ÖN SÖZ

Tipikliği yenebilen insanlarla dolu bir düş evreninden sesimi duyurmaya çalışıyorum. Tam yalnız kalabildim derken özümdeki dünyayı terk eden onca sefilliği kederin kıyısına attığımda düşlerimdeki birkaç dizeden ibaret hayatımı seyrediyorum. Sevgili hatıraların onca nedensellik içinde anılarıma yapışıp kalması niçin? Bu kitapta tam da istenilenin istenmeyen olana dek geçtiği tünellerin havasını nasıl içine çektiği anlatılıyor. Şayet duyduğumu gördüğümü ve anladığımı söylüyorsam gerçekten yanılıyorum demektir. Anlayışsız empatiklerin robotları arasından geçen, çılgın fikirleri Nusret gibi derleyen zihin oyunlarıyla muhatapsanız eğer düşlerinizi bir kenara bırakın ve sadece sessiz olun. Size ne kadar çok konuştuğunuzu söyleyenlerin hiç bilmediği köz dünyanızı diri tutacak fidanlar yetiştirin. Kendinize sakladığınız her dahiliğin bir cehennemlik teşkil ettiğini de unutmayın. Zaten kulağınızda öz diliniz dışında şarkıların sizi kendinize getirmesini anlayamadığınızda düşündüğünüz ilk şey, izlediğiniz filmlerin size aşıladığı sorun çözme becerisinin sadece o filmlerdeki adamlara özenerek yerleştiği olsun. Siz kendiniz olmayı beceremediğinizde kendiniz siz olmayı başarabiliyorken bu vazgeçmek değildir. Tam aksine, sizi dünyadan bir süreliğine tabutla ayıran o eşsiz yaşama sevincinizdir. "Bir liste vardı elimde. Uzun uzadıya gün geçirmiş, kendini evin koltuğuna atıvermiş insanları kolundan tutup çekiştiren sevgiyle… Hani şu aklın kenarında biriciklik ütopyası var ya, yarısı bencillikten nemalanmış hikayeleri olan adamın nefrete tabi oluşu. Hay hay! Yakınlaşalım. Kulağına fısıldıyorum zamanın. Tam ortasındayım o baharın. Aman neyse! Hiç zamanım yok şiirselliğe. Elinde bir kılıçla yürürken medeniyetin artığı son buluşu, hayatın tam ortasından vurmuş kendisini. Kafasından kan akıyor. Şakaklarındaki beyazlığı bile seçemiyorum çünkü dökülmüş saçları. Mezarlığın en güzel meyve ağacındaki yerine gitmek üzere hazırlanmış uyuyor gafil. Tabii kendisi cehaletten zan altında kalınca çıkması pek güç oluyor. Adını bile unutuyordum, hay aksi! Mahir Bey! Doğru. Yoldan geçerken bisiklet çarpıp da yoğun bakımda canını veren adamın uğultusu, daha akrabalarının kulağında bitmemişken şimdi kendisi için hazırlanmış gökyüzünden daha parlak çay tepsilerini görememenin acısıyla gitti. Bir saniye! Çok güzel, toprak kokusu! Elimdeki atlası parçalamıştı ozanlar. Tüfek sesleri barutla cilveleşirken kuyruk oluşturmuş arabalar. Ne o? Mahir’in son gününde son uğurlama töreni. Elbette öyle olacaktı. Bindiği arabalar lüks olunca. Onu toprakta terk ederken acıyı unutmayı hızlandırmak için gaza basan adamların kullandıkları da lüks olacaktı. Neyi bekliyorum hem burada ben? Çıkıp gideyim de elimde birkaç yanık izi kalsın diye debelenip durayım. Sanki mezara beni koyuyorlar. Azabı ben çekiyorum da ellerimde sıcak çayın anısı bir yapıştırıcı. İnançlarıyla elvedaları karıştıran bir topluluğun içinde gözüme ilişen kıyafeti güzel bir kadın var. Gelecekten gelmiş gibi. O kadar güzel ve uzun siyah saçları var ki! Gerçek olmasaydı, hikayelerden fırlayan bir klişe diye adlandırmama az kalmıştı. Yanına çağırdı beni kendileri. Tomrisvari, yakışık ve yeni alınmış kaşları gökyüzüne yükselirken sordu: "Mahir’in neyi oluyorsun?’’ Hiçbir şeyi demeye kalmadan yakama yapışıp o gitti de sen niye buradasın dercesine ağlamaya başladı. Sanki onu ben gönderdim de ardından el salladım. Vakti geldi de gitti. Kadınların, yıllardır en çok acı çeken grup olmasından mütevellit kısılan sesleri arasında o ahşap desenli duvar kemerleri taş yapı olan odayı terk ettiğimde gözümü alan sandalyenin üzerindeki bastonu almaya yeltenirken Mahir’in oğlu bastonu öpüyordu. Odalar arasındaki astral seyahatin bir cenaze evi havasında olduğunu fark edene kadar bayağı zaman geçmişti. Elimdekileri yere bırakıp çıktım evden. Kulağımda yankılanıyor o harama bulaşmış ve adam kayıran padişah imamın sesi. Sigaranın uzun süre içilmeyeninin tüttüğü ilk an ancak bu kadar sevgi gibi insanı öldüreni tercih etmeyi mümkün kılabilirdi. Havada öylesine karbon kokmak için tüten dumanlar bir yerden bana on yıl öncesini anımsatıyor. Ayakkabımın bağını çözmeye çalışıyordum hatta. İftar sofrasına koşuşun başladığı gökyüzünün loş halinden eser kalmayınca yanılgılar ve tövbeler başlar ya, ha, işte öyle bir vakitte ilk lokmayı yutuyorum. Kaşığı bile nasıl tutmam gerektiğini unutmuş vaziyette medeniyetten kalan izleri silerek tabağımı süpürdüm. Dışarıdayım çok şükür. Elinde kolonyayla gezen bir adamın koluna girdim ve gül kokan lokumlardan en tazesini ayıklamaya çalışırken çocukları okula göndermeye çalışan elleri una bulanmış sevgili eşimin ellerine benzedi elim. Ona gösteremediğim sevgiyi tam bir Ortadoğulu gibi kendi elime gösterdim. Kokusunu özlemeye başladığımın yaprakların kurumuş hali, bir eser gibi elimde kınaya dönüşür. Çocuk olmamızı ister miydi Mahir, diye sormadan edemedim kendi kendime. En acısı da masada Fransızca bir şarkı dinlerken geleceğimin hiç uyanmayacağı korkusuyla yaşamaya alışmaktan başka çaremin olmayışıydı. Mahir de sanırım tam bu duygular arasında gidip gelirken son gelen sesi, barut kokusuyla duydu. Yakınlarımızdan birinin hastane kantininde verdiği tavsiyelerin hiç de erkek çocuklara göre olmadığını anladığımda elektrik süpürgesinin dolduğunun işaretini veren ses geliyordu. Artık çok erkendi bence. Delirmenin tam zamanıydı! Çamaşır askılığı ve iş yapanların sadece kadınlar olduğu anlayışa karşı başlattığım isyan ateşi birbiriyle savaş halinde… Kazanan ataerkilizmin mağlubiyeti oldu. Köşede hep bulunmayı bekleyen çorap gibi zihnimin teki yine yoktu. Beni daha sakin biri yapan o akıllar… Kalıtsal bir yaşama tutunma arzusu, evlerin önünden gece vakti demir parçalarını satmak üzere çalmayı gerektirir. Geceleri ekmeklerin düşlerini kurmak istemeyen çocukların ellerine tutuşturulan nizam dışı hareketlerin her biri yaşamın birer gerekliliği. Sokağa çıkarken düşündüğüm tek şey çakmağımın hangi cebimde olduğuydu. Sigaramı yakarken duman kokuyorum diye beni arka sıralara kadar yollayıp üzerime sinen kokuya maruz kalmamak için egosunu yaşına endeksleyen bir öğretmenin azarını işiten öğretmen edasıyla özgürce sigaramı yakıyorum. Gömlekleri pürüzsüz bir ütüye sahip adamların, başka kadınlara bakışlarındaki sadakatsizliği ölçmek ve gözlemlemek bana has olamazdı. Eşlerinin ütüledikleri elbiseleriyle başka kadınların beğenisine kendisini ve bakışlarını sunmaya çalışan adamlarla dolu sokaklar… Hal bu ki aşklarını aradığı zaman neslini devam ettirmek için arayışta olan biri gibi değil de daha çok aşkının gücünü ıspat etmeye çalışan beyler değiller miydi? Öylesine karışık dünyada yaşıyorum ki Mahir Bey! Gitmeseydiniz görmekten utanç duyacağınız o kadar çok şey olacaktı ki ölseydim keşke diyecektiniz. Galiba Tanrı dualarınızı siz iletmeden kabul etti ve gözlerinizin en güzel zamanları bu kadar kire dayanmamak üzere yaratıldığının farkındalığıyla beraber topraklarla doluyor. Evinize vardım Mahir Bey. Koltukların üstünü beyaz örtüyle kapatmamışlar ki bu da beni klasik bir ölü evi hüznünden uzaklaştırıyor. Hatta daha kötü bir hale bürüyor. Zira sizin kapının ardından elinizde viski kadehiyle gelişinizi bekler gibi hissediyorum ortada. Ne garip; ölümü hatırlatan onca şeyin arasında, birinin son kez tüttürdüğü sigaranın izmariti, daha ciddiyetli bir ölüm damgası. Hayal bile kurmaktan korkan cümlelerimden kaçmak için dışarı attım kendimi. Arkama baktığımda yıkılmıştı ev. Pekala! Rüya olmalıydı. Yoksa bu ustalıkla kayboluşların açıklaması, daha çok, gelecek zamanın harcı. Yüz yüze kaldığım ilk resmiyetin hıncını çıkarabilmek için iki senemi feda ettim. Dile kolay! Eğitimin en çok geçtiği yerler arasındaki son durağım olan yerleşkenin kar yağışındaki o güzel görüntüsünü ve kadınların sürdüğü güzel parfümlerin arasından geçerken sosyalleşmenin doğasında kaybolmayı bile özlemişim. Biz Orta Doğuluların kırmızı çizgisidir, güzel konuşma becerisinin en üst seviyesidir, ustaca bir konu üzerinden siyaset yapmanın tam yeridir kadınlarla konuşabilmek. Ah şu erkeklerdeki yarım kalan sevgi arayışlarını kadınlardan öteye sunamadıkları hayal dünyaları… Ah şu kadınların kendi dışında kimseyi sevemedikleri gibi bir çirkin yanlış anlaşılmayı erkeklere empoze eden bakışları... Yarım bırakılmak, ne aldatılmak ne de yalnız kalmaktır bana göre. Bize göre diye bir şey de yoktur aslında. Her defasında savaşın ortasında diye bir yakarışla uyanır kadınlar ve erkekler. Çünkü malını paylaşmak için noterden notere koştururken üşüten erkek ve kız çocuklar gördüm. Mahir’in mallarını, ileride bir gün doğalgazın gönül rahatlığıyla açılmasından yana olmak için paylaşmak üzere her sabah erken uyanıyorlar. Sigaramın tam da son yudumundayken rahmetli babaannemin sinirlendiğinde "Yahudi Ermeni oğlu’’ gibi bir küfürlü ifadeyi hatırlayıp rahmet okuduktan sonra Özalp ilçesine doğru yola koyuldum. Minibüste kibarlığa maruz kalmak istiyorsanız aksanınızı düzeltin. Aksi halde doğduğum topraklarda insanlar birbirileriyle acı çekmeye ve birbirilerine destek olmaya o kadar alışkın ki sizi de kendilerinden belleyip eziyet çekmenizi görmezden gelebilir. Minibüsün çok hızlı gitmesi bir yana karakolda çalışan dostuma uğramadan evvel aramayı ihmal ettim. İnşallah müsaittir demeyeyim. Çünkü o, en meşgul anında bile izlediği diziyi durdurup dinleyen ve hızla dönen hayatına ara veren birisidir. İlçe merkeze çok kalmamış olacak ki insanın gözünü alan fosforlu bir jandarma yol uygulaması demirlerine gözüm gitti bir an. Sokakta karşılaştıklarında birbirinden rahatlıkla çakmak isteyecek iki insan rollerine büründüklerinde nasıl bu kadar düşmanca tavır takınıyorlar? Minibüsün şoförü, kimliğini uzatırken elleri titriyor. Askerin de elleri alırken titriyor. Aralarında rahat takılan subaylar da var. Şayet onlar ya ölümün, sonun başlangıcı olduğunun farkındalar ya da dünyayı unutmak için dün gece yudumladıkları rakı kadehinden kalan gündüzün içindeler. Yolun sonu geldiğinde müthiş bir İran soğuğu hakimdi. Tabii ki elim cebimdeki sigara paketine gitti. Genel bir kuraldır. Bitmek üzereyse gece sigarasız kalmamak için mutlaka yolda, gece çıkamayacağınız markete uğramak zorundasınız. Market sahibinin yüzündeki güleç ifade gerçek mi, sahte mi demeye kalmadan buyurun hocam, ifadesini işittim. Bu esnaf dilini henüz çözemedim. İçeri giren bir müşteri tüccar dahi olsa, özellikle ayakkabıcılık sektöründe, hocam demek kişiye kendisini özel hissettirme metotlarından biri herhalde. Galiba toplumda azıcık da olsa öğretmene olan saygının yitirilmediği raflardan biri. Çünkü lise yıllarımda çalıştığım ayakkabıcıda içeri giren ve dansöz olduğunu bilmediğim bir kadına, patronumdan alıştığım bir ağız vecizesiyle, hoş geldiniz hocam deyince ayol ben öğretmen miyim, diye çıkışmasını yadırgadım, içeri giren herkesin öğretmen olmayacağını öğrettiğiniz için hocam oldunuz, deyince kadının yüzündeki aptal gülümsemeyle ayakkabı satmaya çalışmıştım. Umarım dostumun yanında da içimden katıla katıla güldüğüm meseleye de şimdiki gibi gülebiliriz. Tabii öte yandan kasadaki adamın ne almak istediğimi sormaya yeltenir bakışlarında, bu ahmak neye gülüyor kendi kendine, deli herhalde, ifadelerini seçmek zor olmadı. Sigara ve alkol dedim. Alkol yok, haramlarla işimiz olmaz, haram olan insanı kırmak değil mi, diyemedim kendisine. Yanında gerçek bir polis gibi hissettiğim adam karakola doğru yürürken, kuşlar söyledi gelişini, demek için kapıda bekliyordu sanki. Mesaisini bitirmek üzereyken gelmişim, bekle de elbisemi değiştirip geleyim, dedi bana. Bir ara oturduğumuz yaz akşamı balkonunda teşkilatın kendisinden olmayanı içinde barındırmayacağını ifade etmişti. Karakolun içine girmeye davranmadan beni kapıda bekletmesi de bunun kırıcı olmayan bir anlatısıydı. Yürürken bana gülümsemesiyle onun nadir bir insan olduğunu bir kez daha anlamış bulundum. Aslında bu iddiamın sebebi, hem bu kadar Amerikalı gibi; günaydın tebessümüyle herkes işini yapıyor sen de işini yap bakışları, öte yandan bulunduğu toprakları sevgiyle yeşerten bir vatanperverlik çalışkanlığı, öyle ya Amerikalılar. Ülkeleri için her zaman toplandıkları bir masa vardır. Sorunları çabucak halledebilecek ortamları, mutlaka sözlerine güvendiği bir bilim adamının yönetiminde dinledikleri sunuları. Dostumun yüzünde bu ifadelerle beraber, Ortadoğulu sevecenliği ve samimiyeti, esasen samimiyet dediğimiz şey, saklanan ve gösterilmeyen sevgi, bizim toplumlarımızda bu sevgi tam da her şey yıkılmak üzereyken ortaya çıkar ya, tam bu sebepten düşkünlük, sözlükteki anlamından firar eder, bir babanın kızına duyduğu belirsiz aşkın ve sevginin, karısına anlatamadığı duygulardan ibaret olduğu gerçeğiyle bağdaşıyor. Dostum Mahmut, oturup gülümserken, sen bir dünyasın, demiştim. Klişe bir sevecenlik ifadesi değildi. Tıpkı dünya gibiydi, etrafında onu seven insanların uydu gibi, ondan kaçarcasına oturduğu yörüngede kalmalarına izin veren ve onu üzerindekileri araştırmaya çalışırken sadece mahveden bir mihrap aklı vardı. Benzerliğimizin yanında yalnız yaşamının ifadesi suratında dans ederken, ondan istediğim tek şey akıl danışmak olmalıydı, doğru söylüyordu. Aklımı kaybeder gibi olduğumda ne Amerikalı ne de Orta Doğulu olabiliyordum. Yalnızca onun tavsiyelerine ihtiyacım vardı. Güçlü yankılarından göz yaşlarıyla dolu bir anıyı anlattığını ne duydum ne de gördüm. Mahmut, benim ilk resmileşme korkumun arkasında gerçekleşen savaşta en yüce müttefik olarak görev edinmişti. Bitirmek diye bir içgüdüyü yerleştirdi kafama, belki de hatırlattı. Hem bu kavram bence ilk becerilerimizden beri devam eden bir şeydi. Tabağını bitiren çocuk, işini bitiren adam, okulu bitiren genç, çayı biten ve hemen önüne taze çay gelmesini bekleyen sözde otoriter bir baba, içeride içilirdi eskiden sigaralar, kadınların Tomris olmadığı zamanlarda, perdeler daha sık yıkanırdı. Öyle ki kadınlar sobaların küllerini değiştirdikleri her an; artık, içlerindeki sevgiden ve merhametten değil, yapacak başka kimse yok dürtüsünü çocuk yaşta edindiklerinden, işim bitti diyerek rahat bir şekilde televizyonda en sevdiği diziyi kaçırmamanın sevinciyle, bitti, demek güzel bir duygu soykırımıydı. Mahmut’un anlatmak istediğini hep sonradan anlamak ve uygulamak, en Orta Asyalı özelliğimdir. Yerimden oynarsam kavimlerin şeklini değiştirirdim, kanatlanırsam asla vurulmazdım, içtiğim kadehi masaya vurup ceketimi alıp kapıdan adım atmak için çıksaydım, yorulmazdım, söylediği buydu, gözünden yaş intihar eden gelinler gibi hazırlıksız olmadığımdı. Kendisine minnet borcumu ancak öldüğümde ödeyeceğim. Eğer son nefesimi vereceğim yatağı ortopedik alacak kadar iyi bir ekonomi seviyesine gelmişsem, o da başarmış olacaktı. Kar yağışı başlarken bir sigara da o yakıp camın kenarına geçti, kardeşimle aramdaki bağın kardeşiyle arasındaki bağa olan benzerliğini ifade etti. Benzetme hüznü diye bir şey vardır ya gurbetçilerde. Özlediğini söyleyemez ancak kardeşine, annesine, babasına benzettiği insanlarla daha çok yakınlık kurar. Hatta öylesine ağlar ki bazen kendi kendine, yapabildiği tek şey gülümseyerek telefondaki ailesine ne kadar benzeyen birilerini gördüm demesi kadar acı bir içe atma durumu mevcut. Mahmut bu yeteneksizliğe kapılmadı hiçbir zaman. Ayakta durma gücünü yitirdiğini bile bile son nefesini vermediği sürece yaşayacağından emindi. Şimdilerde yaptığı şey de o, evde yalnızken yalnızca kendinden korkar, cinlerden korkan bir ergenin kapıların arkasını kontrol edip evin içinde bağırdığı zamanları çoktan geçmiştir kesin. Anne ve babanın hükümdarlığından ayrılınca özgürlüğün aslında devlet olma zorluğundan ibaret olduğunu çoktan idrak etmişti. Adalet duygusundan yoksun muydu kadınlar? O halde neden annelik gibi bir makam onlarda? Ben annem gibi birini aradığım için mi bunca seçme esareti arasında kalıyorum? Ayrıca, kaderimdeki kadını seçmek gibi bir erillikten kurtulma çabasıdır aslında kader inancı. Aslına bakarsak işin rengi tuvalde bir kez olsun değişmez. Her yanı siyah! Üniversite arkadaşlarımın serzenişleriydi, bir zamanlar kulağımda canlılığı olan sesler, şimdilerde sadece acı veriyorlar, karamsar olduğumu ve karamsar yazdığımı söylerlerdi. Dünyayı karanlık görmek, sürprizlere yer açmaktır. Hayat zaten mükemmel değildir, diye kafa ütüleyen büyüklerin yığın düşünceleri ve sözleri arasından, bir kurşun daha yemeden kaçarken savurgan bakışlarımı hediye ettiğim güzel topraklarda yetişen; bakışları, fidan onların, sadedirler, hiç çekinmeden incitirler. Sevgili olmaya kalkmayalım, dediğimde kendimi her seferinde aşkın ortasında bulmam, birkaç parça kağıt ile polis memuru olmak için hazırlandığım sıfatları tetkik ederken, kemer yerine palaska takmak kadar ciddi bir hazırlıktan bahsediyorum, ihanetin hemen öncesindeydi tabii. Babamın telefonu yüzüme fırlatışındaki esaretin başlangıcının acısını, kaldığım yurdun önünden kalkan başka başka şehirlerin otobüslerinden çıkarıyorum. Gurbetçilik kavramına yeni bir anlam aramalılar; psikologlar, nörologlar, biyologlar vs. Yahu! Bence insanın kendisi değil, kimyası da değişiyor uzakta. Çok da güzel bir yer değil sanki ev, özgürlüğün kısıtlanışıdır belki, ta ki son kez anneye sarılana kadar elbette. O an dünyada tek başına kaldığının yarım sancısı ve yeni bir hayatın yarım sevinci tam bir insan yaparken seni, ağlamaktan hıçkıramamanın verdiği o gizil duygu kıvılcımları. İlk adımlarımızı attığımız evleri, annemizi ve babamızı son kez gördüğümüz yer olarak gelecekte hatırlama korkusuydu gözdeki o yaşlar. Ah geceler! Yastıktaki o mücadelede en çetin harbin ortasında aileden birinin öldüğünü düşleyip düşleyip kendini ağlatan sadist gurbetçiler! Hiç tavsiye etmem! Düşlediğin şey başına geldiğinde ne yapacağını bilmeyen birinin, aklını yitirmemesi daha uygun olur. İşte uyandım! Rüyamda gördüğüm intiharlık camdan aşağıya bakan evsiz bir öğrenciyim. Resmiyet kazanınca sokakta kalmak, yalnızca evsizlere ait olmadığını anlayınca tecrübe duvarına son hızla toslamak… Karanlıktan korktuğun için lambayı kapattıktan sonra yatağına koştuğun zamandan bu yana karanlık sokaklarda seni alkollü dolaştıracak kadar kendi kendini yalnızlaştırmak denir, bu işkenceye de katılan binlerce sana benzeyenin arasında en edalı yürüyüşünü yapıyorsun ki kimsenin umurunda da değilsin söyleyeyim. Çünkü senin gibi onlar da, aynı şekilde duruyorlar sigara içme bölmesinin saçma sosyalleşme alanında. Daha zor olana gelmedik daha, ateşin yükseldiğinde kendi kendine ıslak havlu tedavisi uyguladıktan sonra büyüdüm yalanını söyledin mi aynada gözlerinin içine? Bir kahkaha at, daha büyümedin. Sevdiklerinin üzeri açık kalıp hastalanınca göz önündeyken pek umursamazsın ya gurbette olunca içinde zakkum ağacından meyve yersin, öylesine bir cehenneme düşersin, bu belirtilerin seni ağlatmasıyla ben irkildim işte. Üzerini örtmeye kıyamadığım insanların üzerine toprak atıp kar yağışının üzerine yağdığını her hissettiğimde geçmişten bu günlere ışınlanıp kederlerimi bitirmek arzusuna okuduğum laneti kağıtların arasında sıkıştırdım, aklımda bir yerde. Elektrik süpürgesinin sesinde anladım ne kadar çabuk terk edildiğimi. Sanırım annem pazarda beni kaybetmişti. Elini tutmayı onca yıl ihmal ettikten sonra ağlaya ağlaya bu dünya pazarında onu arıyorum, tabii onun beni bulup neredesin sen diye dövmesini isterdim, onun yerine o kadar fazla sorumluluk tezgahı suratıma çarpıyor ki kaşım gözüm kan içinde olduğundan geleceğim ancak şiddetten ibaret. Peki pazarın ışığının sonunda onu buldum diyelim elini tuttum diyelim, kızım olursa ona ne hesap vereceğim? Terk edilmenin ne demek olduğunu bir kadından süzülen en güzel kokunun evlat olduğunu henüz anlayamasam da bunu hak edecek biri olup olmadığımı tarttığımda ortaya çıkan sonuç, gözleri sulu bir baba! Kimse için canın olmaya yetmez ya dünyanın sonu, kıyamet kopsa da annem beni unutsa belki acım hafifler nidalarında kıyamete hazır mısın, soruları beni öldürmek için mücadele ediyor. Başıma ödül konmuş gibi yürüyemediğim sokak lambalarını anlatmak zorunda hissediyorum. Hal bu ki ben kadehi yudumladığımda yalnız olmayı tercih ediyorum. Zira devir değişti. Mutluluk paylaştıkça azalıyor, yalnızlık ve acı paylaştıkça çoğalıyor. Dost ayağa düşman başa bakıyor. Bir ayağının çukurda olduğunu anlamak yerine iki ayağını da garanti bir çukura koyan gençler kendilerini sevgililerinin gözünden aşağıya bırakıyor, usulca. Eskiden dediğim ne varsa yok artık, denize düşsem ancak toprağa sarılacağım kadar çorak bir yere çevirdim aklımı da kendimi de. Ne dağım kaldı ne kuşlarım. Sadece ben varım, çatıda çok eski bir yeri sökerken o çivi çakıldığında, yıl 2004 diye bağıran, ben; aklını oynatmamak için eski eşyaları kurcalama huyundan bile vazgeçen adam. Kadınlara anlatacak bir şeyimin kalmayışından mıdır, bilmem; aşkı, sadece kadını yüceltmek adına ölene dek kullanacağım bir olgu