisini somut bir şekilde öldürüp, yaşamaya devam eden bir adamın parmak izleri... Geceyi cesedin yanında geçirip, bir bekleyiş içine girdi. Cesedin konuşması ve onun yalnızlığı anlatan bu evi, bir ses kılıcı ile ikiye bölmesini bekledi. Ceset suskundu. Ömer bu bekleyiş içerisinde uykuya daldı. Sabah ezanı ile uyandı ve duş almak için hazırlıklarını yaptı. Okula gidecekti, bu koku ile olmazdı.


Ömer okula gittiği Perşembe günü, çok sakin ve huzurlu geçmişti. Daktilosuna döktüğü zehrini kalmadığını fark etmişti. Ruhunu kemiren o kelimelerin artık içinde bulunmadığını görmüştü. Dairesinin kapısını açarken, hayatında hiçbir sesin kalbini bu denli deldiğini, bu denli ruhunun vücudundan kaçmasını sağlayacak bir şey duymamıştı. 


Daktilo sesi.