Yönetmen koltuğunda Alex Proyas’ın oturduğu 1998 yapımı, adı gibi karanlık bir bilim kurgu filmi olan Dark City, başkarakter John’un (Rufus Sewell) yaşadığı benlik arayışı ve izleyiciye sorgulattığı sorular bağlamında felsefik bir yönü de olan bir filmdir. İnsanları eşsiz ve özgün kılan şeyin ne olduğunu öğrenmek isteyen “The Strangers” adlı varlıklar, insanların hafızalarını değiştirerek onlara yeni kimlikler, hayatlar atarlar ve böylece insanların anılarının toplamından öte bir varlık mı olduklarını sorgularlar. Bu deney içerisinde kendisine katil kimliği atanmış olan John, bir banyoda hafızası kayıp bir halde uyanır. Katil olduğunu öğrendiğinde işlediği cinayetleri kabul etmez ve bu durumu sorgulamaya başlar. The Strangers için çalışan Dr. Daniel Schreber’dan (Kiefer Sutherland) aldığı bilgiler ışığında Dedektif Burmstead (William Hurt) ile birlikte bu kimlik karmaşasının yarattığı bilmeceyi çözmeye ve gerçeği öğrenmeye çalışırlar. En sonunda John kendi gerçeğini oluşturur. Ona dayatılan kimliği kabul etmeyen ve başkaldırarak özünü arayan John, gücü eline aldığında kalbinde hissettiği, ona adeta haz veren yeni bir kimlik oluşturur. Bu, The Strangersların deneylerinde yanlış yere baktıklarının güzel bir göstergesidir. İnsanı insan yapan, onu eşsiz kılan şey; insana sistemin dayattığı kimlik ve bu bağlamda edindiği tecrübeler, deneyimler değil; insanın kalbinin sevdiği şeyler, onu özgün ve insan kılan şeylerdir. Kısaca; aklından çok kalbidir. 


John'un makinelere, akıllara hükmedebilecek güçte iken kendine kalbinin inandığı bir gerçek oluşturması ile film; bir modernizm eleştirisi olan güzel bir post-modernist yapıttır.