olarak hatırlamak ne kadar da acı verici! Kendimi kocaman okyanusta tutsak hisseden bir balık olmak için mücadele eden toplulukların arasında bulmaktan sıkılan, ben, zehir zemberek uyanıp böbreklerimin küfrünü işitene kadar aç karnına sigara yakan, tahmin edin yine ben. Çalgı çengi bir yer arka taraf. En zor zamanların, büyük meşakkatlerin geçtiği, saat yedi dendiğinde birden anksiyetik birine dönüşmemdeki hızlı yaşamların payı, gözleri çekik bir kadının etrafa yasemin çiçekleri dağıtırken burnundan fitil fitil gelen hayatı yeterince dinleyemediğimden yok olup gitmeye yüz tutmuş, hatta öyle ki, sorumluluklarının denizinde çürümeyi bekleyen Titanik olduğunu söylemekten haya ediyorlar ona. Kültür mirası diye bir saçmalık uydurup o kadını denizin dibinde çürümeye mahkum ediyorlar. Ondan söz edince içimden bir parça kopuyor, kendisini kızım gibi sevdiğimden midir, bilmem. Ellerindeki yaralara gözüm her iliştiğinde yüzündeki gülümsemeyi bu kadar kaybetmemek için programlanmış, robota dönüşmüş, elindeki saksıyı yere fırlatıp gırla isyan çıkaran o değilmiş gibi sokağa çıkan, sanayide ömrünü geçirmiş korkusuz erkek yürüyüşünden eser kalmıyor ya geceleri, aşkın içine düştüğünde fark edemediği bir şeyi ona söylemek istediğimden emin değilim. Yaktığı ateşe kendini atan, hem İbrahim kadar temiz hem de Nemrut kadar gaddar olup gırtlağındaki hevesleri ateşten kurtarmaya çalışırken kendini bir yandan İsmail’in havasına kaptırıp bıçağın altından korkmayan kadın! Unutma ki yaptığın mezalimi içindeki senin kabul etmeyerek isyanın başlamasıyla büyüyeceksin, sevileceksin, hatta öylesine sessizleşeceksin ki toprağın kokusunun sana anlatamadığı hayatın en ağır tokadıyla yere serileceksin. Kaldır başını ve aç yapraklarını, intikam al muhtaciyetini hissedemeyenlere karşı, ihtişamla yılgın bir biçimde parkta ağlarken. Yalnızlığın senin en samimi dostunken, elinden tutmayanları bile affedecek kadar büyük olabilen sen, gözlerinde fitne barındıramazsın, yaşamalısın, öldürmek istemiyorsan ölmemelisin. Sağırlığın içine düştüğümden beri neyi anlatmaya çalıştığımı bir türlü seçemiyorum, Mahir Bey’in yasemin çiçeklerini sulaması kadar umutsuz vakaydı artık dünya, cinlerden perilerden korkan çocukluğumuzun yerini, yaşamak korkusu sardığından beri niteliksiz ağlayışların sahte huzurlarıyla ayna karşısında, başımda bir bere, siyah ama hangi birliğe ait olduğu belirsiz. Sanırım üniversite yıllarımın, son güzel günlerimin ilk günleri olduğunu bağıra çağıra anlatan, hayranı olduğum rock grubu Linkin Park’ın Numb şarkısında anlayabiliyorum. Bu herkesin geçtiği bir süreçti elbette. Ancak bendeki tesiri, arkadaşlarımın gözünün içinden özledikleri sözlerini seçebilme kaygısıydı. Daha ilk gündü, kantine gidiyoruz, şimdilerde komiserlik rütbesi ve evlilik kalabalığı arasında sıkışan, ruhu bana benzeyip bir o kadar benzemeyen çocukluk arkadaşımla, bir yer seçip oturduk. Tabi ki gözüme çarpan ilk şey eğitim fakültesinin duvar kağıdı oldu. Salyangoza benzeyen bir çizimle eserde ne anlatmaya çalışmış sanatçı, dediğim eşikte birkaç kişiyle çoktan el sıkıştım. İnsanlar, büyüdüklerinin anlamını çağrıştıran en önemli alametin, kendi kendileriyle sosyalleşme ve birileriyle tanışma olarak adlandırmasına hayret ediyorum, sanki ben farklıymışım gibi eleştirdiğim her ne varsa yapmakla yükümlü olduğum gerçeğini, ilk dersimi göreceğim sınıfın kapısında tanışmaktan çekindiğim insanların gözlerinin içine bakarken, soğuk olduğuna henüz karar verememiş bir havaya gözüm ilinti yağmurundaydı. İlk ders Osmanlıca! Aman Allah’ım! Kur’an kursunda öğrendiklerimi tekrar edeceksem eğer ben bu dersten yüksek notla geçerim diye düşünürken, bir yandan sınıfta çevik kuvvetten biri varmış gibi arkadaş bakışları içinde yalnızlaşma politikamın ilk adımlarını atıyordum sanırım. Daha sonra kimse kimseyi umursamayacaktı zaten, niye herkes 1985’te bu fakültedeymiş gibi davranıyordu? Zaten samimiyetsizliklerinin yüzlerindeki Amerikan ifadelerinde saklıydı, yurtta aynı odada olanlar hariç, sanırım lisedeki gruplaşma ve kutuplaşma edasından kimse vazgeçememişti. En iyisini yapmayı hedeflediğim sınavda, kolaylıkla kazandığım bölümü niye okuduğumu bilmeye çalıştığım onca işe yaramaz safhalarımdan birinde, yeşil kapılı odalardan en rütbelisini tıklatmak üzereydim. Karşıma çıkan insanın öğretmen olduğu yargısına varmadan önce eğitimci dışında her türlü ön yargıyla beynim karşıladı kendisini, o öyle değildi. Tanışmak için gittiğim diğer öğretmenlerin hepsinden farklıydı. En yakınım diye tabir ettiğim ilkokul öğretmenlerimin, annemden kalan vakitlerde annemin yokluğunu aratmadığı o ilk duyguların tasviri olan öğretmene sözcük yöneltmeye korktuğumdandır, başınızın belasıyım ve hayırlı olsun ben geldim dünyanıza sevgili öğretmenim. Kaybettiğim ruhumu bana işittirdiğiniz azarların arasından seçebilir miyim, bilmiyorum öğretmenim. Sakınmak istemiyorum artık dilimi; konuşmak, yazmak, ağlamak, bağırmak, ayağa kalkmak, hiç durmadan dinleyememenin tadını çıkarmak istiyorum, sanırım doğru adresteydim. O, bakışlarını bana doğru çevirip gülümsediğinde hata yapmaktan korktuğum başka hiçbir anı hatırlamıyorum. Beni öğretmen yapacaktı, teorik bilgi eğitimi safsataları bizim fakültede tartışılır seviyeye çoktan erişmişken onun bana çok büyük bir hayat hediyesi varmış; geç de olsa bitince okulum, son kez o merdivenlerin çıkışında sigara yakarken kendisinin ilk bakışını anımsadım. Bana konuşma özgürlüğü vermişti, tahtaya kaldırırken azarlamadan, sustuğumda niye sustuğumu sormadan aklımı okumakta mahir biri olduğunu, kavram adaşı Mahir Bey’e koşa koşa anlatmaya gittiğim zamanın heyecanını diri tutmamı sağlayan o öğretmen. Aldığım kararların hatalı olduğunu her seferinde karşıladığı gülümser tavrıyla tekrar tekrar anlatan ve ben demiştim hissiyatını içimde bir şebeklik yaptığım hissiyle harmanlayan kişiydi. O, benim ben olduğumu hatırlattığında sanki karşısında anasınıfı öğrencisi gelmiş gibi davrandı. Ancak ben ve benim gibiler, büyümenin kimlikteki rakamlardan ibaret olduğunu sanıyorlar, o bilgiçlik taslamanın ancak aslı, hanlardan topladığı kültürel bilgilerin mozaiği olan öğretmenin karşısında çürüyeceğinden habersizdiler. Sağ kulağını çınlatmak istediğim zamanlarda, sevdiğim kadına uzun uzadıya onu anlatamıyorum, kadınlardaki kıskançlık damarına basmanın gereksiz kaos çığlığı olduğunu öğrendiğimden beri o yanılgıya düşmüyorum, onun karşısına da dikilip kendisini kalemimdeki sarhoşluk gibi övemiyorum ki onun gördüğü gözlere bir günlüğüne sahip olsaydım, ayna karşısında beni seyrederken hayatımdaki dönüm noktalarının içinde kaybolup gitmiştim bile. Kar yağışları başladığında eve gitmenin vaktiydi. Rumeli öğretmenini anneme anlatmanın heyecanıyla bir o kadar da düşündürücü ve gizli hayatını da merak etmiyor değildim. Kendisi hakkında hiçbir şey bilmiyorduk, araştırılacak sahte hesaplara bile tıpkı sapasağlam benliği gibi kapalıydı. Yalnızca internet alemindeki üniversite bilgi sistemindeki fotoğrafıyla sınırlı bir insan olsa olsa milli istihbaratın en kıdemli üyesiydi. Şayet olsaydı ben anlardım. Ya ben iyi bir ajan olamadım ya da o gerçekten özel hayatının gizliliğini gerçek yaşanması gereken mesele gibi yaşıyordu. Hem o kadar insan hem o kadar öğretmen, gözyaşını bile hatırlamıyorum, şimdilerde beni nasıl hatırlıyor bilmiyorum. Satırları okuduğunda hangi öğrencisinin yazdığını anlayacak kadar bilge insanların var olduğunu bilmek içimi ferahlatıyor. Biliyorum ki yaşadığı sürece her gittiğimde beni o üniversiteden ayrı düşmüş bir öğrenci olarak değil, öğrencisi olarak anımsayacak ve selamlayacak. Değer görmenin ne demek olduğunu bilmezler, sokakta para saçan insanlar, yalakalarıyla yüzüstü bırakılanlar. Şükür ki doğru olanı görene kadar iş işten geçti. Yoksa nasıl tecrübe diyecektim buna! Biz insanoğlu pişman olmak için doğmuşuz, hatalarımız olmasaydı ne Tanrı bizi kabul ederdi ne de sevdiklerimiz. Kendimizi iyi hissetmemizin tek nedeni varlığımızı bize zehir eden yaşantımızdır. En yalnız yerimdeyim, kendi aklımın içindeyim, sakınıyorum iyilik addeden sözcüklerimi. Kanar yoksa her yanımdan. Bakışlardaki şelaleden geçebilmenin yolu ölmek sayılmaz, inceden dokunuşlarla hıyanet edip yarı yolda bırakanların düşlerinde saklıyım. Ağlamaya ramak kala geldim, Allah’a Tanrı denmez, ifadelerini reddeden dilsel özgürlükçülerin kendi dillerindeki ilahın farklı lanse edilişi. Sevmeye karar veremediğim şehirde bunları düşünürken eski bir otel odasında yarın için nasıl sevmem gerektiğinin provasını aldım, tekrar ediyorum. Aydınlık caddeye bakan kısım daha soğuktu, e tabii! Kırk liralık otel odasından ne beklenirdi ki? Tanışıklığımızın çok eskiye dayandığı kadınla yürümenin, yaşamanın ve özlemenin hayalini kurduğum gece rüyamda görmüştüm kendisini. Uzun siyah saçları, karlı bir günde üzerime örttüğüm rüzgar kadar ısıtırdı ve korkuturdu, içimi ürpertirdi. Güzelliğinin farklı yorumlarla değerlendirilmesinin ve seven insanları ilgilendirmediğinin bilincinde onun yanına varmak için kiraladığım arabanın kırık camından esen rüzgara selam veriyor kirpiklerim. Erkekler, son nefesinde hatırlayabileceği kadınlara canlarını verirler. Düşkün bir mecnuna çeviren ölümdür belki. Nedenini anlayamadığım yol çizgilerini takip ederken kaza yapma tehdinin hadisesiyle yaşamın sonuna kadar kalbimi hibe edeceğim kişinin saçları gibi siyah elbisesine gözüm iliştiğinde, en sevdiğim rengi eleştirirdi üniversite yıllarımdaki tanıdıklarım. Karamsarlığın işe yaramaz olduğu, hep mutlu olmak gerektiği saçmalığına biat eden, sosyal hesaplarda gülesi olmadan gülücükler saçan sahte hayatların sözleri olmalıydı bu. Zaten itimat eden bir tek o olmalıydı ki giyindiği renk bana siyahtan ziyade rüyamda gördüğüm beyaz elbisesini çağrıştırdı. Gülünce gözlerinin içi, dünyalar kadar öldürseler keşke beni de son hatırladığım şey onun kayıp giden yıldız gibi göz bebekleri olsun diye dua edip karşılık vermek geliyor içimden gülümseyerek. Ancak gülmemek için o kadar zor bir tufandan kaçınca erkekler, gülmeye yer ararken sadece argoyu seçerler. Yer yer bulunduğu şehirle ilgili itirazlarımı kendisine iletirim. Haylimdeki ütopik yaşam alanlarının imkansızlığı; beni, yaşamak seçimleri yerine hiç bu dünyada yaşamamış olmayı yeğlemek fikrine yakın kılıyor. Bunu ona da söyledim. Hatta Mahir de işitti. Bana bir de tokat yapıştırdı ki bu kiloda bir adamı yere sermek için ancak cenazeye son kez bakan öksüz bir adamın yediği hayat tokadının hatırlatıcı etkisiyle karartılabilirdi gözler. Bulunmaz güzellikler vardır dünyaya göre, bana göre değil, kendi ömründen vakit ayıran kadın için ağlaya ağlaya kendi vücudumu karşısında taksim edebilecek kadar duygu yüklü sevmek isterim. Sevgimi hak etsin veya hak etmesin, kadınların bana reva gördüğü hayatın travmalarını unutturan kişiliğin abidesine bir çift söz ile ne kadar sevdiğimi idrak edemediğimi bile anlatamıyorum Mahir Bey! Öteki adamların kendileri için verilen sözleri, ziyadesiyle harap etmesinden kaynaklanan ağlar vaziyetteki kadınların gözlerinden düşen her damla için mahkemede soluk almak gerekirdi, sevgiliye itirazlardan sonra, pişmanlık yasası çıkabilirdi bana, onca kırgınlıktan sonra. Nezaketin ne olduğunu kimse öğretmedi ki! Biz Ortadoğu toplumları, insandaki takdir edilme duygusunun tatmini için misafirperverlik geleneğini kendimizce uydurduk. Sonra bizi eşit tutmadıklarında da eşitliği bütün dünyadan istedik. Zaten kameraya çıkmak istememizin sebepleri arasına sıkıştırılan ayıp duygusu ve meşhur olmanın televizyona çıkmak zorbalığı… Başka hangi dille anlatabilirim ki izlendik meseleleri. Zaten birinci günü bitirdiğim ve kendisini sevmek için daha çok dünyevi çalışmam gerektiğini istemekten mahir olduğum hatalarımı düşüncelerimle dövüştürürken sabah olmak üzereydi. Sevilmemiştim ki, itilmiştim bir kenara, üzerimde hep, en çok sevdiğim öğretmenin verdiği ödevi haylazlıktan yapmamış mahcubiyeti vardı, ona da bu utanç duygusuyla bakıyordum. İsterdim ki kendisinden alıkoyduğum zamanda beni diri diri yakan vicdanımı affetsin. Zira onun, başka hayatlara kayıp beni yarı yolda bırakmama iradesinin yanında sözcüklerimin yükte ağır pahada hafif kalması kadar eziyet olamaz. Yakın zamanda düşlediğim hayatın çok ötesinde olduğumu kavradım, henüz ilk sayfalarındaydım. Anlamam uzun sürmemiş olacak ki dünyadan nefret etme depremleri beni 2008 yılının ilk paragrafına götürdü. Çürümüş zihnimin, eğitim programında geri dönüşüme alınması, akabinde yeniden çürümeye terk edilmesi gayesizliği içerisinde edindiğim arkadaşımla ortak kararımızın olduğu sayfaların başında satır satır fakültelerin arasından en zor olanını seçtiğimin bilincinde değildim. Mahir Bey ile telefon konuşmamız o kadar kısa sürdü ki demir kapının açılışındaki gıcırtıya kadar geçecek süreyi hesap etme telaşındaydım. Memleketten gelen kötü haberler beni çocukluğa dönme arzusuyla yanıp tutuştururken bir de. Yaşantılarının arkasında gizlenmiş fikirlerini çıkar, bir kere de günaydın de be adam! Tanrı vergisi bir yürek! Elinde ne olduğu da belli değil. Sopadan yaptığı cop ile polis idmanı yapıyor. Aslında istediğim mesleğin kendisi değildi. Bana kazandırdığı askeri yaşam biçimi ve disiplin anlayışıydı. Zeki insanlar dağınıktır safsatasının arkasına saklanan tembellerin iş yükünü, çalışarak bir yerlere gelemeyen endomorflar mı çekmek zorunda? Düzen hiç değişmeyecek gibi duruyor. Sevmediğim şehirde izlediğim dizinin karakteri, eril ama bir o kadar romantik adam, kadının hazırladığı kahvaltıya üzüm soğutması kadar abes bir durumdan öte varlıksızlık yok herhalde. Kendi işini yapabilecek sağlıkta olan insanların dünyada cenneti yaşama hevesleridir, yemekten sonra uzandığı koltuğun önünde eski bir sehpanın tavanında gözüyle çayının yolunu gözlemesi. Fakültenin bahçesinde düşündüğüm bir teorim vardı. Bence eskileri sevmek sadece biz erkeklerin işiydi. Eskiden ne güzeldi; kalabalık kahvaltı sofraları, eski bayramların kalabalık misafir toplulukları, sulanmış ve toprak kokan zeminin süpürüldükten sonra savanı sermeye hazır hale gelmesi, semaverde tüten dumanın kokusuyla bir yaz akşamı içilen çayın tadı, sobanın üzerindeki demliklerin isyankar sularındaki cızırtısı sesi, tabi! Biz erkekler için güzel düşünce, sahici bir özlem. Kahvaltıdaki bütün ürünleri fıtık olana kadar sermek için çaba gösteren içtenliğe ve vicdana sahip olan kim? Eski bayramlarda onca insanın hizmetini gören ve ayıplanmak istemeyen lafta evin direğine yaranmaya çalışan memur kim? Toprağı sulayıp süpürmekten ellisinde doktor doktor gezip iyi bir ortopedist arayan ezgin kim? Soba borularını temizlemekten bronşitle mücadele edip hayatını kaybettikten sonra ağlanarak hatırlanan ve hiçbir zaman da anlaşılmayacak eziyeti çeken asalet kim? Bilemeyiz tabii! Biz işin o kadar arka yüzündeyiz ki gelenek diye yutturulan eşitsizliğin arkasına saklanmaktan başka çaremiz yokmuşçasına hareket etmeyi arzulayan tiplere dönüşümüz yok mudur? Neden erkek çocukları babalarına evlenmek istediğini söylemekten geri durmaz? Kendi işlerini yapacakları birini bulmak ve dadı olanın en güzelini arama görevini teslim hakkına sahipliğini hatırlatmak için mi? Azıcık vicdan ve kader inancı sahipleri, idrakten öte bir kavrayıştan yanaşmadığı limanlara göz gezdirseydi, Mahir Bey’in de taziyesinde ağlayanlar yalnızca beyaz leçekliler olmayacaktı. Kendilerini, Allah’ın yerin dibine soktuğu, biz atalarımızın söyledikleri üzerine yaşarız, sözüyle ölecekmiş gibi vaziyette tutmaları çok gülünç değil mi? Kanser olup sevdiği kadına acılar çektirip itirazlarına karşı vicdan azabı çektirmek isteyen adamların halleri, yoğun bakımın kapısında uyurken neden buradayım sorularıyla yanıp sönen uykuyu bölemeyecek kadar yorgunluklarındaki hallerine benziyor. Pişmanlığı hiç anlamayan, Azrail’in sırayla çaldığı kapıların dehşeti içinde yankılanan o eski hayıflanmaların boşluğunda uyuyakalmış dünya. Ninnisi olmuş kalp grafikleri, oksijen maskesindeki garip su sesi. Her şey bir damla su kadar ihanet miydi? Hangi insan yoldan geçen muhtaçlara su uzatmaktan çekinmediği halde bir damla suya muhtaç ölebilirdi ki? Sürekli yaşamak güzel nidalarıyla başımızın etini yiyen pozitivistlere sormak istiyorum. Toprağın kokusunu duymadan evvel toprağa kendilerini gömdüler mi? Yirmi üçünde bir gencin, ormanda, elinde nereden bulduğunu bile anlamadığı son mermiyle canına kıymak istemekten vazgeçiren düşünce nizamının eksikliğinde boğulsun bütün kalemler! Ne anlatabilirler ne de yazabilirler, şayet gülebilirler ve tavsiye vermekten asla geri durmazlar. Bilirim o tipleri, bir tanesi sigara yakarken yanıma çoktan yanaştı bile. Gülümsemeyi kendisine dert edinmiş fakat derdin en büyüğünü sırtlandığından habersiz ahraz bir güruhun sillesinden kopup gelen adam! Ben senin arkadaşın olamam. O kadar ağır yaşıyorum ki tabutum da Mahir Bey’in tabutundan ağır olacak. Sen acaba tam olarak yaşamanın hangi kısmından zevk alıyorsun? Ben geçmişi özlemekten bile utanıyorum. Aklıma sadece annesinin karşısında utanmadan sigara içen adamın aptal egosu geliyor. Öleceğini bilseydi yapar mıydı hiç? Öleceğini idrak etseydi de yapardı çünkü o zaten bu denli karaktersizdi, unutmuştu! Onun için hastane hastane dolaşıp şifa arayan kadının sızlayan ayaklarındaki merhameti. Kendisine kurulan ayrı sofradaki zahmete küfredip küstüğü diyeti anlayamayacaktı. Babasıyla da ettiği kavgaların hesabını bir gün verecek elbet. Teknolojiden niye bu kadar nefret ediyorum biliyor musun Mahir? Çünkü sevilenlerin eskiden öldüğünde hareketsiz duran fotoğrafları, özleme bir hudut çizerdi ve göz yaşı da o hudutların kurallarına uymak zorundaydı. Fakat video ürünleri o kadar canımı yakıyor ki ölenlerin henüz bu dünyada olduğu hallerine bakarken çektiğim burnumda tıkanır nefesim! Ne anlatıyorum ki be o anlamaktan yoksunlara! Sevgilerini bile bir parça fotoğrafa denk tutuyorlar, sonra da ağlamayın bu dünya geçicidir, yalanlarıyla bizi kandırmaya çalışıyorlar. Allah’ın dediğine uymazlık etmeden bu dünya geçici değil, aksine kim yaşıyorsa onun için kalıcı acılarla bezelidir ve ezelidir, kendi perdelerinden ıraklaşanları tenzih etmek gerekir tabi. Neye ulaşmaya çalıştıklarını ben de anlamıyorum ya, neyse. Günahlarım, iffetli yalnızlıklarımın boynuna taktığı zincirle sürüklerken beni içimdeki cehennemin en dibine, üşüdüğümü hissedemediğim anlarda, burnumda sadece kan kokusundan bir koro… Geleceğinden medet ummadığım günlerin, aşağılayıcı bakışları arasında yürürken, boynumda bıçak var gibi, kan kaybediyorum. Başımdaki siyah bereyi yere düşürdüm, ön iki dişimin arasında sıkıştı künyem, yakıldım, savruldum. Uykuya hasret kalmaya bile özlem duyar oldum, yalınayak bir kepazeliğin içinden çıkıp gelen rüzgarlara aşık oldum. Sadece toprak, kan, buğday, çikolata ve mazot kokmaya başlayan ülkemde yaşamaktan onur duyma yorgunluğumu nasıl anlatabilirdim ki? Devlete küsmüş onca yurttaşından arasından, sesi hiçbir zaman işitilmeyecek kabul olmayan dua gibiydim. Ne kadar hüzünlü olsak da biz; milletçe, yerden yükseğe bastonla da olsa doğruluruz. Bir çarşıda; giyindiğimiz yabancı marka yarım yelek şişme montla, taburenin üzerinde ahlak dersi veririz, yere düşeni kaldırırız, eğer güzel bir kadınsa daha çok ilgilenmeye başlamamızdır bizi bozan. Devlet kurar devlet yıkarız, rakı içeriz, cumaya gideriz, çocuklarımız Kur’an kursundan döndükten sonra amcalarına küfretmeyi öğretiriz, yanımızda küfrettiği zaman da pipisini çıkarırken alkışladığımız kişinin o olmadığını farz ederek tokadı basarız, babaya anaya saygı kalmamış deriz, sonra kendi anne babamıza bağırmaktan geri durmayız. Hoş, anne baba her zaman haklı değil ya. Onları kaybettikten sonra her zaman haklıydılar deyip onların yorulup hata yaptıkları yolu tercih etmekte de suç varsa biz bu işin çok başındayız. Bence çocuklar, ebeveynlerinin iki elini birbirine toplum içinde sert kavuşmasından yanayken bu benim çocuğum, diye dolu gözleriyle haykırsınlar isteğiyle var olan kişilik yontmalarına dönüştüler. Kendi için yapabileceği şeylerin sınırlarına çarptığı zaman gurbette olur çocuklar. Kayıpları artınca cenaze yıkamayı öğrenince büyümeleri gerekmezdi. Birileri gerçekleri öğretmeyi göz ardı etmekten hiç usanmadıkça çocuk olmak sadece bir yüz güzelliği olarak kalacaktır zannımca. Her ebeveyn gibi benim ebeveynlerimin de istekleri ve hayalleri doğrultusunda, öz benliğime karşı yaptığım riyakarlığı affetmek zorunda olmak, şimdiki zamanın eseri olmayı temsil ediyor. Bu uğurda yaptığım yıllık tekrarların haddi hesapsız bırakılmış ve babam ödüyor. Hayal ettiğim kapıların çok uzağında, karşı cinsin olmadığı yerde bakım ve güzellik de olmaz sözüne binaen saçımı başımı düzeltirken buldum kendimi. Arkamdan geçen başka insanların başka hayalleri arasında duran bu duvarlara bakışlarındaki dalgınlıkta hep bir vicdan muhasebesi var. İşi sevdirmek yerine erken uyanmayı sevdirseydiler bize çok farklı bir toplum olurduk. Herkes, bir diğerinin müşterisi olmadan önce ustalık eserlerinin yönünü kendine çevirdiğinde toparlanırız belki, bilmiyorum. Kültürlü olmayı sadece cumhuriyet sonrası yazarların kaleme aldığı tümceleri ezber edip bir masada söylemek zanneden topluluğun en yalnız kişilerinin kendileri olduğunu fark etmesi üzerine yazdığım hatırlarımı, kaldığım yurdun çöpüne atıyorum. Okuldaki fertlerin her biri bir insanın gözünde yükselmek için hırpalanırken orada olmak üzere Fatih’in İstanbul’u alan kişi olduğunu yüzlerce kez okuyup imtihanlar denizinde boğulan bireyler; başarılarının önünde engel saydıkları kederlerini saklamadaki acemiliklerinin şahidi, kaldıkları yurt odasının duvarlarının haykırışları beste yapmasından belli. Söylemek istediklerimiz için henüz parmak kaldırmak zorunda olduğumuz gerçeğiyle; kimsenin sırasını gasp etmemeyi öğrenemeyen, başkasının sözünü kesmeyi akıl edemeyen ve düşünmeden konuşulmayacağını bilmeyen bireyler olduğumuzu hatırlatan imgeler, eş zamanlı olarak bize sunuluyor. Bize, öğretmenlik eğitimi alan acemi yetişkinlere, öğrenmeyi öğretiyorlardı. Ancak öğrenmeyi öğrenmek meselesini öğretmekte türlü sıkıntılarla karşılaşıyorduk. Bir bilgi nasıl öğrenilir, sorusunun cevabını asla kendi üzerimizde uygulayamıyorduk. Sebebi çok açık! Öyle bir nesiliz ki ne aydayız ne unda, ne yalnızız ne kalabalık, ne tufanız ne dizgin bir meltem, iki kere iki dört diyebiliriz; içimizdeki nefretlerin toplamına fakat yüreğimizde kime yer var derken alan hesaplamayı bilmediğimiz için hep birilerinden kazık yeriz. Biz çamura batmadan öğrenemeyen nesiliz, ya bir kalpte ya da bir infaz kurumunda hapis yatmadan cezamızı asla çekemeyiz. Sonraki yerimiz, beyaz ve hava geçirmeyen bir yerde saklı tutulup toprağa götürülen sevdiklerimizin arkasından gidenin aslında elimizden yitip gidenin zamanın ta kendisi olduğunu anladığımız yerdir. Hal bu ki o kadar yazar, kalemi gözümüze soka soka bu hayatta hüznün de var olabileceğini anlatmıştı. Ama biz, vay be, deyip geçmekten başka bir iş yapmaktan mahir değildik. Kendisi beni okuldan almaya, yeni aldığı arabasının yeni yıkanmış kokusunu hissettirerek evime götürdüğü sırada aklımdan geçen bu hayatın işsizliğini tespit etmekle meşguldüm. Dağlık bir alanda mı mangal yapmak zorundaydık, elbette. Bizim toplumun aşkından öldüğü fikir; işimi, kimseyi rahatsız etmeden görüyorum, fikridir. Kötülüklerin anası diye tabir edildiğinde hutbeyi icra eden adama haklısın deyip de masalarda açmamız kadar tezat olabiliyorsak, bence tam bu noktada yaptığımız bütün kötülüklere karşılık iyiliği tezat olarak kullanabiliriz. Zaten Tanrı’yı yanlış anladığımız nokta da bu husustur. Bizden ne fenafillah ne de bekabillah seviyesi istiyor, sadece parayla cenneti bir tutmamamızı emrediyor. Yunus’un dediği gereklilik meselesi, Allah’ı görmek isteyip bütün nimetleri es geçene hediyenin en büyüğü verilir, mantığıdır. Bizimkiler Tanrı olmadan dinin anlaşılmayacağı kaygısına varmaktan kafaları karışmış vaziyette bira şişesinin dudaktaki vuslatı biter bitmez yaptığı vaizliğe diyeceğim pek bir şey yok. Kimsenin aklını başına almasını dilemiyorum ki. Akıllar eğer başta olmasaydı zaten aklını başına almak için bu kadar tövbekar bir zan ortaya çıkmazdı, kimse kimseye yardım etmezdi. Gerçek yardımlaşmadan ziyade, yaptığımız şey tam olarak bize küçükken öğretilen, günaha karşı sevap misalini sindirmemizden kaynaklıdır, bütün bu bir lira dağıttığımız dilencilerin varlığı. Acaba birilerini anlayamamanın vicdani rahatsızlığını ne zaman duyacağız? Zekatı verdik çok güzel, bak kızım; kalp kırmak, Kabe’yi kırk defa yıkmak gibidir, öğüdünü de verdik velede, o da güzel, peki biri bir şey anlatırken yıllarca işittiğimiz okuduğumuz mekanizmayı harekete geçirmek yerine, hııı-evet-tamam gibi ifadeleri karşı tarafın zihnine ağız bandı gibi fırlatmanın manası ne? Vakit ayırmak gerek vakit! Kaldırımda sessizce bize ne oldu diye bakan adamın filmini yaptıklarında alkış tutup üzerine sigara yakanların kafalarındaki aydınlanma, ancak filmden beş dakika sonraya kadar devam edebiliyor. Aslında bastıkları kaldırımların ötesine geçemedikleri her dakika ancak böyle parasal yardımlı vicdanlarla huzurlu uyuyabilecekler. Gülmenin sadaka olduğunu bilenlerin istemediği halde sadaka düşkünlüğüyle gülücük saçmanın sahtekarlık olduğunu bilmemesi beni çileden çıkarıyor. Ayrıca askerliğin adam edeceği kanısında boğulan babaların beceriksizliğini bir kılıfa doldurup çocuğuna topu atmayla meşgul olması kadar saçma vicdani rahatsızlıklar bütünüyle boğuluyor o topluluklar. Boğulsunlar, akıllarının tavanında can simidi var, yalnız çok yüksek! Tam oradan atlayıversin, ego yüklü gemileriyle, başkalarının biricik dünyalarında kaybolmak isteyen vasıf korsanları. Sadelikten çok uzakta yalnızlık naraları atan bir adamın hikayesinde başlayan taziye tebrikleri, ölülerin evinde bu kadar gülümseme niçin? Tahmin edildiği üzere Mahir de anlamış olacak ki ölüler yalnızca mutlu olan taraftır. Çünkü düşünmek ve düşünmeye vakit ayırmak zorunda olmak eziyeti son bulmuştur. İtaatsizlik devletinde, masada boş viski kadehi, odadan ağlamaklı bir erkek sesi geliyor. Mahir’in sesi bu demeye kalmadan gözleri kızarmış bir halde odasından dışarı çıktı. Aldatılmıştı. Ne büyük bir klasik, Beethoven’i dinleyip huzur bulmaya çalışan bir Anadolu’nun aradığı huzuru, bağlamanın ilk dokunuşunda bulması temalı bir bakışla salondan süzülüp her zaman muhabbet ettiğimiz masanın etrafına doluştuk dostlarca. Yanımda gelen istihbarat subayının dikte edici sesinden medet ummaya başladı Mahir. Denizde boğuluyordu da Mevlüt ağabey ona can simidi fırlatıyor gibiydi. Ne olduğunu tahmin etmiştim. Arkadaşlarımızı kıramadığımız gerekçeyle doğru insandan yana olmadığını ona hatırlatmadığım için sanırım suçluydum. Ben, çay demlemek üzere mutfağa yönelmişken bira şişesinin açılan kapağından çıkan ses, Hasan ve Erdi ile oturup içtiğim huzurlu günleri anımsattı. Onların, bir zamanlar samimi gülüşlerinin olduğu yerlerde bir adamın yıkılışının kemik kırılır gibi beton parçalanma sesleri yankılanıyordu. Kocaman vadilerden oluşan yürekle hibe edilmiş ömürlerin, sesin geri geldiği boş bir vakit öldürme niyetinden öteye gitmeyişidir bu ağlayış ve yakarışlar. Chris Culwer; alkol içen insanların, dünyayla mücadele etmeye güç bulamadıklarından onu unutmayı tercih ettiği bir durum olduğundan bahsetmişti. Pek katıldığım söylenemez. Bir şeyi unutmak diye başka yalan olamaz, yerin yüzsüzlüğünde. Karıncalanan ayaklarım bunun bir göstergesiydi. Batuhan’la giriştiğimiz efsane işlerin bedelinden kısa bir süre sonra ağlayan köçek yürekli adama çay demlemek üzere olmak, yorulmayı haklı kılmayan gerekçelerimden sadece biriydi. Aklımda birinin olmayışı, güven kırılmasının yarattığı depremlerden, genç bir yapımın yaşlılığa tutuklu halinin temsilinden başka bir şey değildi. İhanet eden gözleri iyi bilirim, gereken sevgiyi göstermedin, tümcelerini sezdirmeye çalışan alaycı tavırdan ibaret. Erkeklerin düşkün yaratılmasıdır, gözdeki bu sululuğun isabetli atışı. Yılın ilk gününün gecesinde, elimdeki votka şişesini düşürmemek için buzda yürümeye çalıştığım anlar geldi aklıma. Okey masasında Sadık ve Ahmet bekliyordu, ben parkta Suriyelilerle votka içip hiç anlamadığım dilde anlatılan acıları bildiğim bir kelime olan ‘E’ ile onaylıyordum. Sokakların aslında ne kadar aydınlık, evdeki odaların aslında ne kadar karanlık olduğunu ancak derdini içinde tektonik plakalara çeviren insanlar bilir. Elbette herkesin kendince derdi büyüktü ama anlatmayı beceremedikleri için dillerindeki özrü kabul etmediklerine binaen yapılan isyanlara karşı gelip küçümsemek neden peki? Saçlarındaki dalgaları vursaydı o sevgililer, onları seven erkeklerin yüreklerindeki kıyılara, o sahillerde dolaşırdı; hayallerdeki kız ve erkek çocuklar, sevdiği haricinde bir kadını sevmediğine yemin etmenin başka bir yolu olan, kızımız olsa keşke, istekleriyle yeşeren umutlarda biten kokteyl bardakların olduğu güzel şezlonglar, kıştan kafasını kaldıramayan kadınların, izledikleri dizilerdeki karakterleri kavuşturdukları o kendi hayallerinden örülü danteller üstündeki hayatlar büyük bir delildir. Gözlüklerini, ağlayınca ve sinirlenince çıkaran adamların bilgelik güzelliklerinden ziyade, sahte okumuşların bilgelik taslayan yuvarlak gözlükleriyle Ahmet Kaya gibi yaşamışız demeye çalışmaları berbat bir egodur. Bunu, kim ne derse desin, eleştirenleri topa tutan okumadıkları kitaplarından seçtikleri ve hatırlayabildikleri üç beş cümleyle ifade eden kişilikler türedi bu aralar. İnsan yüzü, hiçbir şey anlatmaz! Öylesine kalfa niyetli sahtelikle öğrendik ki yaşamayı, birbirimizi tanırsak sosyal bir varlık olmadığımız gerçeğinin kitabını yazabiliriz. Suratı asık bir aksakallının aslında iyi kalpli bir insan olduğunu merhamet deryası karakterliliğini işitmişsinizdir. E o kadar kalbin içine ettikten sonra, bir zahmet merhametli olsun tabii. Neyi tamir edecekse artık, edemez de. Madem sessiz ve sinirli insanlar bu kadar merhametli, güleç olmayı deneyecek kadar da cesurdurlar umarım. Gözlerinin kırışmasından korkmasınlar! Sahte edebilerin dillerindeki "Yolun yarısı’’ sakızlarından bir parça alsalar yeter. Zaten anlamayacaklar, ne güzel söylemiş şair, deyip rakıyı içtikten sonra gün ortasına kadar uyuyacaklar, ertesi gün küfrederek azıcık maaş aldıkları işlerine gidecekler. Ne işe yaradı peki bunca yazmak? Yalnızca, yazarın içindeki derdi azat etti. Bu firarların adresini sorgularken çay demini aldı. Salona geldiğim sırada; Mahir, subaya Barış Akarsu’nun öldüğü yıllardaki memleketin huzurunu anlatmaya koyulmuştu ki o dönem tek şikayet genç bir insanın ölümü üzerineydi sanki. Elimizdeki tasoların ve beyblade zımbırtılarının hatırlattıklarını geçeyim; eskiden, bisikletle asfalta çıkmak heyecanı diye bir şey vardı. Belki Mahir onu anlatmalıydı. Çünkü erkeklerin araba kullanma hevesinin ilk adımıydı o asfaltta iki petrol ürününün karşılaşması. Kırsal bölgesinden gelişme beklenmeyen bir yerde büyümüşseniz, ana yoldan geçen arabaları sahiplenme hevesine tutulup gün batırmışsınızdır defalarca. Aile pikniklerinin uykusuzluğundan asla rahatsız olmadığınız günlerden, azıcık erken uyanınca şikayet eden size yolculuğunuzu sorguladığınız, gözleriniz çapak tutmuş halde, aç karnına yaktığınız sigaranın tadında bir aydınlanma geliyor. Bu herkes için geçerlidir elbette. Şimdi yetmişini domino eden adamların anlattığı anılardan anlamalıyım ki onların da aileleriyle gittikleri pikniklerden haz duyması olağandı. Eskilerin hep eskiyi özlemesi, ilk insana kadar bir serüvendir. Hor görme, bu kadar moda ve kabul gören bir sadelik değilken balkon sabahlamalarının değil, o balkonda oturmak için yaptığımız hazırlığın tadının başka olduğunu anladım biraz. Mahir, çay bardağının kenarlarını kırmaya uğraşan sinirli parmaklarının çay kaşığını boğazladığı halleriyle, subaya anlatmaya çalıştığı ihanet hikayesinin benim dalgınlığım ve eski pikniklerden düştüğüm bakışlarımın fark edilmesi kafa kafaya tokuştu. Sebepsiz olmaz ya Mahir, devlet bile sebepsiz zenginleşince sana ceza kesebiliyor. Hal bu ki dünya nimetlerinden faydalanmak ve tefekkürle ayrılmak üzere gönderilmemize rağmen bunca kısıtlama ve imtiyazsızlıklar silsilesi niçin, deyince Mahir’in Müslüman görmüş Haham bakışı, ortada bir çıkar yarışı olduğunun ve düşmanlığın olmadığını benimsetmesiydi. Subay arkadaşımın uzattığı sigarada şifa bulmuş gibi çakmağı birden bire çıkardım cebimden. Üzerimdeki eskimemeye yemin etmiş; her seferinde, eski ürünler hep kaliteli olur dedirten, montumun cebinde kaybolmamasını ümit etmediğim bir fotoğrafla karşı karşıya kalınca zihnimi yitirir oldum. Bir yalnızlık, ancak bu kadar ustaca satılabilirdi. Fotoğraf makinelerinin silahtan daha tehlikeli olduğunu bir kadının ağzından duyduğumda pek inanmamıştım. Ölesiye haklı bir tespit olduğunu vurgulamak isteğimden kaynaklı boğazımda Yahudi ceketi olmaya niyetli düğmelerin Yom Kippur’a üşüşmeye çalışması kadar anlamsız gözümdeki aşk şarampolüne yuvarlanan damlayla yandım, kahrettim öz güvenimi. Bir de o sırada Mahir, yalınayak çocuklarda tertemiz geleceğin olduğunu söyleyen şarkıyı dinlerken darmadağın oluyorduk bir taraftan, ben ve o subay. Önümüzde tuzlu fıstığı koyduğumuz tabağın desenlerine dalmaktaki çaresizliğimdeki anımsamayla irkilmekten alamadım kendimi. Merdivenleri çıkarken yemek kokusunun geldiğini anneme anlatıyordum telefonda. Akabinde kapımda üç çeşit yemek dolu tepsiyle Ayşe ablayı görünce annelerin çocuklarına kıyamadığı o ilk ayrılıştakinden farksız olduğunun fotoğrafını çektim gözümdeki zehir dolu özlemin kadrajıyla. Hasan’ın sessiz ve sakin uyuması kadar dingin bir uykusuzlukla mutfağa bırakmıştım tabakları. Daha sonra tabakların, bizim bira ve viski mezemizin oteli oluşu; bizimkilerin, okula gönderirken kötü alışkanlıkları olan arkadaşlardan uzak durmamızı tembihlediği çınlamalarına ihanet etmiş gibi hissettiriyordu. Çocuklar, terminalde sevdiklerine her sarılışını son defaymış gibi yapar ama evlerindeki özgürlüklerinde boğulurken buluşmanın heyecanıyla da hatalarını duvarlara çarpar. Okula geldiklerinde gülücükler saçan birçok öğrenci gördüm, subayların inanılmaz anılarıyla ve Mahir’in sevdiğim dediği kadının aslında vazgeçmiş bir kadın olduğu bilgileriyle dolmuş kafamın içinden fırlamak isteyen uykusuz gözlerimle okulun kapısındaydım. Akşamdan kalmalar kendilerini belli etmek ister gibi gözlerimin içine en berbat halleriyle bakıyordu. Bu kadar nefret edildiğimin farkında değildim. Aslı astarı olmayan fikirleriyle; beni, dünyalarındaki Habil gibi görüp yaşamdan gözümü kırpmadan feragat etmek istediğimi anlamış gibi süzüyorlardı. Karşılarında olduğum için miydi, yoksa onların seslerini duyurmaya çalıştıklarına karşılık sessizliğimi bozmamam mıydı mesele? Her ne için olursa olsun, pet şişeye votka doldurup kendimi, soğuklara direnen Ruslar gibi hissettiren sınavlara girmekten alıkoymamalıydı. Sabah kahvaltılarının bu kadar önemsenmesinin nedeni, bireylerin günün ilk saatlerini anneleriyle geçirmekten hoşlandığı küçüklük kaygılarına dayanır. Bu nedenle sofrada herkesin olması gerektiği kanısı peyda olur. Sofraya gelmeyen, ya haddinden fazla yenileşmekle suçlanır ya da umursanmaz ve uykusuna devam etmesi tembihine dahil olur. Zorla uyandırıldığım kahvaltı havasında eğitim görmekteydim. İstemiyordum ancak tam da o saatlerde, beynin besin zinciri görevindeydi, elbette piramit ters dönmüşken en üstte saygınlığın olması beklenemezdi. Gülmeliydim, avlanmalıydım ve en ilkel yanlarıma cevap vermeliydim. Öksürmenin nöbetleşe hatırlattığı erkenden ölüme koşma merasimlerine karşılık gelen bir mevsimin damgasını çoktan yemiştim. Birilerinin duygularına tercüman olmak gerektiği inancıyla yapılan aldatılmış adam bestelerinin, kıskançlık krizine sürüklediği erkeklerin dünyasında, yalnızca rahatsız edilmemek olması çok garipti. Yelkenlileri andıran saçlarıyla karşıdan gelenin gözlerinin içinden düşman veya dost olup olmadığını seçmeye çalıştığım sırada, arkamdaki kantin kapısından beliren rahatsız edici bir ses duydum. Bu tınının bana yabancı gelmesi kadar nefretime bu kadar mukayıt olması da canımı sıkmıyor değildi. Tabii o sırada Mahir, elinde kahveyle, sigaranın zehrini en çok hafifleten ürünle yanımda bitti. Aşık olmak üzere olduğunun çanları çaldığında, bir tarafa doğru meyletmem gerektiğini anlayıp uzaklaştım. Dildar adında, müzik öğretmenliği okuyan kadının, Mahir’in kalbini kapkaçla kaptırmasına ortam hazırlayan süzgün bakışlarında üzüntü ve hüsnü zan olması, okuduğum kitapların hepsini çöpe gönderecek kadar naif bir yakarıştı. Buruşturulmanın sadece kağıda mahsus olmadığını hatırlatan imzasız gıcık sesin ona ait olduğunu hayal edince müzik öğretmeni olmanın kısaslarından birinin sigara içerken geçerliliğini yitirdiğini sezdim. Tabii Mahir’in kulağındaki cennetin ağaçlarından birinin dalına konan serçeden farksızdı Dildar’ın sesi. Tam o anda adına yakışır, ölümü korkutan Hamza yürüyüşüyle bir yiğit yanıma geldi. Kendisinin hilal bıyıklı olması, beni okula zırhlı araçla götüren polislerden birinin bakışlarını gizlemek için dikkat dağıtmak adına bıraktığı bıyığını hatırlattı. Arkadaşlarım arasında en içli olan çocuklardan biriydi. Galiba o da Mahir’in karadul tarafından tuzağa çekilip hazdan sonraki ölümündeki salaklığını fark etmek üzereydi, sigara yakınca onun da anladığından emin olarak tekrarlamamız gereken bilgileri gözden geçirdiğimiz esnada Mahir yanımıza geldi. Yürüyüşünde bir problem vardı. Aksak bir gazinin gururla kaybettiği uzvunu yücelten sağlam diğer uzvuyla yürümesine benzer bir yorgunlukla ve bir o kadar bıkmış ses tonuyla mektup yazmak istediğini anlattı. Benden gördüğü geleneğin işe yaradığını zannedip yardımımı istedi. Gönülde Fatih olduğumu sanıyorlar. Ben, hayal dünyamdaki kabul edişleri gözümde canlandırarak yazdığım satırların yıkımına uğramamış gülümsemeyle daldığım hayattaki tek umudum olan sevilme arzusuna sıkı sıkıya bağlanıyordum. Anlamamakta ısrar ettikleri şey de sakalıma kadar işgal duygusuyla saldırgan renk değişiminin dışında bir meselemin daha var olduğuydu. Hararetle sadakatin peşinden gittiğim yılların seçtiği en samimi duygularımın, nefret mektebinde en iyi talebe olarak yetiştirmesi işten olmayan o yalnızlık isteklerimdeki kaygısızlığın bedelini ödedim her dizede. Eve dönerken kolumdaki sakız paketinin dövme yaptığımız havalarını estiren kağıtları, Batı hayranlığını, sanırım o zamanlardan işliyordu zihnimize, komşunun akrabası güzel kızlara atmak istediğimiz havanın peşindeydik. Yağmurlu Ramazan ayını yarım yamalak hatırladıktan sonra aynı ayda burnunda iftar saatine yakın yayılan kokunun benzerini duymanın yaşattığı yaşlılık duygusunu hangi kalemle anlatamazdım, bilmiyorum. Ayrılık, ölümün şehirlerinden bir kapıya adımını atarken el sallayanların tadabileceği bir şeydi. Dizelerdeki kadına olan ithafımdaki o hüzünlü ayrılış samimiyetini hangi ses tonum titrek bir şekilde anlatabilirdi ki? Mahir’i inandıramadığım durumda buydu. Kendi yazıtlarının, öz duyguları dışında bir mecmua olmayacağı garantisini verdiğini söylemeye çalışıyordum. Sevgiyi yıllardır bekleyen kadınlar var; eşlerinden, öldüklerinde bile elbiselerine sarılıp pişmanlıklarını parfüm kokularında boğmaya çalışıp sessizliği mezar gibi kullandıktan sonra bir kağıda yazıp attığından eminken dua etmeye kararlı yürüyüşü sergilemeyi beklerler. Robotlaşmayı, eleştirel bir dille ifade eden kişiliklerdeki tezatlıklardan yola çıkarsam, bayağı yorulacağım demektir. Haliyle bunu Mahir’e değil Dildar’a anlatmak gerekiyor. Sesi titrerken kravatını çözmek üzere kalp krizi geçirmiş adamın bakışlarını gören kadın elbette özgüvensizlik sezecekti. O anda başka bir arkadaşımız bizimle buluştu. Tam bir panayır alanıydı. Kadınların teşekkür etmesinden bile etkilenecek kadar sevgisiz büyümüş olamazdık. Biz erkekler doğduktan sonra dedemizle mahallede gezip soyun devam ettiğini ilan ederek adım atmak zorundayız. Kız kardeşlerimiz de annemizin yanında yemek yapmayı öğrenerek düzgün oturup kalkmanın idmanlarını yapar ve el işiyle kazak örmenin takdirlerini toplamayla meşgul olurdu. Bütün mesele; erkek çocuğuna, kız kardeşiyle beraber yemek yapmasını öğretip babalarıyla bahçıvanlık yapılmasının talep edilmesiydi. Kirlenmeyi öven reklam filmlerine aldırış etmeyen ebeveynler, çocuklarının üzerine ufak bir çamur sıçradığında döve döve eve alır üstünü değiştirdi. Sonra o çocuklar büyüdüğünde bir kürek vurmayı beceremiyorsunuz, eleştirisini bir hak olarak görürlerdi. Bize kalem tutmayı öğrenmek için onca zamanı hibe ettiler, saçları beyaza bürüdüler. Şimdi bir kadının karşısında konuşamamanın suçlusu eril toplumdur, diyememek cahillik olamazdı. Bugün, derse girmemeyi düşünüyorduk. Ben ve sevgili arsız dostum, göl kenarına doğru yürüyüşe çıktık. Bir insan, bu kadar konuşkan olup da kendini anlatmaktan nasıl bu kadar korkabilirdi? Bir açıklamam vardı. Deniz görmemiş memleketlerdeki çocukların dünyasına dokunduğunu, sosyal medya hesaplarında paylaşmaktan yorulmayan sözde öğretmenlerin tayin hayali kurduğu samimiyetsiz gülüşleri buna en güzel örnekti. Biz öylesine öteki bir topluluktuk ki üniversite hocalarımızın bizden asla ümidi yoktu. Yalnızca ders geçmek için gelen öğrencilerin eğitim fakültesini güzide olmaktan çıkardığını, aptal bireyler bile olamayışımızı bakışlarıyla yeterince hissettiriyorlardı. İlk dersimiz, sözde her çocuğun özel olduğu teorisiydi. Öğrenci yetiştirmek için öğretmeni yetiştirmek gerekmiyor. Otuz yılı çöpe atmamız gerekebilirdi. Japonya böyle yapmıştı çünkü. Ancak bir üç yıl daha dayanacak gücümüzün olmadığı gerçeği sadece öğretmenlerin içgüdüsüydü. Bu büyük meseleleri, aşkın duvarlarını aşındırarak konuşurken okulun kapısına çoktan dönmüştük. Memlekete gitmenin arzusuyla yanıp tutuşan gençlerle tanışıyorduk. Çok uzaktı, gerçekten fazla uzaktı. Öyle ki eve gideceğim sabah otobüse binemeden önce tıraş olurdum, memlekete vardığımda sakalım çıkardı ince ince. Abartı yoktur, yirmi dört saat süren otobüs yolculuğunda, yanınızdakiyle yaptığınız sohbetin psikolojik meselelere kadar gitmesi, seyahat sosyalleşmesinin bir örneğidir. Mahir’le de öyle tanıştık zaten. Hemşehriydik, o daha bir oralıydı ama. Bizim oralara daha aşık biriyle karşılaşmamıştım hiç. Balkon, semaver, tuzlu balık, hedik, bulgur pilavı, keledoş onun mutfaktaki eczanesinin ürünleriydi. Keşke ilacını memleketinde ararken bir kere de kendisine danışabilseydi. Belki Dildar’a aşık olduğunu söylemek yerine intihara sevgisini feda etmezdi. Sakinliğinden eser kalmamış, bağırtısından bir dirhem sönmemiş dilsizliğinden kalkmamış ve morluğu hiç geçmeyecek gözleriyle imamın döktüğü suya karşılık verircesine kollarının hafifliğini hissediyordum. Gül suyunun kokusunu uzun süredir duymamış olmanın yerinde durmasını tercih ederdim. Daha çok yaşamayacağımız günler vardı. Ölümünden sorumlu olanın kendisi olduğunu Dildar’a anlatıyordum. Eşiydi ve cenazesine katılmak dışına bedenini son kez suya kavuşturma görevine katılmak istemişti. Mahir’in hortladığını gördüm ve korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Yüzüme su atıp dinlenmeyi bile çok gördüğümü iddia ederken bağırıp çağırıyordu. Gerçekten yüzümde, parmaklarıma sildiğim suyu Mahir bardakla boşaltmıştı. Kabusumda bile Dildar ile evlendiğini söylediğimde yüzüme aptal bir gülümsemeyle bakıp ona her şeyi itiraf ettiğini söylemişti. Kantindeki masalardan birinde uyuyakalmamak gerekiyormuş. Keman sesini duyduğum her dakika duygusallaşırım. Küçük yaşlarımızdan itibaren dizi kültürümüzde, sakin bir tonda çalınan keman hep duygusal sahnelerde bilinçaltımızda dans ediyordu çünkü. Deliliğin başlangıcıydı. Hakkında şikayet vardı Mahir’in. Kulağımda o keman sesi yankılanıyordu. Dildar’a öyle masumca bakarken kelepçeyi takıp ekip otosuna koydular onu, tabuta düşman koyar gibi. Ne oluyor memur bey, soruma cevap alamayacağımı bildiğimden, Mahir’den arabanın anahtarını o arada çoktan almıştım. Peşlerine düştüm ve karakola vardığımda içeri almadılar beni zaten. Fakat kapıdaki polisler kendi aralarında, sonunda deliyi bulmuşlar kamber de yolda, diye konuştuklarını duydum. Meğer Dildar, ona olan duygularını çoktan biliyormuş. Bir yıldır kızı takip ediyormuş da artık tacize girince Mahir’i birkaç kez zaten tutuklamışlar. Emniyetin götürdüğü doktor, akli dengesi bozuk damgasını yapıştırınca da daha fazla beklemeyip okulun önünden onu almaya gelmişler. Ambulans da karakolun önüne yanaştı. Bütün bu tedbirler, benimle yıllardır aynı evi paylaşan adam için miydi? İmkansız! Çünkü ben onu tanıdığımı zannediyorum en azından. Anlatabilirim size memur bey, kapının deliğinden yüz kere bakmadan asla kapıyı açamayacak kadar korkak bir adamdır. Öyle ki karıncalar onu incitmiş küçüklüğünde. Derdini anlatacak kadar beyin hücresi kalmadı diye hürriyetten yoksun olması gerekmez ki. Sorguma devam eden polislerden birinin, bunu salın gitsin, dediğine inandığım kolumdan tutup karakolun dışına fırlatan adam arasında nezaket analojisi yapmak imkanlıydı. Bir yandan Dildar çok haklıydı. İstemediği bir adamla niçin birlikte olsun ki? Tacizdi bu, apaçık. Ben sadece yanımda kalan adamın yaşantısını anlatmakla mükelleftim. Onu savunacak değildim tabii. Mahir’e ne olduğunu bilmediğim bir haftayı doldurduğum günün gecesinde telefonuma ismimle hitap eden bir mesajın gelmesi kadar gerginlik veren başka bir şey yoktu sanırım. Yastık altındaki bileziklerinden başka bir varlığı olmayan kuyumcu aceleciliğinden ibaret bu davranışın kime ait olduğunu öğrenmek için çevirdim numarayı. Telefondaki Dildar’dı. Ben onun eski sevgilisiydim, bunu polise anlatamadım, tedavi olmayı kabul etmiyordu, ben de böyle bir yalan uydurdum, çok pişmanım, diye ağlamaklı kadın sesindeki pişmanlığa hak vermekten başka seçeneğim yoktu. Doludizgin bir hayatın olduktan sonra mutlaka suça bulaşırsın, yakalanırsın, işkenceye maruz kalırsın. Dildar, bir görüşme teklif etmişti, her şeyi anlatacakmış gibi geliyordu ki yanılmadım. Mahir’in hikayesini hiç dinlememiştim. Annelerine anlatmaz erkekler. Anneleriyle aralarındaki duvarları yıkıp geçtiği ilk aşk duygusundan nem kaptığı sevgililerine anlatırlar. Şok içinde dinliyordum. Adam istihbaratçıymış. Büyük bir operasyon kovalamacasında kayalıklardan düşmüş. Beynindeki bir bölüm hasar görünce yakın zamanı hatırlamakta güçlük çekiyormuş ki bu da onun niye bu kadar sinirli biri olduğunu açıklıyor. Tabi kolluk kuvveti görevini seçmiş insanlardaki sinir ve aksiliğin oradan gelmediğine yemin ederim. Rusların uykusuzluk deneyindeki gizemi bizim kendi memurlarımızda aramanın hiçbir sakıncası yoktu. Bence bütün mesele mesai değildi, insanın uykuya muhtaç bir biçimde yaratılmasından kaynaklıydı. Bu adamlar çok az uyuduğundan, yaşam muhakemesi yeteneklerinden ödün vermek durumunda kalırlar. İyi istihbaratçıların hep gözaltı torbaları vardır. Bu da benim dikkatimden kaçabilen bir şey değildi. Çekmecede hiç bulamadığım ama her akşam aynı yerine koyduğuna yemin edeceğim tabancayı Mahir, özenle saklıyordu. Hakikaten, ailesi hakkında da hiçbir şey bilmiyordum. Yetim ve öksüz olduğundan bahsetmişti. Ama öyle değildi. Devletin, bu adamları seçerken ailesini sevmeyen vatanını sevemez, mantığındaki arayışını kavramış olmalıydım ki bu mesleği yapan biriyle aynı evi paylaşmış olmanın verdiği gizem ve bunu hiç anlatmamış olmasının üstleri tarafından tembih edildiğini bildiğim birçok sözcük duyuyordum birinin ağzından. Şikayetinden vazgeçerse onu geri bırakıp bırakmayacaklarını sordu bana. Ben de bunun yasalar gereği mümkün olmadığını ifade ederken Mahir masaya oturdu. Sizi bastım diye kahkaha attı. Elbette öyle bir klişe olmayacaktı da tımarhaneden de tüymenin zevkini tatmış gibi neden gülümsüyordu. Doktoru öldürmüştü. Bir görev için deli numarası yaptığını söyledi. Beridler ve ulaklar insana kafayı yedirtir. Şüphe içinde bu kadar rahat hayat nasıl yaşanıyor, gerçekten anlamıyorum. Hemen telefonla olan özlemimi giderdim ve sarıldım. Birileri bana bir şeyler anlatmak zorundaydı. Kafayı yemek üzereydim. Sonunda üçüncü aramadaki usta meslektaşlarımdan biri olayı teyit ettiğinde, kimliğini biliyorsam ölmemek için sessiz kalmam gerektiğini de ekleyerek telefonu suratıma kapattı. Yüzümüzde toplanan vücut ısısının verdiği hararetle bir açıklama bekliyorduk benle Dildar ondan. Eğer bu olanlardan sonra kimliğini ifşa edersek gözünü kırpmadan bizi öldüreceğini söyledi. Masayı terk etti, alışkındım. İlk defa ölüm tehdidi almıyordum. Gömleğimi açmaya çalışıp içindekini fethetmek isteyen kadınların yanında alkol içmenin yasak olduğu zamanlar terbiyemi almıştım. Acı bir gülümsemeyle yanımdaki insanı teskin edip sakinleşmesini ve korkmaması gerektiğini ifade etmekten başka bir şey gelmiyordu, barut kokan ellerimden. Sol yanımdaki melek niye sustu? Süleyman gibi mezarda yatmak isterdim, galibiyetin ardından ölüm yenilgisinin varlığını hatırlamak adına, kibrimi toprağa gömmek için. Eve gitmeye karar verdik. O sisin içinde binaları seçmek zor oluyordu ya da ben ağlıyordum, bilemiyorum. Eve vardığımda içeride oturmuş viski içiyordu. Karşısında da benim tanıştırdığım istihbarat subayı vardı, o da gülümsüyordu. Neyi komik, çarmıhına koyduğumun dünyasında olanlar diye bir sitemle üzerine yürüyünce bir viski de bana doldurdu. Artık sen de işin içindesin dedi. Ezberlemem gereken bir sürü kanun ve nizamname tutuşturdu elime. Kendisi gibi beni de delirteceğini düşünüyordu. Ama zaten ben onu dizginlemek adına vazifelendirilmiş birisiydim. Hesaplarındaki kararlılık tutarsızlıkla mücadele etmeden iki yıl önceydi bu olanlar. Karşımıza çıkacak ordulardan asla korkmuyorduk, köpekten ödümüz kopardı. Boğuştuğumuzun, nefsimiz olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalana dek onun dibinden ayrılmadım. Bizden bir yerde işe girmemizi ve okul içinde tertip sıkıntısı olduğunu ifade ederek peşinden sürüklüyordu. Dalga geçiyor olmalıydı. Pardon, evinin içine kadar girdiğim demokratların raflarında bulunan kitapların içindeki tümceleri ezber edince kavrama zenginliğimin hazzını duymakla meşguldüm. Çenesi düşenlerin çenesini kopardığı yerdeydi alemdarlık yapmak. Bir sahil gibi devletin, kumsalındaki kum tanesinin yardımcısının yardımcısı vazifesindeki yıllarda yıpranan ömrümü, şimdiki ömrümün karşı kefesine koysam, taziyemde beni görmeyenlere el sallıyordum. Belki bu kadar cenaze kaçırmamış olurdum. Sınıf arkadaşlarının güle oynaya girdiği kafeteryaların önünde mendil satarak birilerini peşinde olmayı istemeye çok adam tanıyordum. Onlardan birinin çöp bidonunun yanında çöp poşeti giyerek karşı adımı izlediğini duyduğumda delilik böyle bir şey diye haykırmıştım. Başıma geleceğinden değil de bu düzende işlerin, kalem sallayanların tahmin ettiği gibi duygusal ilerlemediğini hatırlatmak üzere staj yaptığım okula gidiyordum. Sözde pırıl pırıl gelecekler çıkacaktı karşımıza, yalan! Onlar bizden daha çok değişmişti. Ne bileyim, hatırladığım son şey, kravatsız okula gelmenin yasak olduğu ve gri pantolonu olmayanın çöp toplamaya mecbur bırakıldığı düzendi. Hayaller, umutlar ve arzular çok değişmişti. Kavgalar bile izlediğim filmlerden farksızdı. Geleceğimizi oluştururken kendi yüreğimizin zemininde uyuyakalmış kadınları ve erkekleri uyandırmadan demir alıp gitmiştik bile. Ağlamalıydım bir köşede, bırakın ağlamayı, bir sigara yakacak vakit bile yoktu. Alman biçerdöverinden kaçan Yahudi’yi ilk o an anladım. Biz de zamandan ölesiye kaçıyorduk. Tabii dünya yuvarlak olduğu için o da bize doğru geliyordu. Alparslan’ı görmek istediğimi sokaktan geçene nasıl anlatabilirdim? Yaşamak neden bu kadar kolaydı ki? Ölmek daha zordu. Süreci oraya çeken ipleri elinden kaçırıp yakalamaya çalışmaktı yüksek bir yerden aşağıya bakmak. Yeni bir güne uyanmayı istemiyordum. Bir zamanlar, dini bütün bir insan gibi takvamı yükseklerde hissettiğim yıllarda, öğrenci evlerinden birine girdiğim zaman yerdeki bira şişelerinin içinde küffar bir meze hissettim. Öyle güzel söylemiş ki kınadığın şey başına gelmedikçe ölmezsin, diye güzel bir ders notunu o adının en çok kullanıldığından bihaber olmayan güzel adam. Sabahına uyanmamış olmayı dilediğim günlerden birinde güneş, gözlerime halatı fırlatmış, göz kapaklarımdan dünyamı aralamaya çalışıyor ama beyaz renkte. Etrafımda bira şişelerinden dağlara şiirler yazabilirdim. Şirin olsaydı onları yıkmaya kalkabilirdim. Memlekette su yokken dağları delmek, ancak romantiklerin işiydi. Piramitte ilk alanı çoktan aşmış oluyor insan aşık olunca. Değer görme basamağında sıkışıp dünyasını kendi elleriyle arazi sahiplerine hibe etmekten de geri durmuyor. Bütün bunlar olurken ulaklar etrafımda dört dönüyordu. Derse girmek zorundaydım, erken uyanmamış olabilirdim. Öğretmenlerime göre ben, derse gelmekten aciz ve uyumayı seven bir öğrenci tipiydim. Herkesin gerekçeleri vardır. Onlar gerekçelerini susturabilecek kadar sağlam kafaya erişerek o tahtaya erkenden geçebiliyorlarken; bazılarımız, dilindekini akla anlatmaya çalışan yüreklerimizin ağzına bant çekecek kadar şanslı olamayabiliyorduk. Nasıl zanlar altında olduğumuzun, yüzümüz tarafından ifade edilebilmesi, bunu sadece psikoloji okuyanların öğrenebilmesi ahmaklığındayım. Sessiz oluyorlar genelde. Tavsiye vermekten geri durmuyorlar. Aklıma iş yerindeki güneş saçlarından alnının üstüne tel düşmeyen gardiyanım geldi. Sebepsiz bir kardeşlik duygusuyla bezeli alışkanlıklardan örülü hayatlara yabancı kalan ziyaretçiden farkı neydi? Ağzını giyotinden geçirsen başını öne iteleyecek kadınlar tanıyordum. Güneşin tuvalinde saçlarını boyayan ve narin kalplere Yunus olmayı başarabilen vesairelerle dolu hayata sahipti o. Terk edilmiş veya terk etmeye yüz tutmuş anılarından geriye tecrübe defteri kalan adamlardan yalnızca güvenilir olandı. Doğayı anlamadaki mahareti Mahir’in de nazarından kaçmamış olacak ki onu davet etmemizi ara ara tembihliyordu. Kapalı kapıların ardında duruyor, o nazlı bahçeler. Parktaki yağmurdan ıslanmış oturakların yalnızlığını paylaşan kederkeşlere tuhaf gelen bu cinnet amirliği olmasın. Daha büyük bir meseleydi ki Arapların icadı meretlerde bulduğumuz huzuru aramaya koyulduğumuzda aramızda dağlardan güller dikilmiş, tartışılmamış konulardan kitapların sayfaları saçılmış ve siyah saçların ardına gizlenmiş aşkların içi deşilmişti. Sarhoşluktan kastın ne olduğunu bilmiyorlardı bence. Ölümün son raddesindeki pişmanlık kelepçesinde aranan kafa yorgunluğunun teslim olma çığlığından ibaretti. Dikili taşlara anlatmak yetmiyor. Hülyalar, aldatıcı birer gerçeklikle hasret giderirken, bu şehirlerden gitmek gerekiyor. En son yirmi bir gram olunca ferah bir huzurun içinde tümce yazıyor olmanın verdiği mutluluğu ancak Mahir anlatabilir. Tek bir ağaç yetişirse koca arazide, o ağacın meyvesini görmek yalnızca hırsızlara mahsus olur. Dileğim o ki çiçekleri dağıtırken saçılan gülücükler, diğer meyvelerdeki humusun kölesi olsun. Kalpteki dünyaları çölden ibaret nesneye döndüren bu hakaret sözcüklerine aldanırsa insan, daha çok yastık değiştirir ağlamaktan. Zaten sevmek de ona benziyor ya. Soğuk yüzünü çevirince rahatlar kadınlar, erkeklerdeki sıcak dünyadan bunaldığında. Gece boyu dünyada yaşamamayı hayal edip onu sevmekten geri duranlara kendi ölümüyle acı çektirme peşinde gitmek, sağlıklı kafaya erişmekte bir çıngıraklı yılan vadisidir. Yaşamayı sevmeyen zatları öldürmek en doğrusu olur. Kalpte öldürelim ki insanın yaşama hüviyetine hakaret etmeyelim. Fakat sokakları ne yapacağız? Ellerim soğuktan donarken önümden geçen kadının alaycı bakışlarının arkasından koşuyor aklımdan süzülen ay ışığı fırça darbeleriyle dolu tümceler. Sonra o yastığın soğuk tarafında beni buluyor. Çorbacılarda buluyordum bakamayan bir çift gözü, acılarını hafifletemeden, kusmadan yatabilmeyi arzulayan mevzularla dolu masalarda kahkahalar atılıyordu. E hani dünya berbat bir yerdi? Daha demin kavuna rakıyla işkence eden sizlerin dünyasında yaşamak cesaret isteyenlere fırsat vermek ayıptı hani? Tutarsızlıklarına zincir vurup boynuna asan yaşamak adlı felsefeyle kendilerini avutan raptiye fikirli kişiliklerin peşinde ömür bitirmek zoruma gidiyor. Onların kadeh tokuşturmaları, geçen her bir günün yarısında çalan çanın öteki yüzüydü. Dağılırken kutuplaşmalar, bir araya gelmelerden duyulmayan pişmanlıklar, hep bir yenilik arayışı, farklı mekanlara gidip yeni bir şey gelince önüne, mutlu olan, takip eden on dakika içerisinde elindeki zımbırtıyla dünyayı anladığını zanneden bizler, hangi yaraya merhem olduk da efeler gibi masalarda anlatıyoruz? Bırakın Allah aşkına! Siz, dünyanızı aşağı kaydırmaktan şikayetçi kılmadığınız sürece, taptığınız ve inandığınız her kuruşun size olan ihanetinden kaçamazsınız. Gözümün önünde saçtığınız paralara kızmıyorum. Bende yok diye size rahmet mi okuyayım? Sizi buralara getirip eleştirmek niyetiyle meşhur eden zavallılara kızıyorum. Zaten sıfatsız dünyanızda gidecek başka bir yeriniz olmadığından buradaki yenilik arayışındasınız. Ben, aklımdaki yüklü duygusuzlukları götürmek üzere uzaktan beliren ve başımı yasladığım rayları çize çize gelen fikir vagonlarını görüyordum. Nasıl çıkıp gidiyor insanlar? Kapılar çok önemliydi. Anahtar yalnızlığı diye ezici bir duyguya maruziyet süresi hesaplanamaz. Zile basma lüksünü çok uzun zaman önce bırakmıştım. Karşılanmak, sahibi olduğumuz evde misafir hürmetkarlığını görmeyi istemenin başka bir anlatısıdır. Yağmurda yürüyenler, sinirli ve buğulu gözlere sahipken aklıma cenaze yıkama yeri geliyor. Sanırım suya olan düşkünlüğümüz, ilk yıkanmadan son yıkanmaya olan sürecin, tanısı koyulmamış hesabıydı. Kayıplara karışmak isteyen gözlerimin uzakta oluşundan kaynaklı bir üşüme ve titremeyle boğuşuyordum. Gece her zamankinden daha gündüz, gündüz de bir o kadar parlaktı. Nasıl oluyor da bu kadar aydınlık olan hava, insanları içeri tıkabiliyordu? Asılsız meselelerin güdümünde yaşamaktan sıkılmayan Mahir’in ne yapmaya çalıştığını anlayamadığım bir küllüğün zemininde, ufalanan zerrelerle istifade hayatı seçiyordum. Klozet kenarında bıktığını ilan eden seslerin arasından hızla koşup sessiz olmak istiyorum. Hani müşterektir ya hayat, tam olarak istediğimin ne olduğuna karar verememişken ölüm haberini ileten o acı acı feryat eden zil sesini kapatmak imkansız! Daha az önce sigarasını söndürüp çıkan adamın niçin öldüğünü bile sormadan bir yakını olmadığı için cenazeyi memlekete göndermek üzere refakatçi olarak gelmemi isteyen polis memurunun sesindeki pişmanlık… Dalgalanıyorum, şafakta değilim. Nazımı çekecek hiçbir hilal olmayınca gözüm görmüyor. Hemen arkamdaki havasız ortamın, ev arkadaşımın cesedinin kokmaması için var olması gerçeğiyle uzun bir yola çıkıyordum. Şoförün, hayatın boş olduğuna dair söylemleri, mahalle imamının, biz boşuz dünya değil, vecizesiyle karşılaşırken arka sırada oturan ve gömleğini dışarı sarkıtmış o güzide öğrencinin, fevkalade bir huzura kavuşmuş halini hatırlatıyor, safta secdeye gidilmeyen namazdan önceki namazda, alkollü durmak zorunda kaldığım zamandır, aklımı dindarlığın sınırlarındaki duvarlara çarptıran huzursuzluk. Beyaz yazmayı, taziyeden taziyeye takılması için evin hiç tozlanmayan köşesinde saklayan kadının bakışlarındaki Dildar minneti, yürekteki en derin aldatılma iniltisiydi. Kadınlar da yıkılır, yerin dibine gömülür hatta. Biz anlamayız ve babaların yüreklerinde taşıdıkları bombalar, onları gökyüzüne fırlattığı için uçtu gitti deriz. Haykırışlar ve yakarışlar arasında ayrıldığım evin penceresinden son bakanın pişmanlık yüzünde, memleketimin deniz gibi karartısı vardı. Geldiğim cenaze arabasıyla arkadaşım olmadan döndüğüm vilayetin girişinde bir sigara daha yakmıştım. Gittiğim yoldaki alevin, geldiğim yoldaki sigarayı yakması kadar umursamaz olmuştum. Elbette, Albert haklıydı. Döşeme ve kerpiçlerin toz kokusundan yoksunluğu arattığı döşekte uyuduğum gece, Mahir’in intihar edişindeki sebebi çözme isteğinin hararetiyle, uyumaya çalıştığım yeri aydınlatan tek ışık, sigaramın ciğerlerimi bitirmesinin alameti o küçücük yangındı. Sabah olduğunda, uykusuz kalmış ve ağzındaki sigarayı kahveyle taçlandırmak isteyen bir adama dönüştüm. Cinayet bürodaki ahbaplarım bana dosyayı vermeyecekti elbette. Fakat bu arayışımın da çözümsüz kalmayacağından emindim. Nasihat dinleyecek halim kalmamıştı. Bana bir cevap lazımdı. Dillerdeki bu bıçak düşmanlığını anlamaya çalışıyordum. Dağın başındaki samimi gülüşlerin tam zıttı, kurt postu bakışların gizeminde bir dosya araklayabildim. Hergelenin ateş ettiği silahta, mermi yatağının imzası olması imkansızdı. Balistik, silahın ona ait olduğunu yazsa da ortada derin bir örtbas vardı. Çünkü cenaze arabasında, moladayken çaktırmadan Mahir’in elini, kefenin üstünden yokladım. Başparmağının üzerindeki tüyler yerli yerindeydi. Silahı ateşlememiş bir el olduğu kesindi. Şüphelerimdeki tek kişinin elini yoklamak üzere Dildar’a buluşma teklif ettim. Bir ödev hazırlamam gerektiğini ve yardımına ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Sağ olsun, kırmadı. Amacım, tabii ki de onun hangi eliyle yazı yazdığını öğrenip mutabık elini kontrol etmekti. Sağ elini kullanıyordu. Teşekkür etmek üzere elini sıkmak istedim ancak erkekler ve kadınların en net ayrım geleneği olan tüy aldırma meselesi yüzünden sağ elinde barut kaynaklı bir tüy kaybı olduğunu anlayamadım. Bu eril fikirler ışığında elini daha uzun tuttum ve eski sevgilisinin ölümü üzerine teselli veren palavralarla parlayan gözlerimi yalan yere doldurmaya çalıştım. Ancak iyice yokladım ve elinde parlayan ateşin izini yakan kadınların düştüğü o kibarlığı algılayamadım. Katil o değildi ki zaten. Gözlerime, ben onu öldürmedim, şeklindeki acınası bakışlarını fark etmiştim. Unutulan olmaya hazırdı, evimde bir zamanlar elinde viski kadehiyle gezen adam. Eşi, onun, Dildar ile olan muhabbetinden habersiz, yazma ile geziyor ve sözde teselli için gelen kalabalığı karşılayıp onları memnun etme peşinde olma saçmalığında boğuluyordu, buna eminim. Karanlık bir hayatın ortasında polisiye romanların içinde değildim. Ben sadece öğrenciydim ve gereksiz bir maceraya atılıp katilin peşine düşecek değildim. Bu aşırı umursamazlığım, gelenekçi yapımın çatlağından sızan berbat bir düzensizlik damlasıydı. Taşkına dönüşüp içimde bir anarşiye dönüştükten sonra neye uğradığımı şaşırdığımda kendimi kaldırımda votka içerken gördüm. Adım adım ilerlemeye başladım ve bir kafede servis elemanı olarak gezgin, sırtında yılların yükü olan bir adam gördüm. Aynı kişi, az ilerideki durakta, okula gitmek için otobüs bekliyordu. Birbirilerine ne kadar benziyorlar? Otobüse ben de bindim, dersim vardı ve hiç gitmek istemediğime pişman edecek kaygılı yıllarımdan habersizdim. Ön koltukta, aynı adam oturuyordu. Hepsi siyah mı giyinmişti? Yoksa yanılıyor muydum? Evet öyleydi. Bütün koltuklarda o adamın benzerleri oturuyordu. Aralarında fiziksel farklılıklar vardı. Şoför, hareket etmemiş ve benim yer olmadığına kanaat getirmemi bekliyormuşçasına çehremi inceliyordu. Görevimi yaptım ve tek tek incelemeye başladım. Hepsi aynı kişi ama birbirinden farklı bir sürü yüz… İlk sıradaki, yüzünde gülümseme ve sağ elinin son iki parmağında taşlı yüzüklerle bir şey ifade edememenin sıkıntısını yaşıyor gibiydi. Vakur duruşunu bozmadan mutlu mesut yüzünden, hiç sigara içmediği anlaşılıyordu. Sıkıntılarını o kadar ustaca saklıyordu ki gülücüklerinin yarattığı kırışıklıklar, buna iyi bir delil olabilirdi. Bu otobüsün altı tane koltuğunun olması saçmalığının yanında, bir arka koltuktaki adamın bakışları daha diriydi. En azından gülünç bir maskeleme kullanmadan yüz ifadelerini belirleyebiliyordum. Siyah ayakkabı ve düzgün bir kalıpta, tam bir beyefendiydi. E haliyle, buralara isteyerek gelmenin verdiği sıkıntıları, tabii ki de görmezden gelecekti. Bir arkaya doğru baktığımda, daha mutsuz bir yüz ifadesiyle karşılaşıyordum. Öyle ki uzun yolları yaya yürümüş bir havayla belini bükerek oturuyordu. Yaşlanmanın ilk belirtileriyle bakışınca sahte bir gülümsemeyle sigaraya yeni başlamış birinin sahip olduğu orta açıklıkta pembeye sahip diş etiyle karşılaştım. Daha da kötüleşecek miydi, bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki uzun yollarda, ayakkabının içinde kederlerini eskitmiş adamların ayağa kalkışı da bir o kadar cenaze havasında oluyor. Tabii bir yandaki koltuğa doğru geçtiğimde karşılaştığım korkunç çehre, pişmanlıklarını yeni yeni hissetmiş ve sürekli bir şeyler öğrenmeye çalışan bakışlardan korkmadım değil. Bazı insanların sahip olduğu o ürkütücü gülümsemeyi sanki hepsinden çalmış ve bana o ciddiyetin sadakasını veriyor haldeydi. Yüzünde sigarayı artırmaktan kaynaklı lekeler çıkmıştı. Fakat alkol içen insanlarda görülen, gözün altındaki morlukların bir benzerine sahip ama niye veya kimin hesabına içtiğini anlamayan, sadece unutmak için kafaya diken ve sarhoş olmayı özlemiş bir gün geçirme potansiyeline sahip karakterdi. Bu geçtiğim üç kişiden, elinde notlar olan tek bireydi. Derslerin ne anlatmaya çalıştığını kavramakta güçlük çeken adam bu olmalıydı. Ayrıca elinde, askeri doktrinleri anlatan kitaplardan birini tutuyordu. Daha öfkeli bakıyor, fit vücudundan eser kalmamış eski sporcuların pişmanlık lokmalarından yutmuş gibi ağlamaklı gözleri vardı. Daha nelerle karşılaşacağımı sormaya kalmadan bir öndeki şişman adam, onun fiziksel özelliklerini süzerek baktığımı anlamış gibi kilosunu saklamak için giyindiği uzun siyah hırkayı daha çok çekiştirerek ona bakmamı istemiyor vaziyetteydi. Cama dönüp beni umursamadığından anladığım depresyon ekseriyetini, buğulu cama yazdığı, karanlık beyazı ortaya çıkarıyorsa dünyayı kötülük yönetiyor, tümcesiyle boğuşturuyordum. Benim nazarımda bu adam, bir öğretmeni daha çok andırıyordu. Ötekiler, buraya tesadüfen gelmiş gibi davranıyordu. Tabii sonuncu adamı incelemek için gözlerimi çevirmekten utanmadan dik dik baktığımda, gördüğüm manzara, sadece bir enkazdı. Yırtık montunun cebinde hazır tuttuğu çakmağın ve paketinin ucundan gördüğüm sigaranın fiyatından haberdar olmam, onun; daha çok, okyanusta su alan salda sigara yakma peşinde olması fukaralığının habercisiydi. Hiç göz göze gelmeyi istemedi bile. Peşine takılıp onu öldürmek isteyen biri olduğumu söylersem, umursamadan kafasına sıkmamı dileyecek biçimde yürümeyi tercih eden adam duruşu, acı bir gerçekti. Emin olduğu tek yön, yıkılacağı tarafta incitmeyecek bir sevdiğinin bulunmadığından emin olmaktı. Ama gözlerinin içinde kararlılık vardı ve kafası çok karışıktı. Yüreğinde yarattığı dünyada ona ne yanlış geliyorsa, gözünü kırpmadan arkasında bırakmıştı. Yanına sığındığı dostlarından işittiği o ruh güzelliği katan ilme aşıktı. Tek isteği en mutlu anında ölmeyi becerebilmekti. Dünyayı sevmediği çok belliydi ki birisini sevmekten uzaktaki bakışları buna dahildi. Hatta nefret etmekten bile nefret ediyordu. Sakinliğinin arkasında büyük bir şiddet olduğuna emindim. Ona, tanışmak için elimi uzattım. Koltuklarda oturan diğer adamlar, dünya durmuş gibi yüzüme baktı. Sanki ben bir ayna taşlamışım gibi ölmemek için yalvaran gözler arasında, o umursamaz adama uzattığım uzlaşmacı elimi geri çekmek zorunda kaldım. Şoföre döndüğümde, yolun çizgileri birer birer hızlanmaya başlamıştı bile. Ayakta gitmek zorunda olmak, yardımlaşma ve dayanışmanın tek nüshası gibi sürekli, gençlerin karşısına, daha önce doğanların sunduğu bir hipotez olma yolundaydı. Havadaki yağmurun, aldatılan bir kadının sol gözünden düşerek ilk damlanın fırtınasıydı. Yolda otobüs bekleyen kadının çaresizliği, Asmalı duraktan kaçışı simgeleyen, sönmemesi için avcunun içine sabitlediği sigarada saklıydı. Bu güzel havada bile tadı kaçan bir kadının yerinde olmak istemezdim. Otobüs durduğunda, küfrederek nerede kaldınız, sırılsıklam oldum, demek yerine kartını o cihaza okutup yer olmadığını anlamış gibi sarı direklerden ilkine tutundu ve yere bakmaya başladı. Ne ben ne de o altı çirkin adam radarına hiç takılmadı ki ceza kesen bir kadının umursamaz tavırlarıdır, onca edebi eserin çıkış noktası. O da ne? Hanımefendi, benden ateş mi istedi yoksa kuralları çiğnemekte usta mıydı? Oldukça zayıftı. Öyle ki aklını okumak istemeyenlere karşı geliştirmeye çalıştığı savunma mekanizmasının saf dışı bıraktığı göz değneklerinden kemikleri gözüküyordu. Bu nefret dolu bakışlardan korkup çakmağımı uzattım. Kapalı ortamda sigara içmenin keyfi başkadır. Nazileri anlatan bir filmi, gün ışığının dibini sıyıran perdedeki ışığın dansıyla tüten sigara dumanını, oruçluyken asla seyretmezdim. Kadının; afallamış düşünme biçimindeki hukuksuzluğa, takipsizlik veren müteşekkir olmayan hakimiyeti, adını söylerken buz tutmuş sesi ve kendisini anlatacak yer arayan gizeminden öteye başka yol yoktu. Ne çirkin bir isim, Ebru. Anlam veremediğimi kavrayıp yüzüme dönerek yüzsuyu, namus demek, dedi ve anlaşılan o ki ismini, cinsiyetinin tayin edildiği kadere dayandırılan muhakemesini, sevmiyordu. Sadece konuşmak istediğini söyledi, otobüsteki altı biçare adam şaşkınlıkla olanları izliyordu, sonuncusu bile. Çünkü sosyal alan teorisini kafamda oturtamadığım yamyamlığımı onlar iyi biliyordu, en azından gözlerinden ben öyle anlıyordum. Ebru, konuşmak istediğini söyledi. Kabul ederek kalan yola yaya devam etmek istediğimi belirtince şoföre dur dedi ve yedinci adam olmamın ihtilafı kadar acıklı bir şey olamazdı. Yeryüzünü silmeye çalışanlara mıdır öfken a kadın? Yaşamayı, cihada giden Müslüman atına şeytan eylemiş bakışların niye bu kadar gergin? Soru işaretleriyle dolu olması gereken cümlelerinde neden üç noktaların sardığı ağlar mevcut? Karalara bağlanmış kaderinden mi kaçıyorsun? Bu soruları kafamda ona sorarken, Mahir’in arkadaşı olduğunu biliyorum, dedi. Ölümden kaçabileceğimin bir izahı iman etmekti ancak hatıralardan nasıl kaçabilirdim ki? Dikkatimde derin bir yara açtı tabi bu kadın. Meraktan ölmeye başladığımı, anlatmasını istemekteki ısrarımın hıncında haksız değilmişim gibi haykırmayı diliyordum içimden. Yakışıksız bir tümceyle erkek arkadaşının olup olmadığını sordum. Bizim, kıskançlık dürtülerimiz vardır, yasal olmadığı halde örf kanunlarındaki boşluklardan ibaret, toplumun bakirelik yasalarıyla evli olan kıskançlıklarımız. Erkeklerin, başka bir erkekle karşı karşıya gelmeme korkusudur, bu tip acizlik dolu sorular. Denenmiş ve test edilmiştir. Kim var yanında, sorusunun temeli kıskançlıktan yoğun bakıma giden bela bir süreçtir. Ebru, erkek arkadaşım yok, bana mı yürüyeceksin, diye çıkışınca yolun ortasında bir adamı incitmek ve aldatıldığını düşündürmek istemem cevabını verdim. Mademki bu kadar düşünceliydim, neden o kadınla otobüsten indim ki? Bu hassas terazinin ağır tarafının kendi menfaatimde olması, hafiye duygularımın bir yansımasıydı. Otobüsteki adamları tanıyıp tanımadığımı sordu. Elbette tanıyordum! Sanki her gün aynada gördüğüm kişilerdi de yıllara bürünmüşlerdi ve sürünüyorlardı. Adaleti tesis etmek ister kadınlar, erkekler de mübaşirdir onların adli makamlarının gürzünde. Her darbe indiğinde kafalarına, bir kadın beni yıkamaz, diyen cengaverlerin, topal zorbanın başını verdiği düzene itirazı gibidir. Elbette kadın bir murat isterse gücünden tamah etmeyecekti. Ebru’nun kulaklarının duyduğu sesleri duymak istemezdim. Son yarım saattir ne anlatıyordu? Anlatma ihtiyacı olan insanlara karşı nasıl da vicdansız oldum böyle? Tam da bir şeyler anlatınca rahatlamak isteyen birinin, karşısındaki dostunun onaylayıcı ses tonu ancak elindeki zımbırtıya dalarak, haklısın canım, demesi kadar güçsüz bir hareket. Bu tayfadaki maharet, sözde sevdikleri yanlarındayken dinlememek ve sonrasında arkalarından kıymetini bilemediklerinin yareni olan şarkıları açıp kadeh kaldırmaktır. Dünyaya çocukların gözünden bakmak isteyenlerin şimdiki akılları, geçmişteki hatalarını kabul edebilecek mi acaba? Peki Ebru, bütün bunlardan nefret etmemi bilmediği halde onu dinlemediğimi anlasaydı ne olacaktı? Aniden bütün o yağmur sessizce yere düşmeye yemin etmiş gibi hücum ederken toprağa, kolumdan çekildiğimi hissettiğim korkuyu içimde taşırarak döndüm. Dinlemeyeceğini bilseydim, senden asla sigara istemezdim, dedi. Ama ben ona çakmak uzatmıştım sigara ikram etmemiştim ki. Sorduğu soruları unutmamı isteyip Mahir’in mezarını açtıktan sonra cesedinden kopardığı yüzük parmağını cebinde bir poşette taşıyordu. Çığlık atmak istedim ama cinsiyetçi gururum beni çığlıktan daha büyük bir çaresizliğe sürükledi. Bu psikopatın yaptığı hatayı örtbas etmek için elimle saklamaya çalıştım o poşettekini. Hayır! Onu yüzükle gömmüş olamazlardı. Cenaze yıkanırken gördüm, doğduğu yolun izini takip ederek gömülmüştü. Yüzüğü ben taktım, ona aşıktım desem inanır mısın, diye aptalca bir ifadeyle, kadınlara katilliğin yakışmadığını ifade eden eril fikirlerimin karşısında, zihnimde bir yerde, Baltalı Hano bana bakıyor gibi hissettim. Peki ne yapmalıydım? Parmağın kıvrımlarından hangi eline ait olduğunu seçmek için baktığımda, çürüme evresindeki bir adamın hikayesindeki yeniden dirilişin ilk evresini sorguluyordum. Ancak o kadın, parmağın sağ ele ait olduğunu ifade ederek, henüz nişanlıyız, onu yerinden ettiğimde evlenmeyi düşünüyorum, dudaklarındaki o kurtçukları temizledim uzun bir süre, öpebilmek için, dedi. Dehşete meze oluyorum! Bu güne kadar yazılmış kaldırımda yatılan erkek bestelerini çöpe atmalı mıydım? Yoksa bu canilik denizinde boğulana dek şokta mı kalmalıydım? Hikayesini dinleyeceğimi söylediğime bin pişman halimle sigara yakmaktan başka seçeneğimin olmadığı gerçeğiyle, cebimdeki elimin titremesini durdurmuştum. Mahir’in son yaptığı evlilikten haberi var mıydı o parmağın? Nasıl bu kadar son gibi görünüp de başlangıç olabiliyordu gümüş bir yüzük? Sende kalabilir miyim, diye sordu. İnsan müsveddeleri için yerimin olmadığını söylediğimde, terk ettiğim kadınları tek tek bulup her biri için bir parmağımı mezarımdan çalıp onlara armağan ettikten sonra cesedimin yüzüne tükürmekle tehdit etti. Benim verecek bir parmağım yoktu ki yüzüstü bırakıldığım ay ışığı matemlerinden sonra ölü bedenime yapılacak işkencelerin pek bir önemi yoktu açıkçası. Dünyadan medet ummayı keseli seneler olmuştu. Hatta öyle bir zamandayım ki memleketimin deryasını görmeden ölmeyi kabul edecek kadar ruhsuzlaşmıştım. Kadının bana savurduğu tehditlerin anlamsız olduğunu bilmesindeki o ilginç ve çirkin gülümsemeyi bir geceliğine evimde misafir etmek zorunda kaldım. Yanında bir sürü belge taşıdığına delil göstergesi çantayla sessizliğindeki maharetin ne olduğunu anlamama hiç yardımcı olmuyordu. Gece olunca tabancamı hazır bulundurmaktan beter bir şey yaparak evimin ücra yerine devletin kolluk kuvvetini öldürenin kim olabileceğini yazdım. Kadın, evimin her detayını biliyordu sanki. Hatta mutfaktaki damacana suyun bittiğini söyleyip hangi numarayı aramam gerektiğini dile getirdiğinde onun, burada yabancı olmadığını anladım ki odaya doğru elinde birkaç parça bisküviyle yürürken bir anda koridorun ortasında durup banyoya uzun uzun baktı. Orada bir şeyler olmuştu. Mahir, iğrenç bir adam mıydı? Sormama lüzum olmadığını taahhüt ederek içeri gelmesini ve oturup ne anlatmak istiyorsa icra etmesi için ses tonumu arşa çıkardım. Bana bağıran son adamın parmağı, cesedindeki yerinden cebimdeki diyara göç etti, dedi. Bir kadının başlatmasından en çok ürktüğüm savaş, psikolojik ve gayri nizami fikir savaşıydı. Bu harbe düşmek istemeyen parmaklarımla tuşladım birkaç numara. Doktorlar ve polislerden bir heyet, mezar soyguncusu suçuyla götürdükleri kadının, dünya aklını başından alana kadar üzerine yıkılsın, diye ettiği bedduanın sesini kulaklarımda titretiyordu. Bir borç bilirim, ona yaşamayı armağan edemeyen herkesin ihanetini, şahsımın yaptığının zulüm gerçeğini itiraf etmeyi. Ah vicdan! Ucu ne de keskin bir bıçakmış! Yüreklerin üzerine yağan kar tanesi kadar ağır bir meseleymiş. Beni sabahın köründe uyandıran, aklımı serden bin fersah uzağa fırlatan ve masmavi gökyüzünü kapkara görmeme neden olan o vicdanın dürtmesiyle irkildim. Ebru’ya ne olduğunu merak ediyordum hararetle. Çünkü o bana bir şey söylemek istiyordu, iyi bir dinleyici olamadığımın pişmanlığını duyuyordum. Aşkından, gaz yağı ile bezeli battaniye giyen öküze dönen erkeklerin, köylü kadınların kalplerini duvarlara vura vura öldürdüğünü bilmezdim. İşittiğim bedduanın, beni öldüreceği günün güneşinin battığı yerdeki feryadı olduğunu hiç öğretmemişlerdi. Ayaklarımın götürdüğü yerdeki muammaya aşık olmamak elde mi? Ruh ve sinir hastalıklarına ait birimin katında, köhne bir odada yatırmışlar. Yanına gittiğimde ne elleri bağlıydı ne ayakları. Kapı takozuna odaklanmış, birinin adımlarını bekleyen gözlerindeki derinlerde hapsolmuştum bile. Beklediği ayaklar ben değildim, bundan emindim. Kapıdan içeri girdiğimde, düşmanı sevmek böyle bir şey, diye gülümsedi. Kendi ihtiyatıma gafil avlanmıştım. Kafamın içindeki rafta dizili onca meselden bir sözcük seçip ona cevap verecek ilim bende mevcut değildi. Darmadağın olan ruhumu toparlamış ve yanıma otur işaretli bir avcun içindeki o yorgunluk çatlağından sarsılıyordum, onun dünyası benim enkazım olmuştu. Bana her gün uğrayacaksın, şikayetini dilinden eksik etmeyeceksin, sana her gün bir şey söylerim, hayatının içindeki en zor imtihanlardan bile gülerek çıkarsın, dedi. Saygınlığımı yitirdiğimi, o an açık duran pencereyi ecelim gibi istediğimi anlatan tek ses, onun nefesinin uğultusuydu. Kapkara gözlerinden düşmemeye yemin etmiş gözlerini gözlerime namlu gibi doğrultup, şimdi defol git, dedi. Gönlümdeki hırsızlığın simsiyah ekmeklerin kavgası olduğunu anlayamamıştım. Devlet gibi dimdik duruyordum, adım vardı fakat çürüyordum. Sağ kalan tek yanım, yıldızım ve aydınlık nevcivan gökyüzümdü. Odadan ayrıldım ve düşüncelerimle muharebenin ilk safhasındaki diplomatik mağlubiyetimin üstünü örtmek için ağzımdan çıkan sigaranın dumanını kullanmaya çalıştım. Bir kadının elini tutarken hissettiğim ilk hissiyat; ebeveynlerimizin, oyun için getirdiği parkta, kumdan kale yapmak için anlaştığım, kırmızı tokalı kızın, ortaklık için vurduğu ilk küreğin sesindeki çekingenlikti. Gözlerinin içindeki, cahilliği yenme hevesiyle baktığı o masumluğu, yaşımızın verdiği o temizliği kirleten tek şey, topraktı. Zaten bizi bekleyen yeri anlatmıyordu büyüklerimiz. Saçları ve sakalları ağardığında, bizi rakı sofralarından topladıkları anları unutmak mümkün değildi. Elindeki yeşil saksı kovasıyla kumdan kale yapmak için taşıyacağı suyu, imamın eşinin, annesinin yüzünü yıkamak üzere istediği suyu taşımasında bitiyordu çocukların zamanı. İyileşmemiş yaraların, soğuk ten üzerindeki hissizliği ve tartışmasız galibiyetindeki hüzündü duygular, saat öğle yarısını çoktan geçmiş, aklım, beni bıraktığı yerden almaya gelmişti. Sigara dumanı falan kaçmamıştı gözüme, çocuk gibi de değil, terminalde sarıldığım son kişinin kalp ritmiyle dökülüyordu gözyaşım. Tanıdıkların ve itibarımın oralarda bir yerde olması umurumda değildi. Adliyenin arka kapısı gibiydi o hastanenin çıkışı. Takım elbisem yoktu, kravat bağlamayı da hiç bilmezdim zaten. Parmaklarımdaki hudutları aşabildiğim an kendimi öldürmeye yemin etmiş gibi içmek istiyordum. Meyhanenin yolunu tutamazdım. Orada daha korkunç adamlar vardı, dertlerini bir jokeyin elindeki kırbaca bağlamış gibi kulaklarımı top atışına tutan seslerinden midem bulanıyordu. Deniz kenarını düşündüm ancak polisin haklı olarak keseceği cezalardan yırtamazdım. Madem çocuklar için dünyayı sigaradan ve alkolden böylesine uzaklaştırmaya çalışıyoruz, onların oyun parkı nerede? Kaydırağın ortasında ayağını kolona bırakıp arkadakileri durduran çocuğun neşesinin, trafikte sürekli korna çalan adamın öfkesine dönüşmesine seyirci kalıyoruz. İstanbul’da; Üsküdar sahilde, sıfırdan ibaret hayatları anlatan yazarların, bu dönüşüme bir katkısı vardır elbet. Ama simit ve çay kadar taze değil ki bu ülkenin sabahı. Ebru’nun ellerindeki çizgilerde, gözlerimle oynadığım seksek kadar temiz değil ki hava! Yamalı elbiseleriyle dolaşmıyor hamallar, şayet istemedikleri Anadolu görüntüsünden gıpta ettiği savaş yıllarını arayan onca insana rağmen yaşamayı sürdüren güleç yüzler kadar sahte ve gittikçe değersizleşen pamukluğu hissediyordum. Adliye kapısından müsaade isteyen ayaklarıma bir kez daha uydum ve kendi evimin duvarlarıyla konuşmak üzere viski kadehini doldurmak üzere kaldırımlara ayrılık konuşması yaptım içimden. Koridorun ortasında ayakta, banyoya bakarak yudumladığım her sarhoşluk, beni odasından kovan kadının sözcüklerinden farksız değildi. Kafamdaki düşünceler, hüzün havuzuna yığılmaya başladığı zamandı, o güzelim yüzlerin tek tek beni ağlattığı iniltiler. Yerler pencerem gibiydi, sırtımın dönük olduğu gökyüzünün, şakağımdan akan kana merhaba deyişinden, epeyce zaman geçmişti. Yüzümün topraklarındaki işgali sonlandıran gençlik alametlerinin yerine iskan ediliyordu, burnunda havuç, gözlerinde kömür olan kadınlar ve beni dizkapaklarımdaki özgürlüğümden eden sürahiler. Manavın yorgun ve asık suratından anlıyordum gündüz olduğunu. Ebru, üzüm sever miydi? Yoksa Ege’nin tozunu yutalı bayağı olmuş muydu? Cebimdeki mektupları ona iletmek üzere hazır ve nazır bekletiyordum. Yangın merdivenindeki adamların pişmanlıklarını itiraf ettikleri müziklerde boğulan sigara dumanlarını görmeden önce, terzim Muhsin Bey’e uğradım. Yamalı montumu dikmesi için uzattığım paradaki resmine paralel duruyordu, duvardaki Atatürk portresi. Kendimi onun gibi hissettim bir anda. Yorgundum, beklentim yoktu, mücadele ediyordum. Hakkımda söyleneceklere aldırış etmeden omzumdaki meleklerden rütbelerimi sökmesi için alnımı secdeden kaldırıyor, sağa sola öylesine bakınıyordum. Kararlı duruşumun ardında tüten sigara dumanıyla Florya sahilinde nefes almak istiyordum. Ama koltuk değneklerindeki o hüzne bulaşmamaya yemin etmiş hastalıklı ayaklarım beni hastane kapısının önünde bitiriyordu. Bitmesin diye dua ettiğim anlarla bitsin diye beddua ettiğim zamanların arasında sıkıştığım duvarlardaki kağıttan kemerler, ateşimi yükselten anılarımı deriyordu. Burnumla selamlaşan serumun kokusunun hatırlattığı şey, annemin beni iğne yaptırmak için götürdüğü hastanedeki hemşirelerin pedagojik felsefeye uygunluğu tartışılır konuşmalarıydı. 23 numaralı odanın kapısı hep açıktı. İçeri girdiğimde gözleri aynı yerde takılı bakışlarını ve beni hiç tınlamayan nefes alışverişini selamlıyordum onun. Doktorlara tembihlemişti, kapı kapanmamalıydı. Üzümün sadesi hoşuna gitmeyebilir diye ona kuru üzüm almıştım. Ruhun ve vicdanın gibi, hem olgunlaşmamış hem de güneşi içinde tastamam hapsetmemiş, kupkuru dudaklarımı susatacak ahmaklığını getirmişsin, dedi. Ruh ve sinir hastalıkları bölümündeki dosyalara ulaşmıştım. Tedavisi bir ay sürebilirdi. Ne olduğunu ve niye böyle bir hale büründüğünü gizlilik gerekçesiyle kimsenin açıklamadığı nedenlerin, kapının açıklığına itiraz etmesi işten bile değildi. Avucunun içiyle dün yaptığı hareketin aynısını niçin yapmak üzere elini kaldırdığını sorduğumda, kullandığı sessizlik silahındaki ustalığına hayran kaldım. İlk kurşun çoktan atılmıştı, ben sadece sarhoş değildim. Kapının neden açık olduğuna anlam veremediğimi tartıştığım güvenlik görevlisinin, ziyaret hakkı bulunan tek ismin yazılı olduğu defteri göstermesi… Adım yazıyordu, bu özel hissettirmedi tabii. Kafamdaki soru, o kapıdan girerken parlayan topuklu rugan ayakkabılar kime ait olmalıydı, sorusuydu. İlk dersimdeki cümleyi mırıldanan psikopat sadeliğinde buluyordum ritmi. İlk adamın serçe ve yüzük parmağındaki umutların tahlilini istiyordu ve elinin tersiyle beni odadan yine siktir etti. Ömür boyu sesimi kesebilmeyi arzulayıp odadan ayrıldım. Ama mektuplarım cebimde kaldı! Ne yazdığımın bir önemi de yok aslında, olmamalı da. Nazım’ın yıllar önce dolar üzerinden çağrısını yaptığı üçüncünün gölgesinde, Osman Paşalar derdini anlatmak üzere korkulu gözlerini tezgaha bırakıyor. Beğenilenin götürüleceği kesin, ucunda durmuş kafalar, korkuluktan uçurumların. Altı adama kafam takıldı yalnız. Nereden başlayacaktım? İlkinin, biten evliliğinden kalma korkularını daldırdığı rüyalarındaki kadının kıyısında, biten sezgilere anlamsız husumeti midir, bütün bu susmalar? Terazinin hangi kefesi ekim ayının ilk gününden düşüyor ilkbaharın koynuna? Soruların alemdarlığından kaçarken adımlarım beni viski şişemin dibindeki yansımada dans ettiriyordu. Belki de yıkık duvarları olan okulun sınıfında çocuklara ders anlatıp çevreci birine poz vererek Avrupa’da yılın fotoğrafı ödülünü aldığında, arka plandaki sessizlik olacaktım. Ya da beni evinde misafir eden dostlarımla aynı cephede kurşun operasında şef olacaktım. İhtimaldir, birbirimize kurşundan porteler de dizebiliriz. Hatta ellerimiz bağlı olmadan arkamızın dönük olduğu duvarlarda bir Siyonist’ten farkımız kalmayabilir de. Ne güzel fikirler ki hepsi sade birer infaz. Kadın sesine ihtiyacım vardı. Hani küçükken gittiğim tuvalette, ihtiyacımı giderirken utanmadığımı hissettiren birine. Nihayetinde eski sevgiliden gelmesi gereken çağrının bankalar tarafından çalınması; borç içindeki beni, umum sefilliğin kadehini, yelkovanla tokuşturmaktan alıkoyamıyor. Ne akşamlar ki kurulur masalar, sorunlar halledildi sanılır. Gözün kuruyan deryasındaki meze peynirinin ne kadar huzur verici oluğunu toprak anlatır hatta. Kadının elinin tersiyle beni gönderdiği alkol yuvamdan geriye kalan tek şey sigara küllükteyken yeniden yaktığım sigaradaki buğulu camlardı. Bavullarını toplayıp giden kadınların ardına bakmaya korkuyorum. Bu ilk gidişleri değil ya ondandır, itiraz edip karşılarına geçemiyorum. Ebru da aynı fikir de olacak ki ben ona bunu yapmadan o valizlerin içine kadehlerini sıkıştırmış, içini takvimlerle doldurmuş ve kapıdan geleni göremeden gözlerini tavana dikmişti bile. Teknoloji, nefretimi pekiştiren kötü haberlerin başında geliyor, üzerine basarken çim zannettiğim kaldırımlardaki yorgunluk hislerim ve bitmek üzere olan sigaradan damağıma hediye bir izmarit tadındaki umursamazlığım... Avuçlarını koklamak istiyordum insanların. Çünkü onların en zor zamanlarında yüzlerini kavuşturdukları tek sığınaktır. Yetişememiştim ki zaten. Çok hızlı olmuştu. Yirmi bir gram teorisini gözlemleyemeden terk edilen dünyada en çok sevilen rengin beyaz olması beni gerçekten şaşırtıyordu. Kefen beyazdı, kurtuluştu elbet. Pekiyi, hayallerin morarmış yüzünü örten yatak çarşaflarındaki renklere nasıl bir itiraz sunabiliriz? Küçük bir kız çocuğunun tuttuğu elin ardından uzun uzun baktığı sırada gördüğü tek rengin beyaz olması dışında bir problem yoktu bence. Saçlarını toplayan babanın beceriksizliğindeki gözyaşları üzerine inşa ettiği ev ödevlerini toparladığında da aklında tek rengin beyaz olması, tesadüflerin ne kadar bencil olduğunun apaçık bir simgesiydi. O küçük kadınlardan biriydi Ebru. Son gördüğü şey de muhtemelen beyaz önlüklü biri, beyaz bir dosya, beyaz bir çarşaf… Siyahı sevmemdeki nedeni anlamaya çalışırken yine yaktığım sigaranın dumanında boğulmakta ısrarcı fikirlerim, sürükleniyor şişede, bir kadının saçlarının ucundaki simsiyah kum taneleriyle dolu sahile. Acısından yıkıntıya döndüğüm bir anıyla baş başa kalmak istediğimi eşe dosta söyleyip evime çekilip sadece viski içmek istiyordum. Telefondaki rehberden aile fertlerim, patronum, iş yerindeki arkadaşlarım, mahalle bakkalı, toptancı ve fırıncı bana el sallıyordu ki anahtarla açtığım kapı, bu izin istemelere dair yaşam belirtisinin olmadığını bana iletiyordu. Akşamüstü, sadece yürümek istiyordum. Kafamın güzel olmasına gerek yoktu. Temiz bir nefes almak, İzmir’in Kordon sahilinde, elimde soğuk bir meyve suyuyla yalnızca yürümek. Hiçbir şey istemeden, şort ve sade bir tişört giymişim, yakışıklı olmak zorunda değilim. Tuz kokusu duymayı arzular halde, kendi evimin, Düzce depreminden kalma marley parkeleriyle öpüşen kirpiklerimle… Ne kadar içtiysem artık, gerçekleşmesi muhtemel düşlerimden birinde geziniyordum. Kasım ayı bitmişti Bolu’da. Yatağımı bir açıdan kesen pencereden, tane tane, yerdeki yumurtaya saldıran baba hücreleri gibi hücum ediyordu beyaz çarşaflar. İlkel seraplar görüyordum. E haliyle akşama ne içeceğimi düşünüyordum. Tek işim, mobese kameraları gibi gelen geçeni seyretmekti. Belki bir çukura düşmezdim yürürken ama kendi içimdeki çukurdan çıkabildiğimde söylenemez. Yoldan geçen adam, deney tüpünü havaya uçurup genç yaşta ölen Samet’e benziyor. Ne olurdu, o kadar biriktirdiği parayı yeme şerefine nail olsaydı? Dünyadan pek de vazgeçmemişti. Askere gitmeden önce öldürdüğü duygularının arkasından okuduğu duaları kendi için dileseydi, yakınından bir yıldız geçerken dilek tutmak yerine dönüp ne kadar güzel bir gökyüzü olduğunu söyleyebilirdi ve bütün mesele çözülebilirdi. Tabi ben de ona benzettiğim adamı izlerken yudumladığım zıkkımın boğazımı yakmasına böyle aptalca seyirci kalmayacaktım. Sırtındaki yüklerin filmindeki galada, en önden iki kişilik bilet alan işçi sınıfının gururundaki haklılık kadar büyük bir adam olabildiğim gün, viski içmeyi bırakmaya söz veriyordum kendi kendime. Tabi o sırada okula giderken köşeyi dönüp bir hanımefendiyle çarpışıp dosyalarını toplamanın hayalini kuruyordum. Aman Allah’ım! Ne kadar da aptalım! Mektup yazdığım son Havva, arabası olduğu için başka bir adamdan ceket kabul etme romantikliğine kapılıyordu. Gecelere, şeyhler itiraz eder ancak ben kaç gece mumdan sandallarla gemilere eşkıyalık ettim, ateş dolu denizlerde, bilirler mi ceket kabul edenler? Çöp kutusundan fırlayan mart ayını sabırsızlıkla bekliyordum. Güneşin, dünyada iki yeri kayırdığı gerçeğinin tek açıklaması, şu yuvarlak yaradılışta seziliyordu tarafımca. Botlarımın bağcıklarındaki ıslaklık, tuvalette açık olmasındaki iğrenme dürtüsünü ortaya atıyordu. Bana sıfır vermek için bekleyen parmaklar; tahtada bir şeyler yazıyor, büyüyememiş ülkeler, dünya savaşında çoktan ahkam kesiyordu. Ateş çemberi, Ebru’nun ölümüyle beraber, coğrafi bir terim olmaktan uzaklara kaçmayı başarmışken sigara dumanıyla yuvarlak yapmayı öğrenecek kadar sıkılmıştım. Kafamda bu kadar karmaşayla baş başa yediğim akşam yemeğiyle alışkanlık edinmiştim, tek başıma yemek yemeyi. Sofrada bütün çocuklarını bir arada görmek isteyen babamla edeceğim kavgaların ilk ateşini yakmayı nasıl başardım, bilmiyorum. Ciğerlerimdeki marazın şarkısını söyleyen balgamı sokağa tükürmemek için direndiğim medeniyeti, otobüste yanıma oturan kadına da göstermek adına yutkunmamı geri çekemiyordum. Gırtlağımdan söylediklerim, o güzelim şarkılar, sadece bir hayal ve öteki dünyada koltuğunda uyuyakalmış bir meyal olmuştu. Gittikçe sessizleşmeyi o kadar çok arzuluyordum ki ağzımın için kesen soğuktan kaçtığımı anlayamamaktan aciz kalmayı tercih ediyordum. Hocalarım, egoist değildi. Üniversiteye gelen herkesin ilk derslerden sonra uydurduğu yalanlardan biri de akademisyenlerin egoist oldukları yalanıydı. Birinin yanlış olduğunu düşünmek, kendindeki doğruya delil getirmekten neşredilmiş verilere dayanmalıydı. Kimsenin düşündüğü umurumda değildi ki bundan zevk alıyordum. Zaten anlatsam da benden bekledikleri bilgi yüklü kağıtlardı. Benim yapabildiğim, kendi dünyamın duvarlarının dibinde, Süleyman’ın mührünü iki nehir arasına yerleştirmeye çalışmaktı. Dünyanın geri kalanını umursamayan bu fikirlerimin aptalca olduğunu kabul ettiğimde iş işten geçmek üzereydi. Zamanın durmaya başladığını hissettiğiniz ilk an, aşık olduğunuzu anlıyorsunuz ya işte, sıcak iklimleri bu yüzden seviyordum. Ne kadar ısınırsam gençlik zehrim o kadar güçlü oluyordu. Mahmut’un anlatmak istediklerini dinlemekten keyif aldığım Kordon’da, birileri sanki elini saatin çomağına sokuşturuyordu. Aklım, başka bir yerde yalnız... Sevmek için kayıkları mumdan değil, buzdan yapmayı yeğliyordum. Elbette terk edilme korkusu yaşayacaktım. Olsun, buna değerdi. Kendimi güzel hissettiğim anların dışında, büyük camları olan dükkanların yanından asla geçmezdim. Özgüvenimi safilinle kavuşturan yansımalardan nefret ediyordum. Siyah giyen adamın, kazağıyla artış gösteren bir bölümünü kapatmak istediği utanç duygusundan başka bir şey düşünemiyordum. Ta ki onu görene kadar. Uğruna canımı vermezdim elbette. Zamanım, benden canımı alıyordu zaten git gide. Simli merdivenleri çıkarken ayna karşısındaki o tutulmalarla yaşadığım huzursuzlukları, bir kenara fırlatıyordum. Donuma kadar ıslandığım yağmurlarda aşık olmak istemiştim hep. Beni bulmayacak öylesi, hep yaz günlerinin tepesindeki güneşin sıcak ayazında buluyorum sevgiyi. Sevgiden göçüklerin kumdan malzemesi altında kalmış hikayelerin dünyasından kopmaya çalışıyordum. Serçe ve bir sonraki parmağına yüzük takmış adam, bana doğru geliyordu. Sigaram bitmek üzereydi, çöp kutusu arıyordum. Aynılardan vazgeçmek için aynalara doğru yürüyen bu adamın dünyasında ne olduğunu merak etmeye fırsat bulamadan bana gidebileceği bir kafe olup olmadığını sordu. Bir kadının gölgesinde olduğu çok belliydi. Etrafına hiç bakmıyordu ki yanından geçen o siyah saçlarını deryaya salarsa, geceyi gökyüzüne aşık edecek kadar güzel olan çekik gözlü kadını fark etmedi bile. Dindar biri olduğu kanaatine varmıştım. Aklımın ucundan geçmezdi, kıskançlık yelpazesinde rüzgar olduğu. Caminin yerini sordu, daha kafenin yerini göstermemiştim ki. Bence kafası karışık bu adamın, aptalca kararlar almamasını engelleyecek dostu olabilirdim. Memleketimizin aynı olduğunu öğrendiğimiz ve gözümüzün parladığı çay sohbetine dalışımız o adamın saflığını ortaya pul gibi döküyordu. Artık kim olduğunu biliyordum. Otobüste karşılaştığım ilk adamdı. Hırkasındaki beyaz çizgileri henüz yitirmemiş, yüzünün etindeki güneş solmamış ve pişman olmayı henüz anlayamamıştı. Bilgisayarın ekranına vuran dumana anlam veremeyip beni sigara içmekle suçladı. Evime misafir edip demlediğim zamana ihanet etmiş gibi yüzüklerini çevirirken bakışlarını kaçırmasından cahil biri olduğu anlaşılıyordu. Öğretmenliği isteyerek okumadığı o kadar belliydi ki bu sahte çocuğun önceliğinden, yalanları gerisinde kalan bakışlarını kaçırdığı noktada neyi düşündüğünü çok iyi biliyordum. Birtakım özlemlere dalmış, nizamını kaybetmekten korkan ama bundan bir o kadar haz duyan şu adamın alkol alabilmesi gerçeğini hiç umursamamıştım. Kaldığı devlet yurduna gitmek üzere salondan ayrıldığında, karşılaşmak istediği kadın manzarasından çok uzakta, kim var yanında, sorusuna müteahhit bir nesneyle karşılaşmıştır. Evine o kadar uzaktaydı ki benim, bu memleket umursamazlığımı çözemeden çayını yudumluyordur şimdi. Birinci adam olmanın zorluğunun farkına vardığında dünya çoktan tersine dönmüş olacak. Allah korkusunu kula karşı hesap korkusunun ardında sürükleyenlerin sonu hep mi aynı oluyor? İkinci adamı ne zaman bulurum, bu kalabalık ufak şehirde, bilmiyorum. Aşk dediğim şeyi, gözümdeki tuzları tatlı su yapmak isteyen bulutların inadında bulabileceğimi tahmin etmiyordum. Göğsümde uzanan kadının uykusundaki sessizliğine bütün bu kalabalığı tercih edebilirim. Adımı bile hatırlamayacak belki. Bir kadının yüzündeki mutsuzluğu anlamaya çalıştığımı göredursun, çoktan bir adamın mutsuzluğuna dem olabilecek kadar yalnız hissettiriyordu. Birinci adamı aramaya karar verip evden çıktım ki zili çalabilecek kadar kalabalıklaşmıştım artık. Canlı müzik aktivitesine davet etmeyi karar kıldım kafamda. Telefon numarasını almıştım ve aradım onu. Hem, buradaki üniversiteli gençlerin, ailelerini özledikleri duygularının üstünü örtmeye çalıştıkları bir ortamdı canlı müzik yapan kafeler. Müziği kim öldürmüş ki bu adamlar can vermeye çalışıyorlar, gerçekten anlam veremiyorum. Popüler kültürde, daha ismini alırken piyasada kaybeden nadir yerlerden birinde, bir masada oturmuş, birinci adamı bekliyordum. İçeri girerken sert bakışlarını etrafa doğrulttu, garip. Sanki dördüncü adamdaki terk edilmiş hissini gözlerine sindirmeye çalışıyordu. Karşıma geçti ve dünyanın ne kadar saçma bir yer olduğunu söyleyecekmiş gibi bir izlenim verdi. O, burada mutluydu fakat içinde bir bit yeniği vardı sanki. Bana anlattığı eşinin(!) dünyadaki her şeyden değerli olduğunu, sahici olmayan cümlelerle ifade edişinden anlaşılıyordu. Oteldeki anlarına şahitlik etmemiştim. Bu özel gibi görünen ancak el ele yürüyen insanlar hakkında edindiğimiz fikirlerin toplamından ibaretti. Kafası da çalışmıyordu birinci adamın. İlkokulda, zeka testine sokulmuş ve bulunduğu okuldaki çocuklardan daha zeki olduğu söylenmişti ailesine. Pilot okulun deneklerinin çöplüğüne bırakılmıştı. Hem bu kadar mutlu olup hem de bu kadar yalnız olabilmeyi nasıl başarıyordu, şaşırtıcı doğrusu. Yalnızca çay içiyordu, şeker kullanıyordu elbette. Rafine tüketilmesinde bir sıkıntı olmadığını işitmiştim. Bu adamın sağlık durumu çok yerinde görünüyordu. Sürprizleri çok seviyor olsa gerek… Öğrenci yurdundan eve dönüş başladığı zaman, terlikleri haricinde bütün eşyalarını götürdüğünden bahsetti. Öğrenim hayatının en zor zamanlarına eklenen halıya basma özlemi de üniversiteli gençlerin çoğunu, öğrenci evine çıkmış arkadaşlarını ziyaret bahanesine sürüklüyordu. Dört kişilik bir odanın; salonu, mutfağı, yatak odası yoktu. Bu arayışların en tehlikelisi, risk altındaki yaşama dair anlattıkları anılarının alkol sofralarında olmasıydı. Birinci adam beni pek sarmamıştı. Fazla meraklıydı ve çok soru soruyordu. Özellikle benim gibi yıkık adamların enerjisini üzerine toplamaya yeminli bakışlarına pek tahammül edebildiğim söylenemezdi. Kendisi tekrar saat on bir kuralını bozmamak adına yoluna gitti. Ben de viski kadehimi özlemiştim ve sigara içmenin, kafelerde serbest olmasına kızarak yürüyordum. Çünkü sigara içmenin, tıpkı diğer yasaklı şeyler gibi araya zaman bırakarak tadına varılabiliyordu. Fransızların yaptığı, o aşk nutuklarına öylesine ihtiyacım vardı ki eve gelecek güzel kadına bir şeyler söylemeliydim. Telefonuma bakmayı ihmal etmiştim ki gelen mesajın, Fransızlara küfrettirmesi uzun sürmedi. Yine anahtarla baş başa kalmıştım ve zili çalamayacaktım. Evde istediğim gibi bağlama çalabiliyordum. Alt komşum ağır işitiyordu ve yan komşum işitme engelliydi. Hayata, gözleri dışında bir bakış açısı bulunmayan bu insanlara karşı kaba sevincim, benim yalnızlığımın önündeki ucuz bir engeldi. Ağlamanın tam zamanıydı. Evet, sevgili duvarlar ve parkeler, ben geldim. En iyi arkadaşınız, tanımadınız mı? Bütün o fikirlerini kapının ardında bırakmayı beceremeyen ve hiçbir zaman adam olamayacağına üzülmediğini ebeveynlerin denetimine küfrederek itiraz eden adam, ben geldim. İlk kadehimi doldurayım, dünyaya savaş açayım. İntiharı düşünerek beni üzenlere acı çektirdiğimi hayal edip yastıklara gözlerimden hortum tutayım bari. Boş boş oturmak olmaz, notalardan satırlar yapıp içimdeki adamın her yerini doğramalıyım. Bilmem, belki yan komşum işitme engelli olmasaydı, neyin var, diye soracaktı. Dertleşebilirdik. Ya sıra arkadaşım? Duyduğu halde işitememesini neyle açıklamayı planlıyor? Telefonumun zil sesini uzun süredir duymamanın verdiği hüznü kiminle paylaşabilirim, kapılarla. Dışarı mı çıkmam gerekiyor, asla! Sınırsız alkol kampanyası başlatıyorum, açık bir bayii bulabilir miyim? Ya siz hanımefendi? Eşlik etmez misiniz bana? Hoş geldiniz, tam da körüğe yangınla koşuyordum. Yoksa siz de Mahir gibi Çiroz Ahmet’i mi oynayacaksınız? Dildar Hanım’ın beyaz yazmasındaki burun kıvırma hareketine diyeceğim yok elbette! Hepsini anladım da keşke, yatak odamın, hep boş kalan soğuk tarafındaki mutsuzluğumun faturasında, tek kişilik duşun su sesinden, birilerinin haberi olmalıydı. Gülmek istemediği halde psikologmuş gibi davranan arkadaşlarım, neden kendi damarlarına da iyi gelmeyen mutluluk bahanesindeki zehri bana da aşılamaya çalışıyorlar? Sevgili anneciğim, hoş geldin! Ev biraz değil, çok dağınık, kusura bakma. Kafamın içinde, yıkamaya üşendiğim bulaşık fikirlerini, sudan çıkmış kadınlar ziyan olmasın diye çöpe atmayı denedim ancak beceremiyorum. Beni ilk defa alkışladığın o sahneyi hatırladın mı anneciğim? Adımı rüyanda gördüğün günün mutluluğundan çok uzaklardayım, o sahnede intihar ettim ve yine parkelerin tadını alıyor dudaklarım, burnum. Sofrayı toplamak çok zormuş, yeni öğrenmiş bulundum anneciğim. Çayın altını açar mısın gitmeden? Çünkü viski içmekten çay içmeyi unutmuşum, bardaktan daha sıcak ellerinin soğukluğuna alışamadım ki bu yüzden beyazı sevemiyorum anneciğim. Güle güle anneciğim ve hoş geldin sevgili babacığım. Evet, belki istediğin gibi görünmüyorum. Tam da sen seni haklı çıkarmak üzere kendime meydan okuyup her seferinde yeniliyordum, iyi denk geldin. Cebimde param kalmadığında aldığın test kitabının arasına kaçan susam tanelerindeki sayıları abaküsle çözmeyi arzuluyorum. Sevgili babacığım, ben ölmekten nefret ediyorum. Aradığınız her dakika, tüten sigaranın beni aniden öldürmesini dilemeyi çok istiyorum. Her zaman senin söylediklerinin doğru olmadığını dile getirerek geçirdiğim o boş beleş ömrümün yüzüne çarpıyor sınav sonuçlarım. Ne demek istediğini, elektrik faturasının hesabını yaparken anlamadaki çaresizliği biliyor musun sevgili babacığım? Güle güle sevgili babacığım ve hoş geldin sayın yalnızlığım. Yaşadığımı hatırlatıyor kapıyı çalan kargo çalışanı. İyi de kapı açık ki zaten. Olurda şakağımdaki kan yere damlarsa kurumadan birileri bulamasın diye açık bırakmıştım kapıyı. Bedenimdeki zehri henüz atamamış durumda, adamın bana getirdiği paketin içinde bomba olmasını arzulayacak kadar büyük bir politikacı olmayı isterdim kesinlikle. Ancak o adam, neyim olduğunu sormuyor sadece ödeme bekliyordu. Ne yani, bu neolizm içinde kaybolmak ona göre de mi normaldi? E hani Anadolu’da herkes bir kimsenin halinden anlayabiliyordu? Gözlerimin altındaki morluklar da mı bunu anlatmıyor? Öylece merdivenlerden defolup gidiyor. Paketin içinde mum vardı. Sarıydı. Elektrik gittiğinde, löküz gömleği almayı unutmuş babaların bahanelerinde gizlenmiş renge sahip bir mum. Çeşit çeşit insan ve bir o kadar hikaye. Anahtar kelime listesi oluşturmaya çalışsam, hepsinin hayatını duman eden bir isme mutlaka bir yerlerde rast gelirim. Bütün bu aptallıklarımı anımsamayı bırakmaya karar verip balkondan aşağıya atlamayı düşündüm. İstediğim gibi ölemiyordum da. Hemen hizamdaki çam ağacına takılırdım. Sonra da elektrik tellerine yapışırdım. Muhtemel bir ihtimaldir ki yaralı kurtulup hatamın bedelini öderdim. İkinci adamın burnundaki sakin kalp atışı beni cezbetmişti. İntihar etmek şimdilik pek parlak bir fikir gibi görünmediği için arkamı boş eve değil, kendi içime dönerek sokağa döküldüm. Bunun için birinci adama danışmam gerektiğinin farkındaydım. Üstelik gece, çoktan bir elmayı ısırmıştı bile. Devlet yurdunun önünde birinci adamla kısa ve boş bir muhabbetle ikinci adamın da aynı yurtta kaldığını öğrendim. O ikinci kattaydı, birinci adam da birinci katta. Kendisini çağırmasını rica ettim. Tabi yurt güvenliği bu saatteki çıkışın haklı sebep beyanatı bir kağıt imzalattılar. Gri süveter giymişti. Mevsime aykırı davranıyordu ama spor yaptığı pazılarından belliydi. Kobardin Balkarlı bir arkadaşıyla beraber çıktılar. Biraz yürüdükten sonra yakınlardaki bir çayhanede oturduk. Adamın yüzünde gururlu bir ifade vardı ki bu da bana militarist bir kişilik sezdiriyordu. Öğrenmiş bir şeyler ve doğru öğrenmiş. Aktarımı o kadar iyiydi ki onu sabaha kadar bir rakı sofrasında ağırlayabilirdim fakat alkol kullanmadığını belirtince bu sağlıklı halin nereden geldiğini merak etmiyordum artık. Aksine kendime baktığımda, üzerimdeki yırtık montun, umursamazlığımın daniskası olduğunu belirtmeliydim. Kinci ikinci adam, sevdiği kadının umursamaz hareketlerinden bıktığını ifade ederken boğazındaki viski merakını hissedebiliyordum. Kurallara bağlılığın bir neticesi olduğunu da dile getirmekten çekinmiyordu. Bu ağabey, birinci adama göre daha cesur, daha istekli ve daha soğukkanlı bir karakterdi. Sebepsiz bir şüpheciliğin yanılgısında boğulurken onu bu alemden kurtarmayla yetinmeyip ruhunun sırtını sıvazlamaya hazırdım. E tabi! Kalbini hibe eden erkekler, sadakatinin bedelini ağır ödemek zorunda değildi. Bu bir kanun ya da mevzuat olamazdı. O adamın gözündeki korkuyu hissettiğimde bir şişe daha devirme arzuma yemin edebilirim. Yediği kazıkları, tecrübe nehrinin kenarına çaktıktan sonra o nehrin çift kişilik yatağının soğuk tarafını da ısıtıp genişleten karakterler, sırat köprüsünden geçebilirdi. Aşkın yaşı da vardır cinsiyeti de. Sonuçta parkta el ele tutuştuğumuz o temiz duyguların, kumdan kalelerin altındaki lağımcılara satıldığından habersiz olamazdık. Bu, temiz bir saçmalıktı. Hangi şişe, ardındakini koltuğundan edip beni devirecekti, bilmiyorum. Yakındığım ne varsa, ikinci adamın zihninde bir köprü gibi canlanıyordu. Ellerine uzun süredir krem sürmediği o kadar belliydi ki onun askeri bir disipline erişmeye çalıştığı açıkça belli oluyordu. Bursa’daki yıllarımın anıları gözümde canlanıyor, garip bir kabus şarkısı gibi kulaklarımda yankılanıyordu, Nightmare! İkinci adamı daha fazla sorgulayamazdım. Çünkü hayata gereksiz olumlu bakıyordu. Her şeyi yapabileceğine inanıyordu ki bu da benim sinirimi bozuyor. Bana göre, hiçbir zaman istediğin her şeyi yapacak zihne ulaşamazsın. Ulaşamadıkların seni bulduğunda keşke dedirtir ve el sallar, bu kadar! Ayrıca bana sadece viski ve sarı filtre bir sigara lazımdı. Hızlıca evime gidip biraz daha üzülmeliydim ki yarına yapacaklarıma karşı hiçbir hevesim kalmasın. Sefaletin tırmıklamasından, baharın geldiğini zannettim aptalca. Bundandır, bütün bu buhranlarım. Kapıyı açarken anahtarı umursamıyordum zaten. Hem dünya kadar iş varken niçin bu kadar dertli olacakmışım ki? Birileri beni zaten terazisinde tartıp burcumun gününde terk edilmeye layık görmüştü. Olsun… Gitmezseler alayını sikeyim! Kendilerine yakışanı yapmasaydılar eğer, kapının önüne atılan davetiyenin üzerine oturturdum bir şekilde. Elimde şişeyle girdim eve, sarı filtre sigaramın cızırtısı duyacak kadar büyük kalabalığımla karşı karşıya, umursamazdım. Nizamlı elbisemden fırlamıştı atletim. Onca sorumluluğu yek çırpıda kenara bırakabildim, şükür. Kendimden geçme zamanıydı. Hıyanet içindeki fikirlerine, yaptığım hareketleri delil göstererek beni alt etmeye çalışan bakışlarla öpüşen adamdı ikinci adam. Ne diye buluştuysam onla, hiç! Kendi kaşıntımı geçirmek için boğazımı ufaktan yakmalıydım. Bir dakika… Kapım mı çalıyor? Gerçekten şaşılacak bir şey değil de neden bu kadar heyecanlandım? Elinde aşureyle komşumdu gelen. Birbirilerine yardım yüzü gösteren bu insan topluluğunun, diğer kıyısında neden bu kadar kıyım oluyor, hiç anlamıyorum. Grafikte bir sayıdan ibarettim apartmanda. Bunu yönetici de biliyordu ki beni sadece aidatı ödediğim zaman görüyordu. Komşularım beni o kadar seviyordu ki en üst katta olmama rağmen küllerini başımdan aşağıya, daha birbirinden nefret etmeyen iki aşık renginde kömürler mevcutken, dökmekten geri durmuyorlardı. Gurbette olmanın bile tadı kaçıyordu artık. Üçüncü adamın öldüğünü öğrenene kadar… Ne! Kim buna cüret edebilir? Daha benim ona sorularım doğrultulmadı ona. Neler oluyor? Elimdeki zımbırtının, sola buz tutan yardımında haber başlığıydı. Kahretsin! Kanı, kaldırımla benim kanımdan önce tanışmıştı. O mavi kotunun cebinden sarkan biletin köşesinden, Ankara’ya gitmek isteği anlaşılıyor, karartıları boğan gecede fotoğrafının çekildiğini bilmiyordu. Türk’ün zehirli kanı dedikten hemen sonra yüzüstü uzandırılan adama benzemek istemezdi. Üçüncü adamın, diğerlerinden daha çok şey bildiğine eminim. Onu susturdukları o kadar belliydi ki. Bunca dostu olan adam ya ölmek üzeredir ya da yaşamak üzere yürüyordur. Hem; intihar edenler, yaşamayı en çok seven kişilerin bindiği bir tren değil mi? Travmalarına rastladıkları raylar, tam da kanları kaldırımla hasretleri son bulmak üzereyken onları yakalamıyor mu? Üçüncü adamın, kendini öldürdüğünü farz ediyorum. Çünkü öleceğini bile bile bir yolda yürüyen adamların, öldürülmeyi katledilmek olarak görmesi saçmalıktır. Daha kalemi oynatırken ilk kurşun atılır. Sonra döner dolaşır, son durak şakaktır, ölüm falan değildir. Zannımca ölüm, mürekkebin ilk damlasıyla rengini göstermez. Kaldırımla buluştuğunda insana aidiyet bildirir. Viskimin sonuna geldiğimde; adamın biri, kadının tekini kaldırımla sevişmekle suçluyor, öldüresiye dövüyordu. Oradan geçip gitmek istedim. Geçtim ve gittim. Benden ayrıldığında, ona sesimi yükselttiğim için beni kabalıkla suçlamıştı. Başka bir erkeğin ona daha sadık olup daha kibar davranacağını düşünerek bavulunu aldıktan sonra, arkasına bile bakarak şimdi kollarında can vermek üzere olduğu adamın evinin yolunu tutmuştu. İntikam, asla cinayete seyirci kalmayı haklı kılamazdı fakat o adamı da tanıyordum. Korkağın tekiydi ve hapis köşelerinden ödü patlıyordu ki birkaç adım ilerlediğimde, arkamdan koşan cıvık sesli kadın bu kanıma delildi. Döve döve ne hale getirdiyse artık, zihninde benim olduğum anıları depreştirmişti. Hayvan herif! Oradan öylece geçip gidecek kadar vicdansız olabileceğini hiç düşünmemiştim, diye bir bakış atarak beni kolumdan çekiştirdi. Nafile! Kendisi; beni, adımlarının kaldırımlarda attığı dayakla baş başa bırakarak vicdanı rahat bir şekilde gidebilmişti. Üstelik üçüncü adam da ölmüştü. Telefon numarasındaki son iki hanenin, hangi numaralar olduğunu bile hatırlamadığım kadın; şimdi, benim kolumu incitmeye çalışıyor, damarlarında dolaşan alkolün verdiği uyuşukluktan habersiz çimdik atmayı deniyordu ki o gittiğinde ben çok yaptım bunu kendime, idmanlıydım. Onu tanımadığımı, eğer ısrarla beni tartaklarsa polis çağıracağımı söyleyince delirmenin felcine uğrayan durağanlığıyla onu orada bırakıverdim. Kanım; kaldırımla buluşmuş gibiydi. Bulunduğum yerden kalkıp üzerimdeki gazetelerden birinde bulunan ölüm haberini okumuşçasına ve fotoğrafımı çeken gazetecinin, bir saat sonra içeceği biranın markasını sormak istiyormuş havalarıyla yürümeye devam ettim. Sanırım, sevilmemek böyle bir şeydi. Eski Ortadoğu içgüdüsüyle eşdeğer, mahallede kimlerle arkadaşlık ettiğimin takibi yapılmamış fakat yoldan geçen bir araba çarptığında kıymete binmiş çocuk olmayı hak ettiren düşüncelerin gölgesindeki sevgiyi kazanamadığım gerçeği… Ne kadar vasıfsız olsam da sırf nefes alıyorum diye insan olarak değer biçilmesi, beni ziyadesiyle rahatsız ediyor zaten. Ben, çorba içmeye gidiyordum. Aklımı şaşırttı o biçare kadın ki güzelliğini, gözünün altındaki morluklar bile silememişti. Ona delice aşık olmak, benim suçum değildi. Dersin ortasında saçma sapan konuşup tartışmamıza sebebiyet veren oydu. Koca dört yılın müsebbibi de o olsa gerek. Lokantanın kapısında, kapital hizmetlerin ardını merak etmeyen adamın, hoş geldiğimi irdeleyen bakışları ve sözlerinde gizliydi mercimek. Yorgundular fakat aldıkları azığa itiraz edecek vakitleri bile yoktu. Şansı yaver giden bir adamın yanında eleman olarak çalışan özel insanlar, bu dünyayı anlamayı ve güzellemeyi pek tercih edemiyorlar ki bu hakkın onlarda olmadığının da farkındalar. Kafamın üstüne basa basa geçen tecrübe tankları yüzünden, karşıma konan tabakta zehir olsa yerdim. Asla geri gönderemezdim! Memnun olmaya çalışan kişiler ve onları memnun etmek için uğraşan insanlar, yenilik arayışı bahaneleriyle tabakları kirletiyorlar. Kırk beş dakikalık mola süresinin, dokuz saatin kanını kaldırımlarla buluşturması, çok yakındır. Tabi bununla beraber fiziksel yorgunluğun azlığı da uyku gözlüklerinin türemesindeki kanıta ve toplumumuzun ruh sağlıksızlığındaki temele işaret ediyor. Pişmanlıklarla dolu bir kaşıklama ile ellerime bulaşan soğuk tozu yıkamak için akan suyu Antarktika’yı hissettiren çeşmeye yöneldim. Elimde; ekmek, mercimek, viski, cam ve kan kokusu vardı. Soğuk suyun, alkışlanma gereksinimi duyduğu sahneyi sunmak gurur vericiydi. Öte yandan üçüncü adamın, parfüm kokusunu da merak etmiyor değildim. Hazırcılık anlayışımı bir kenara bıraktıktan sonra camdan aşağıya daha fazla kusmak üzere evimin yolunu tuttum. Naneli şeker ve yağmur sesiyle uyuma bağımlılığım, alkolden çok çok öndeydi. Dördüncü adamın akıbetini merak etmiyordum bile. Hazırlanmam gereken sınavların ortasında kalemsiz bulunca kendimi, dalgalanmış ve sağ arkası kalkmış saçımın uykusuzluğunu açıklamaya çalışıyordum. Kendimle yollarımı ayırmanın seçeneklerini değerlendirirken bacak üste sigara içen bir adamın bu kadar yakınımda olabileceğini düşünmediğimin yanılgısında hisle Ömer, içtiği yorgunluğunun dumanında, çocukluğunu düşünüyor gibiydi. O sırada benim elimde alüminyum folyodan bir zımbırtı vardı. O ise esnaf taburesi üzerinde, düşüncelerinden kağıtlara bir şeyler karalamakla meşguldü. Bilgili, engin ve derya muhabbetine doyum olmayacağı, onun sadeliğin uzağındaki oturuşundan belliydi. Bana bir ortaklık teklif etmişti. Artık, eskisi kadar viski içemeyeceğimi düşününce bu teklife pek sıcak bakamamıştım. Hem daha dördüncü adamın suretindeki merak gülümsemesi, aklımın ucundan ip sarkıtmamıştı. Bu yüzden, önce birtakım, olmayan işlerim için bulunmadığım mekandan ayrıldım. Ömer ile gerçek bir arkadaşlık yazgısı, misket oynarken kaybettiğim zaferler için beni teselli eden oyun arkadaşı kararlılığında yazılmış olmalıydı. Onun gibi; gönlümdeki sevgimatikten, sınırsız sözcük çekme özgürlüğüne sahip, dünyası bir o kadar bana benzeyen fakat bir o kadar bilgi uzaklığındaki Samet ile tanışmamda önemli rol oynayacaktı Ömer. Dördüncü adam, benim okuduğum üniversitede bir bölüm okuyup dördüncü sınıfa gidiyordu. Okul kantinin çıkışında onu yakaladım. Üçüncü adama ne olduğunu sormak isteyen sezdirimcil bakışlarımdan rahatsız olacak ki göğsümü eliyle iterek soru yağmurunda, ahmakıslatan soruların kenarından, korktuğumu ifade eden öksürüğümü susturdu. Adamın, dilini kesmişler! Kahretsin! Bir tane mi normal adamı arayamıyorum? En aptal olanın, en normal olduğu düşüncesini nasıl yıkabilirdim, bilmiyorum. Yanındaki boylu poslu adam, onun sadece yazarak konuşabileceğini belirtince ayaklarımın tabanında, Sahra selleri hissettim. Ne sorabilirdim ki? O gün, Ebru’yu otobüste o da görmüştü. Yoksa beklediği adamı biliyordu da bu yüzden mi dilini kopardılar? Kendisiyle randevulaştım ve astral seyahat tadındaki mekan değişimden düştüğüm evimde, hemen bir şişe viski bitirmeliydim ki bu mereti de çok içen çok arıyor gibiydi. Işığa ulaşmanın yollarından birinde, daha fazla yakıt tüketmem zorunluluğu dışında bir problemim yoktu. Dördüncü adama çok üzülmüştüm. Kahretsin! Ne soracaktım ki ona? Ceketindeki düğmenin kopmuş olduğunu görünce bir erkek çocuğunun, eril yetişmesinden kaynaklı, annesinden uzaktayken fetüs halinden daha fazla muhtaç halde olduğunu anlamış bulundum. Kadınların çok konuştuğunu öne süren bilimsel çalışmaların ışığındaki gölgede, öyle kadınlar tanıyordum ki bir mezarın üzerindeki çiçek bile bu tip kadınlardan daha konuşkan ve daha neşeliydi. Onlardan birinin yardımına ihtiyacım vardı. Zira dilsizin dilini yine bir sahte konuşkan çözebilirdi. Dördüncü adam gelmek üzereydi. Masa temizdi. Terlikler düzeltilmiş, mutfak dersiz topluydu. Erkekler arasında dağınıklığın lafı olmadığındandır, bu hazırlıksız bekleyiş. Yanındaki iri yarı herif olmayan bir kalabalık, zile dokunmuştu. Tabi o gelmeden ben Makbule’yi çağırmıştım. Hani o mezar taşından bile sessiz kadınlar var ya, onlardan biri işte. Adamı içeri buyurur gibi elimi yokladım cebimde. O da, bu nazik daveti geri çevirmeyerek ayakkabıyla içeri girdi, bunu nereden biliyordu? Daha önce evime gelmeyen biri, içerinin yüzde beşinde ayakkabının çıkarıldığını bilemezdi. Aynı evlerin, karşı dairelerindeki asimetrik hayatlarında bulunan muamma kadar anlaşılmaz bir hareketti. Bir şeyler içip içmeyeceğindeki nezaket dolu tümceyi sormadan önce; adam, masanın üzerindeki viskiyi işaret etti. Normal şartlar altında, bu kabalıkta buharlaşmam gerekirdi fakat ben bunu hoş karşıladım. Çünkü kimse benimle viski içmek istemezdi. Bu adamın yaptığı jest, beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Belli ki iyi arkadaş olacaktık. Görünüşündeki çaresizliği atlatmaya çalışan şok halimden kalan vakitte, diline ne olduğunu sorma cüretini gösterdim. Kalem ve kağıdı onun için hazırladığımı anlamış olacak ki masadaki nesnelere, düşman görmüş bir Alman’ın Nazilere tüfek doğrultması kadar sahici elini uzattı. Yanına oturup onun hiç atamadığı çığlıkları duymaya çalıştım. Makbule de bir yandan viski yudumluyor bir yandan da sigarasını içiyordu. Anlaşabileceklerinden emin olmasaydım, onları bu sessizlikte kavuşturmazdım. Kağıtta yazılanların; bana, hayırsız evlat hissini vereceğini keşke biri fısıldamış olsaydı. Babasıyla sofrada tartışmış, kaşıkla tabağı kırıp evden kaçmıştı. Bir yıl sonra babasının ölüm haberini alıp eve döndüğünde, babasının başucundaki komodinin çekmecesinde, kırdığı tabağın parçalarını görünce dilini bir hamleyle koparıvermişti. Sevilen her insan, raylarda kaybolmaya adaydı hal bu ki. Neden bu cahillik peki? Kağıtta Ebru ismini gördüğümdeki kalp çarpıntısı? Ona aşık olamazdım, hayır! İmkanı yok çünkü mezarımda rahat uyumayı isteyen biriydim. Adamın elindeki kalem, yıllar önce girdiğim genel bir sınavdan kalma yarım hayalli kurşun kalemdi. Emek sarrafı olan kaleme her dokunuşu, kağıttaki ölümleri birer birer ifade ediyordu. Ebru’nun altıncı adamı beklediği yazıyordu. Kalemi bıraktı, viskiyi fondip yapıp evden çıkmak için kapıya yöneldi. Ben, yine soru işaretleriyle; elimde sigara, Makbule, hiç değişmemiş hallerinden ödün vermeden sadece sigarasını yakmaya çalışıyordu. Bu kadının umursamazlığı sinirlerimi bozuyor! Eski sevgilim olmasaydı eğer; onu, çoktan dördüncü adamın arkasındaki merdiven adımlarına yabancı olmakla suçlamıştım. Ben bu kadar sorularla doluyken herkes nasıl bu kadar cevapkâr olabiliyordu. Etrafımdaki her insanı, bir nehir suda boğasım geliyordu ve yıkıntıların arasında çaresiz bırakmak istiyordum. Kendimi, sevdiklerimin sözlerindeki biranın yanında tuzlu fıstığın kabuğu gibi hissediyordum. Beşinci adamın ne anlatacağı önemli değildi ancak en son böyle bir şey söylediğimde, üçüncü adamın peşine düşmüş ve viski içiyorken bulmuştum kendimi. İyisi mi bu davayı kapatmalı, Makbule’yi evine geri göndermeli ve dilsiz olmalıydı. Hem birinci adamın yüzüklerindeki anlamdan sonra, eksik düğmeli dördüncü adamın çaresiz ve bıkmış hallerindeki anlam yükü sırtıma binmemeliydi. İyi de, devlet yurdunda ben de kalmıştım zamanında. Terliklerin, sağ ayağımda topladığı su baloncuklarındaki yatağa uzanma seçeneksizliğiyle ben de boğuşmuştum. Nasıl bu kadar vicdansız olunabiliyordu, gerçekten anlamamakta ısrar ediyorum. Sayınla efendi arasındaki yaşantıma hiç de son vermek istemiyordum. Elimdeki kadehin doluluğunda, sahte bereket delili de bir haykırıştı. Kafamın güzel olmasıyla beraber, yaktığım sigaraları küllükte unutmaya başlamıştım. Bir filmi ve ağlamaklı sahneleri başa saran sadist ruhumun, makyajındaki güzelliği; ayna karışındaki asimetrik dairenin parkelerinde ağladığımda tamamlayabiliyordum. Ne kadar yanılırsam o kadar tecrübeli olurum saçmalığını gözden geçirirken elimde patlayan köşe koltuktaki kitapta, kaldığım yere devam etmeye başladım. Bu kafayla, Bihruz Bey’den farkım yoktu zaten. Çabuk sindirdim vicdanıma sanki olanları. Nasıl bu kadar çabuk toparlanabildim, elimde viski kadehi nasıl durabiliyor? Elimde sigara var, öyle ıssızca tütüyor dumanı. Ne yangınlar gördüm, diye başlayan şarkılardaki kibrit alevine sevgi ve sövgüyle selam veriyorum. Aklımı başıma almadan önce, biraz kendimi dağıtmalıyım. İnsanım ya da bir insan, hiç anlamı yok. Taze bir özlemden yana, anlattığımız o güzel anılarımızdan iskeleli yaşantılarımızı inşa ettiğimiz masalarda kaldı güzel hatıralar. Samet ve Ömer’in, Mahir’i tanımaması imkansızdı zaten. Bu yüzden Ömer’in dostane teklifini kabul etmiş bulundum. Fotoğraflarımı, gülümsememi, gözyaşlarımı bıraktım o evin duvarlarında ve camlarında. Buğusunda kaldı pencerelerin, sevdiğim kadınların isimlerinden yazıtlar. Bir cam silmeye uçup gidecek şimdi. Yeni gelen kiracı, benim gibi salonun ortasında durup viski ve sigara içecek mi acaba, sazıma aşık ettiğim türkülerin ardındaki yastığa başını koymadan uyuyabilecek mi o duvarlar, kar yağışını izlediğim akşamların şahidi masalar, yine kurşun kalemin sarhoş haline aldanmadan koşacak mı satırbaşına, deli divane aşklarını anlatan dostlarımın, yeryüzü sandığı masalardaki iklimlerden esen rüzgarlar, yeni kiracının boynunu serinletecek mi huzursuz bir şafakta, o evde son defa, hiç giymeden katladığım gömleklerimi toplarken akşam olacak mı, biraların şekerini döktüğüm masalarda uyuyakalacak mı o evde yaşamaya çalışan yeni çocuklar, bir babanın boğazında düğümlenecek mi yaşanması imkansız ay sonundaki baharlar, dünyanın en huzurlu uykusunu, evlat kokusunda bulduğu yastıkta arayan anne, Ebru’ya ne olduğunu uyumadan önce düşünecek mi, memleketten gelen kargoları saran poşetleri bile atmadığım o balkonda bitecek mi bütün hüzünleri o ev sakinlerinin, çocuklardan biri aşık olduğunda kapanacak mı Hasan’ın odasına, bilinmezciliğin yolculuğuna çıkacak mı evin büyüğü, Erdi’nin odasında. Aklıma geldikçe hüzünlendiğim duvarların arkasına düşer mi büyüdüğüm o yalnızlıklar, evdeki genç kızın isyanlarında, bilmiyorum. Bavulumun örtüsünden yaptığım tazelenen eski anılarımla yan binaya adımlarımın arkasındaki gözler bakar son kez, o yaşamaktan nefret etmeyi sevdiğim balkona. İntihar ediyordum, saatimi kontrol etmeyerek. Sadece güzel görebildiğim o devşirme rüyalarımın kadınından daha sağır bir metanetle adımımı attım yeni yuvama. Ömer ve Samet’in yanında, balkon duvarına başımı vuracaktım ve kanatacaktım. Ömer teselli edecekti, Samet de usulca dinleyip perdeleri seyredecekti. Kısaca, kendimi hiç hissetmediğim kadar değerli hissedecektim. Sigara içiyorum diye beni arka sıralara yollayan öğretmenim, benden gerçeklik umudunu çalmaktan vazgeçecekti. Artık viski değil çay olacaktı. Ramazan geceleri dinlediğimiz şarkılarda huzur bulmak isteyecektik, hem de Cem Karaca’yla. Salona kurulduktan sonra içine düştüğüm garip his kuyusunda, Eyüp gibi her tarafı yara bağlamış aklımı, sağlığına kavuşturmaya çalışıyordum. Telefonuma bir mesaj geldi. İnanmamakta ısrar ediyordum fakat gelen ileti, birincil kuvvetlerin savaşa çağırılmasıyla ilgili kırmızı mühür değerinde bir yazıydı. Düşmanım cahillikti ve savaş alanı tamamen çocuklarla doluydu. Başıma kına yakacak kimsem olmadığı için saçımı taramakla yetindim. En güzel anılarımı o evde, Samet ve Ömer’in yanında bırakıp kapıyı çektim. Biletim alınmış, kalacak yerim ayarlanmış ve yoldaki Dante’nin yarısında tuzaklar imha edilmişti. O da ne! Beşinci adam! Terminalde beni görür görmez eliyle avcunu aşağı doğru kavuşturdu. Artık viski yoktu ancak sigara cebimde bir yerdeydi. Yaktım bir tane ve dumanında öksürük fertleri hücrelerimle beşinci adamın yanında bittim. Beni arıyormuşsun zaten diyerek içimdeki merak duygusunu tam da sönmüşken yeniden ateşledi. Aynı amaç uğruna savaşmaya gideceğimizi fakat o Bursa’da görev yapacağını belirtince altıncı adamın yanına gideceğimi anlamış bulundum. Sadakat ehli insanlar birbirilerini iyi tanırlar. Birinci adamdan, çok başka bir adamı daha sadakate mahkumiyet durumunda gördüm, beşinci adam. Gözlerindeki ölüm çukuruna düşmemek için çok direndim fakat boğazımdaki ipleri çözmekle meşguldüm mola yerinde. Birincil ihtiyaçların karmaşasının yaşandığı bir yerdi burası. Çok kalmamıştı kurak memlekete. Öyle bir uykusuzluk ki ayağımın bir numara büyümesini hissedemiyordum bile. Otogarda beni karşıladı altıncı adam. Daha güleç yüzlü bir mizaçtı ki herkes otobüsteki halinden çok farklıydı. Keşke Ebru da görseydi bu günleri. Şimdi o, özenerek makyajını eksik etmediği yüzündeki kurtçuklara anlam vermekle uğraşıyordur. Ben de gideceğim o mutlak noksanlığı, yaşamakla telafi etmeye çalışıyorum zaten. Bir dünya insanın, ayaklarınızın iki metre altında olduğunu ve sizi işittiği halde konuşamadığını hayal edin… Öyle iyi biliyorum ki o odaları, sevdiklerimi saklarken toprak ananın raflarına her bir dakikaya çentik atmayı öğrenmiştim zamanında. Altıncı adamın gözüne kaçan tozların o raflardan geldiğine inanıyordum. Beraber savaş alanına doğru gidiyorduk. O sürekli sigara içmiyordu benim gibi. Ancak sevdiği kadının, bu kokudan rahatsız olması ihtimali, pişmanlıkla tüten dumana itiraz ediyordu. Adamın naifliği ve hisli fikirleri o kadar değişikti ki kendimi onun yanında çok vicdansız hissediyordum. Acıyı sevmeye alışmıştım, o da öyle görünüyordu. Artık viski yoktu ve çay vardı. Bir kahvehanede oturduk, güzelim Türkiye’nin, haritada ne kadar sakin durduğunu hissetmeye çalıştığımız sırada; önümüze, demi yüzeyinde küçük bardakta çaylar geldi. Meraklı kalbim, güzel bir kadın görmeyi arzulamış olacak ki daha önce birinci adamın es vermediği siyah saçlı kadını tekrar gördüm. Altıncı adamdan müsaade isteyip kadının nereye gittiğini öğrenmek istiyordum. Yalnız, bu alenen taciz olabilirdi. Henüz yetiştirmediğim kız çocuğumun başına gelebilecekleri hesap edince polis karakolunun, yanlış anlaşılmaya müsait olamayacak hali beni tekrar demi yüzeyindeki çayı içmeye teşvik etti. Aklımın refakatinde gözlerim, cinayetler ve muammalardan uzak bu şehri anlamaya çalışıyordu. Altıncı adamın evine geldiğimizde, gözüme çarpan ilk şey, düzenli bir kitap rafıydı. Mermilerle doldurmuş her yeri, ne güzel savaşa hazırız o zaman! Görevli olduğum okulun yolunu sabah tuttuğumda, aklımda kalan tek şeyin liyakat eksikliği olması, fena halde caydırıcı bir unsurdu. Artık, ülkemin gelecek otuz yılındaki cahillikle pisboğaz antlaşması imzalamalıydım ki her şey için çok geç olmasın. Öte yandan sokağa doğru bakarken insanların elinde vidonlar dolu suları gördüm. Suya zam geleceğini kulaktan kulağa işitmişler ki yiyecekten öte daha üst bir mertebeye ihtiyaçları olduğunu unutmuş bu insanlar. Bir şey sormamda sakınca yoktur umarım… Bu markette kuyruk oluşturanlar, oruç tutarken kendi iradeleriyle ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk basamağını yerin dibine gömmeyi başaranlar değiller mi? Tansiyonu düşen kadınların, genelde felaket tellallığının tillahı olması kadar sahici bir fikirdir bence bu. Okul müdürü beni karşıladı ve belgelerimin tam olup olmadığını sordu. Elimde yalnızca iyi bir silah olduğunu ve bütün dünyaya kafa tutabileceğimi söyleyince önünü ilikleyip ayağa kalktı. Sanırım bu hareket, sırtıma binecek olan küf kokulu yükün habercisiydi. Yarısına varamadığım yolun kenarında dilencilik yaptırmaya yemin etmiş bir hareket! O kadar önemsiz bir adamdım ki kargocu, ben intihar etmek üzereyken arkasını dönüp gitmişti. Ben zaten alarmla uyanmaya alışmış, ses işitmekten kendini çoktan koparmış bir ruh haliyle direniyordum sabırlı yalnızlığıma. Savaş meydanına girerken açtığım kapının gıcırtısında gördüm gözlerdeki o uğruna ölünecek halkı. Biz yaratmalıydık bu halkı. Yoksa ölmek, yalnızca bir amaç uğruna yaşamı sonlandırmak olurdu. Okul bayağı kalabalıktı. Meslektaşlarım da bu oranda bayağı fazlaydı. Çocuklar gözümün içinde, salonun ortasında bekleyen Ebru’yu görüyor gibiydi. İçeri girdiğimde ayağa kalkmaları beni doksanlara götürdü. Yaşımın, kalbinden bıçaklandığını çok derinden hissettim. İlk günün sonunda, yeni ev arkadaşım altıncı adamın kulaklarına fısıldadığım sözcükleri ayağa kaldırdım, önünü ilikledim, sıkıca giydirdim, sigara içmemesini tembih ettim, yanaklarına dökülen şelalelerin tadını çıkarmasını diledim ve onu düşüncelerin sokağında yetişmek üzere dışarı yolladım. Ayakkabısız ve çorapsızdı. Çok yalnız bir sabaha uyandım. Terliklerimi aramadan evvel yaktığım sigaranın dumanını anlatan güneş ışığı perdeden içeri sızıyor ve beni derindeki güçsüzlüğüme doğru itiyordu. Anılarımdan yaptığım zaman çorbasına aklımın kaşığını her vurduğumda yoğun bakımın tavanını görür gibi oluyordum. Başarısızlıklarımı sakinleştirmeye çalışırken beynimin hücrelerini birer biner öldürmekten hiç gocunmuyordum. Aşık olmamalıydım zaten, hiç yerinde bir zaman değildi. Tahammül edebildiğim tek şey sigaranın külünü döktüğüm bir kül tabağımın olmamasıydı. Ne kadar bıkılabilirdi ki sevmekten? Usanmadığım tümcelerin dünyasına adım attığım günden beri kadersizlik münakaşalarını terk etmekle savaşıyordum. Çorabımın tekini ararken yetişmeye çalıştığım bir iş yerim vardı. Düzen, her şeyin aksine düzensizliğin ta kendisiydi bence. Altıncı adama bunu anlatamazdım. Burgulu sezgilerimden dökülen yapraklara baharın bittiğini anlatabildiğim bir düş güzelliği sunuyordu bir zamanlar viski kadehi. Sakin olabildiğim ölçüde heyecanlanıyordum. Bıktığım o gözlerin ve sözlerin gölgesinde susuz oturduğum sevgi ağaçlarının dibinde hayaller kurmaktan öteye gitmiyordu kafamdaki kalabalıklar. Tam bu fikirlerin içinde boğulmaktan hoşnut olurken Şerif ve Birol sigaraya eşlik etmek üzere yanıma geldiler. Ders çalışmak yerine artık meslek icra etmenin verdiği mutluluğun hazzını duyuyorlardı. Okul müdürü Gonca Hanım’ın telkinlerini hatırlattılar ki bugün bir çay partisi olduğundan söz ettiler. Şerif ve Birol arabalarına binip buluşma yerine gittiler, ben de arkalarından kafenin yolunu tuttum. Galiba öğretmenler toplantısına denk gelecektim. Kafeye girdiğimde, öğretmenler odasında tüten sigaranın kokusunu duydum. İlkokul öğretmenimin, beni azarladığı o odayı mumla arıyordum bir süredir zaten. Doğum günüm olduğunu unuttuğumu belli etmemek adına attığım gülümsemeyle bir masa karşıladı beni; kahkahalar, alkışlar ve gülücük dolu samimi bakışlarla. Öğretmen arkadaşlarımın, okul dışında yaptığı doğum günü partisini minnetle hissettiğimi söyleyebilirdim. Masada Gonca, Birol, Şerif, Baba İshak, Tuğba, Sümeyye pastayı hep bir elden uzattıklarında, küçük yaşlardan kalma batıllarımdan bir hisle dilek tutarak üfledim mumları. Yirmi sekizinci yaşımdan geriye dönüp bakmak istediğim pencere öylesine kalabalık ve karanlıktı ki bana bakarken gülen yüzlere karşı somurtmanın hiç de hoş bir şey olmadığını düşünerek gülümsemeye başladım. Gladyatör gibi yetiştiğimiz eğitim sistemindeki rekabetin hıncını yeni yeni atıyorduk üzerimizden. Bu yüzdendir ki insanoğlu, acı çektikçe gülümser. Yalnızken kahkaha atar ve dünyayı anlamadığında viski kadehini kafaya diker. Ebru görseydi bu yaş günümü, çok mutlu olacaktı, eminim. Henüz öğretmenliğe yeni alışmışken görevime son verildiğini öğrenmek hiç de acı gelmedi ki üzerine yaktığım sigara ve dışarı çıkarken çektiğim derin nefes bunun habercisiydi. Yanmak için güzel bir gündü. Hava çok sıcak ve dalgasız bir denizin rüzgarı kadar yalnız bir esintinin kalbinden çıkıp gelen güzel şarkılar kadar güzel hissediyordum. Eve gidip güzel bir şarkı açtıktan sonra, kendi branşımdan adem olduğumu anlatan ihsanla güzelleme yapabilirdim. Takırtıların arasında sarhoş girdiğim evin penceresinin nerede olduğunu bilmeliydim. Çok içtiğim gecelerde lazım olacaktı, aşağıdan birinin bakmamasını temenni ediyordum. Haliyle doğum günümün hatırası gibi görünen karanlık mumlarının arkasına saklanıyordu bütün bedenim. Ne kendimi hatırlayabiliyordum ne de beni. Tek yapabildiğim, viskimin acı tadından kalan dudak yanışına sigaramı eşlik etmesi için zorlamaktı. Kapılar ardına kadar kapalıydı, hava da öyle. Elime kalemi ilk defa aldığım anlara geri dönmeye çalışmak kadar büyük bir saçmalığın içinde buldum gece vakti kendimi. Takırtılar kafamda susmuyor, sağlam bir dostum İbrahim Ethem beni ziyaret etmek üzere çaldığı kapının tahtasına işkence ediyordu. Kapıyı açmak mecburiyetindeydim çünkü beni kimse yanına almadığında, henüz ilkokul zamanlarında, o beni sırasına kabul edip benden nefret ettiğini söylemişti. Aynı okul, aynı lise ve aynı üniversite derken yollarımızı ayırmak zorunda kaldığımız mezuniyet kaçamaklarından geriye kalan bir kadehti viski şişesi gibi kederimiz. İkimizin de sessizce yanan sigarasından başka cızırtının olmadığı bir geceydi, yalnızlık vapurundan el sallıyorduk dünyaca kalabalığa. Sakınca duymadığımız bir gariplikle kahkaha atmayı başarabildiğimiz dostların bakışlarındaki anlamsızlıkta saklıdır geçmişimiz ve özümüz. Ne kadar yalnız kalmak istesek de o kalabalığın bağrından dalgalanan bir bayrak yarışı içinde buluruz ruhumuzu her seferinde. İzlediğimiz korku filmlerinden farksız yaşantımızın nesi güzeldi, anlamıyorum. Travma dolu çocukluklar, yarım kalmış güzel anılar, sigaraya geç başlayan bedenlerin söyleyemediğini anlatmayı başarabilen kadehlerin diplerindeki tınısı, hüznü bir kenara bırakmaya karar verdiğimiz her an hastane köşelerinde uyuyakaldığımız halde kendimizi bulduğumuz geçmez saatlerin uğultusu, gözümüzden dökülen acı dolu yoğun göz zehirlerindeki vızıltının burnumuzun direğini çürütmesi ve talihsizlik kuşunun üzerimize tükürdüğü her dakikanın verdiği boğuculuğun yanında yazdığımız mektupların kurşundan kalemleriyle intihar eden anılarımızdı bizi yaşatan ve öldüren. Hüznü andırmayan bunca şarkıların arasında ağlamayı başarabilen bir adam olmayı denediğim günden beri karamsar yazdığımı hisseden dostum, sigarasını söndürdü ve işten atılmamı tebrik etmek üzere elini uzattı, tokalaştık. Hangi arkadaş grubu işten atılanla beraber kahkaha atabilirdi, biz. Bu sessizlikte bile ses çıkarmaya meyilli kafalarımızı çekmek için birer kadeh daha doldurduk. Rüzgarı hissedemeye kollarımıza havanın değdiğini hissetmek için balkon kapısını açtım. Aşağıya doğru fazla bir alkol kokusu yayılmış olacak ki yeni komşum elinde boş bir viski kadehiyle geldi. Yanında çikolata vardı, tabak boş dönmezdi, kadehini doldurdum ve kafasının güzel olmasını dilemedim. Bu kafaları yaşamasını istemediğimden değil, yalnızlıkla baş başa kalabileceğinden emin olamadığım bir sezgiye sürüklemişti beni, o yüzden. Nimet gibi bir yüzle karşılaşma ümidiyle tipsiz suratıma attığımız kahkahalarla uğurladım arkadaşımı. Bir kadının beni sevebilmesi için çağımızdaki niteliklerin hiçbirine sahip değildim. Ne dışımdaki ben güzeldi ne de yaşantım. Sarhoş dolaşan bir avareden farkım yoktu. Tenekeleri düzeltmeye çalıştığım sobalı evin duvarındaki saatlerde, Pazar gününden sabaha çıkan çirkin bir pazartesi anksiyetesini delik deşik eden maçlar seyredilmiş, sakızlar çiğnenmiş ve öpüşmek için dakikalar sayılmıştı. Benim bundan haberimin olmaması kadar sükut içinde yaşamam kadar normal bir anormallik yoktu herhalde. Dünden razı bulutların saçma sapan hareketlerinden anlıyordum trafiğin yoğun olduğunu. Hem ücra bir kentte de değildim. Sakladığım samanların hiçbirinin altından su yürütmeyi beceremediğim için sevgiyi hak etmediğim fikrine kapıldığım andı, nefretine mazhar olduğum kadının gözündeki büyüyen aşık olmam. Ne güzel sözleri vardı beni aşağılayan, sakallarımı ağartacağı günlere şükretmeyi dilediğim şimşek hızındaki hayallerimi yerinden oynatan. Onu üzdüğümü hayal ettiğimde bile annemin kulağımı çektiğini hayal ettiren kadın, çok güzel kadın. En Orta Doğulu özelliğim olan anında aşık olma ve evlilik hayali kurma içgüdümden geriye kalan nefret dolu söylemlerin ne kadar faydalı olduğunu, onun bana ettiği küfürden anlamıştım. Allah’ım! Ne kadar öksüz, yetim ve günahkarım! Birini çağırsam da beni öldürse! Yakarışımdaki ten düşmanlığını ne kadar daha soğuk bir ayna yüzüyle takas edebilirim, biliyor musunuz bunun zorluğunu hanımefendi? Dalgalı saçlarınıza değen tarağın ucuna takılan her bir teli saklamaktan vazgeçtiğim günlerde duyacağım hüznü anlayabilir misiniz? Sakinliğinizden anlaşılıyor ki benden nefret etmiyorsunuz. Ah ne güzel kadın! Bana cevap veriyor ve benimle konuşuyor. Mektup yazmalı… Telefonla gelen aşkların telefondaki terk edilmeye son bulduğunu öğrendiğimden beri teknolojiye düşmanlık eder haldeyim. Kiremit çatılardan, yoksulluğu hissedilen kerpiç evlere gelene kadar öğrendiğim ne varsa anlatmaya hazırdım. Berivan’ın güzelliği başımı döndürüyordu ve gülümsüyordu. Onu sevebileceğime, anında yemin ettirecek kadar samimiyetsiz gülüşünü bile gözden geçirmeden hoşnutlukla karşıladım. Umurunda olmadım tabi başta. Okuduğu okulun, fakültenin ve sınıfın bilgisini bilmek hoş değildi. Erkek olarak bir kadını sevdiğini itiraf etmek için tanışıklık gerektiğinin farkındaydım. Süt karşılığı altın getiren bir yılanın ardına düşen sevgili olmaya değin, dünyayı unutmaktan beni vazgeçirecek aşkı bulduğuma yemin ediyordum. Onun fakültesinin kantininde bulunan kitap rafına her gün bir mektup bırakacaktım. O görüp karşılığını yazana kadar devam etmeliydim. İlk mektubumda, sade bir gelinlik hayalindeki eril fikirlerimin bastırdığı özgür kadın isteğine kilit vuran sözcüklerle saçmalamış olacağım ki cevap gelmedi. Temizlik yaparken birileri onu yok ediyordu her seferinde. Belki o alıyordu. Yağmur yağdığında bile çıkacağım bir balkonumun olmadığı köhne meskenimde yazdığım mektupların anlamını nereden bilebilirdi ki zaten. Anlayamadığından emindim ki öğretmenlerimin, kulağımı farklı tuttuğumu anneme söylediği anılar gözümde canlanıyor. Veli toplantılarındaki gerginliği yaşayan esasi bir topluluk olan bizim zamanın öğrencileri, işittiği azarların bedelini, sokaktaki toprağı eşeleyerek ödüyordu. Ne kadar yalnız hissetsem de ikinci mektubu yazdım. Viski içerken ağzımdan fırlayan zehir gibi sözlerimden alıntı gibi görünen tümceleri okuduğunda ne hissedeceğini kestiremiyordum. Elbette bir gün okuyacaktı! İkinci mektubu da oradan biri almıştı. Kafayı yemek üzereydim. Boğazımda, resmiyetten kalan sıkıcı sözcük kravatını düzeltmekle meşgul olmak istemiyordum artık. Onu her gün görüyordum zaten ki güneş de bizi her gün görüyordu ancak ne biliyor ne de işitiyordu. Aptalca bir cesaret nüktesi dolu üçüncü mektubu rafa yerleştirmek istediğimde yakalanmamak için etrafa bakınıyormuş gibi yaptım da yakalanmak istemediğimi kimse iddia edemezdi. Sadece, onun bu mektupları aldığından emin olmak istiyordum. Bir kadını severken onun bizi terk ettiği an güçlü kalıp kalamayacağımız tartmaktı en zor yanımız. Değişik ruhlardık, anlayamazlardı güneşi en son görenler. Aklımı başından çekiştiren sözcüklerle, ithaf dolu muhabbetimi belirttiğim dördüncü mektubu da rafa yerleştirdim. Kalın kitapları okumadan da insan sevdiğini söyleyebilirdi. Sonuçta yalnız kalmama isteğindendi bütün bu sevgi dolu sözcüklerin saçmalıkları. Yeni her şey, bir öncekinde konuşulmuş büyük sözleri yediren güzel bir sahneydi zannımca. Toprağa kadar yolu olan bir sevgiyle coşan gözlerimi kaçıramadığım kadını her gördüğümde, aklıma düşüyordu çocukluğum. Kumdan kaleye itirazdı el ele tutuşmamız. Farklı iki cinsin ortaklığının ilk temellerinden bu yana düşünen varlıklarız. Kadınlar uğruna ölen erkekler ve o adamların uğrunda yaşamayı göze alan kadınların arasından geçiyor mektuplarım birer birer. Bir şişe daha viski devirdiğim anılarımı yaktım beşinci mektupta. Kararlılığımı belli edebilmek için düştüğüm çukurun en solundan yalvarırken o kadına, onun bunu görememesi kadar gerçekçi bir nesneydi önümdeki kül tabağı ve üzerinde sönmüş uzun küllü sigara. Ölüme adım adım yaklaştığımı hissediyordum. Artık Allah’tan af dilemeliydim ve günahlarımı terk etmeliydim. Başıma kına yakacak kadının beni fark etmesi an meselesiydi. Dünden razı sözcüklerimi hazırlamışken dünyanın tek gerçekçi gülüşüne karşı, duvarlara çarpa çarpa yürüyen bir bağımlının aklından geçenleri anlayabiliyordum. Tartısı eksik terazimi, sadakate bağlamaktan başka bir çarem yoktu ki beğenilmeme korkusundan öteye gidemeyen özgüven eksikliğimi yenemiyordum. Çok uzaktaydım ve psikolog dayımın sözlüğüne çok ihtiyacım vardı. Yaktığım sigaramı ıslatan gözlerimi susturmayı başarabilseydim başarılı bir çocuk olacaktım. Annem, babam, ağabeyim, ablam ve kardeşim beni sahnede gördüklerinde alkışlayabileceklerdi. Ölmek için güzel bir gün değildi ki yakındığım mektupları doldurduğum raflara sığmadığını gören bir tek ben değildim. Sabrımın sınandığını hissedemediğim aptal ruhuma derinden bakmaya başlıyordu o kadın, tahtımı elimden almak için isyan başlattıracak kadar içimdeki safsata işlere karışabiliyordu tek bir bakışıyla. Gülümserken kaybolan gözlerinden düşen yıldızlardan, ömrümü hibe ettiğim ve adını verdiğim dilek taşlarından yaptığım kolyelerin paramparça oluşunu seyrediyordum, kafam çok güzel değildi. Artık bir bağımlıydım ve ölmek üzere olan birinin işlememesi gereken günahların tekine aşık olmaya çalışıyordum. O kadın, benim mektuplarımı bulamayacaktı, bulabilseydi bile keman çalamayacaktı, sakin kalabilseydi bile ne demek istediğimi ölene dek anlamayacaktı. Bunu bile bile mektup yazmaya devam ettim. Hiç huyum değildir, hoşlandığım bir kadının yakın arkadaşlarına Cemal Süreya’dan çaldığım sözcükleri satarak ilgisini çekmeye çalışmak. Sevmediği zamanların toplamından bir problem çözmeye kalkıştığım ve fonksiyonlarımı kaybetmeye başladığım gecelerin hesabını sormak istiyordum onun göğsünde ağlarken. Sanırım erkekler ölünceye kadar anne kucağına hasret kalacağını anlayıp bir kadını sevmek zorunluluğuna düşüyor. Takırtıları susmayan kafamı hangi duvarda paramparça edebileceğimi düşünürken dağlara doğru bakma alışkanlığımla yaşlandığımı hissediyordum. Çok dalıyordum ve çok sigara içiyordum. Mektup yazmaya devam ediyordum ve o okumamakta ısrar ediyordu. Öylece önünden geçiyor ve bağış yapılan bir kitap rafından farksızmış bakışını atarak yürüyordu. Sağanak nefretlerin doldurduğu havuza bakan her tanıdık, dilek tutarak attığı paralamaları içime doldurmaya çalışmasaydı, o kadın mektuplarımı okuyabilecekti. Kasım ayının sekizinde düştüğüm yağmur topluluğunun kirlettiği pantolonumu temizlerken ağlıyordum. Elimde güller vardı ve vaktimin dolduğunu hissediyordum. Güneşim batmak üzereyken sarımsı perde ışığında sigara yakmaktan başka çarem yoktu, mektup yazıyordum ve raflardan taşıyordu. Üstelik o; okumuyor, önünden geçip kapital bir hissin peşinden gidiyordu. Ayağımın düştüğü diğer çukurun tadını alıyordum toprağa değen yüzümde. Şakağımdan damlayan kanı, parkeden temizlemeye çalışabilirdi her an Ebru. Makbule’nin içtiği sigara kadar kaygısız bir bakış atıyordum raflara ve bir kadın tarafından fark edilmemenin verdiği burukluğu arıyordum kadehlerde. İçtikçe sarhoş oluyordum, sarhoş oldukça içmek istiyordum. Sigarayı tercih etmeyen ciğerlerimin beş para etmediğinin düşüncesi bile korkutmuyordu beni. Mektuplarım henüz okunmuyordu ve kaçıncısını yazdığımı hatırlamıyordum bile. Bir sigara daha yakıyordum, önünden geçiyordum onun, kendisinin saçlarında geziyordu gözlerim. Onu severken hissettiğim hüznü duymasını istiyordum, yaşadığı başarısız her anısında. Tıkırtılar geçmiyordu kafamdan, sakıncaları düşünmekten alıkoyamıyordum gözlerimi. Aşağıya bakarak yürüdüğüm için alakasızlıkla suçlanıyorken tümcelerim, dağladığım dilimi viski ile anlatmaya çalışıyordum. Çaldığım o güzel kalplerin ardından ağlamaktan bıkmadığımı söyleyemediğim her dakika düşünüyordum ve yine bir mektup yazıyordum ki raflardan koridora kadar uzanıyordu. Evimin kapısı çalınmıyor, dünyadan koptukça ölümün, bulunduğum şehirden içeri girdiğinin haberini veriyordu kafamın içindeki barut kokusu. Aman vermeyen düşünce denizimde kürek çekmekten yorulduğumda, bir günde bir şişeyi devirmiş bulundum ki düş aleminden içeri giriyordu bütün çocukluğum. Hoş geldin güzel çocuk, kapıda bırakma ayakkabını, yırtık deme, alırlar. Ertesi gün okulda kendini beğendirmek üzere umursadığın iyi yetişmemiş bebeklerin aklında kalırsın. Dünyama hoş geldiniz, siz sevgili güzel halılar ve karne günleri. Babamın bana sabrettiği fikriyle, iyi bir çocuk olma eğilimiyle düşüyorum bulunduğum koltuktan. Mektup yazamam, eğri büğrü gider satırlar, çıkar gökyüzüne başıma yağar sonra. Emirlerinize amadeyim sevgili ergenlik anılarım. Ne kadar da güzel gülüyormuşum küçükken! Gören, bu dünyadan olmadığımı anlatıyorum sanıyor. Siz biliyor musunuz sevgili hanımefendi? Dün düştüm yürürken. Sekiz Aralık gecesinde kaldığım yalnızlığımı aramaktan utanıyorum artık. Şehrin kapısından geçip beni arayan ölümü arıyordum yıllardır. Yerde ararken tavanda bulduğum son bakışın ne kadar mükemmel bir şey olduğunu anlatamazdım. Kendime gelemediğimde çalmadı bu defa kapı. Bir kargo gönderilmeyecek kadar unutulmuştum. Birden altıya kadar yırtık ceket taşıyan adamların bile öldüğünü öğrendiğimde saat dünü yarın geçiyordu. Yazmalıydım ve camı açıp alkol kokusunu duyurdum, evine hiç şişe sokmamış babaların burunlarına. Camlarından öteye gidemeyen o bakış açılarını yalnızlaştırmalarına ne demeli? O kadın beni görebilseydi eğer, korkusundan kalbimin arkasına saklandığım her fikri paramparça edebilirdi. Onun yaptığı tek şey, rafların önünden geçip gitmekti. Günlerimi, mektup yazmakla bitirdiğim son günlerimin ilk günlerini anlatmaya başladığımda tam göğsümün ortasında yaşanan deprem, kafamın içini enkaza çeviriyordu. Anılarımı kağıtlardan yaptığım sedyelere dolduruyor, bir kadının aklındaki şifaya ulaştırmaya çalışıyordu fakat o kadın hastanenin kapısına kilit vurmuştu ve orayı sonsuza dek kapatmıştı. Yazmaya devam etmeliydim, ondan başkasının anlaması imkansızdı. Koridorları aşıp üst kata doğru ilerleyen kağıtlara dur diyebilecek birini tanımıyordum. Ölüm, benim yaşadığım beldeyi bulmadan evvel düşlerimi gerçekleştirmeliydim. Kafamdan aşağıya kaynar sular dökülürken ağlamalıydım o kadının gönlündeki denizin dibinde, serinleyip rahatça ölmeyi yaşayabilirdim. En azından neyi anlayamadığımı anlatabilseydi kafamın içindeki tıkırtıları satabilirdim, sevdiklerimin bahşettiği travma tezgahlarında. Görmedi de zaten göremez de. Usulca biriktirmiştim zaten bütün mektupları. Koridorların sonuna kadar uzanıyordu, gözlerim kapıya dikiliydi, birini bekliyordum. Son günlerimin olduğunu duyduğum zaman, doktorun bana yönlendirmiş olduğu zavallıymışım bakışlarını son nefesimde hatırlamak üzere yukarıya doğru Adem ile tokalaşmaya gidiyorum. Ne kadar üzülürsem üzüleyim geçmeyecek acıları boğazıma dizecekti bütün yaşadıklarım. Hem herkes ölmüştü zaten, satırlar sağda solda uçuşurken selam vermiyor dizeler. Kokusundan bıktığım kağıtlara üzülürken nereye gittiğini anlayamadığım hatırlarımı canlandırmak için uğraşıyorum gece gündüz. Yakınmak zor değildi bir kadın için. Alaycı tavırların hududundan geçemeyen fikirleri doyasıya göğsüme yaslamak istiyorum. Takıntısı olmayan cesetlerin arasından gökyüzünün cimri güneşini arıyorum. Elbette ben tekim bu dünyada. İşte şimdi de yalnız ölüyorum. Soluğum kesilmek üzereyken bir damla suyun bile yasak olduğu anılarımı sorguluyor, yakışıksız düşüncelerimi dansa kaldırıyorum. Nerede o mükemmel insanlar? Bu sesler nasıl sustu? Kahinat konuşur mu yerime? Ölüm bir zafer değildi ancak bir mağlubiyette sayılmazdı. Mektuplar dolusu sayfalarla…’’ dedi Orta Doğulu.