Gözlerimi açtım ve etrafıma baktım. Hiçbir şey görmedim. Tanıdık gelen hiçbir nesneye de denk gelmedim. Etrafımda hiçbir şey yoktu. Odanın tam ortasında eski püskü bir yatak vardı, o kadar. Sadece bir yatak. Uyumak için elverişli olmayan bir yatakla ne yapabilirdim ki? Öyle kolay kolay uyuyabilen bir insan olsam işler daha kolay olurdu maalesef. Ne ben uykuyu seviyorum ne de yatak iyi bir uyku için elverişli. Yatağın yanında küçük bir mum ve yanında iki, üç tane kibrit gördüm. İşte şimdi bir şeyler güzelleşmeye başlıyordu. Mumu yaktıktan sonra odaya loş bir ışık dağıldı, ben de tebessümle baktım. Mumun garip aroması, odanın her tarafına hafif de olsa yayılmıştı. İyi bir uyku için elverişli olmayan yatağımın ucuna oturdum. Soluma baktığımda boy aynasına denk geldim. Hani bu odada hiçbir şey yoktu? Yatak, mum ve ayna dışında daha ne olabilirdi? Ayna hiç temizlenmemiş olduğundan toz içerisindeydi. Kendimi zar zor seçebiliyordum. Dağınık saçlarım, bedenimin yarısını kaplayan beyaz gömleğimle fena görünmüyordum. Gözlerimin rengini hiçbir zaman bilemedim. Bileğimdeki siyah toka yardımıyla saçımı dağınık topuz yaptım. Bu hâlini daha çok seviyordum. Ayna gördüm mü kendime bakmaya doyamıyordum, hiçbir zaman kendimi tam olarak sevemediğim hâlde.

Ah, insanoğlu! Ne biçim yaratık! Bizden daha bencili, acımasızı, kibirlisi ve nefret dolu olanı yok. Üstelik her şey kendimizi sevmemekle başlıyor. Etrafımıza korku, nefret, üzüntü yaymaktan başka bir görevimiz yok.

Sevmek, sevilmek nedir bilmezken üstüne ne romanlar, şiirler yazdık. Gülmeyi, eğlenmeyi bilmezken üstüne ne diziler, filmler çektik. Biz insan olmayı bilmezken her şeyi mahvettik üstüne de bir kadeh şarap içtik. Gerçi ben daha şarabın tadına bakmamıştım ama üzerine yazılan şiirlerin çoğunu okumuştum. Mum erimeye başladı, galiba ayrılıyoruz. Dur, daha erimedi. Sırtımı yatağın başlığına yasladım ve bağdaş kurdum. Dışarıdan gelen kuş sesleri güneşin doğmasının habercisiydi. Ne gerek vardı? Yeni bir güne hazır değildim. Hazır olsak da olmasak da o gün yaşanıyor, bunu da biliyorum. Güne başlarken kimse bize sormuyor ama biz kendime soralım.

“Hazır mısın bugünü yaşamaya?”

Birkaç güne unutur eski hâlimize döneriz. İnsanoğlu değil miyiz? Yatağın iyi bir uykuya elverişli olmamasına alışmıştım, gerisini düşünmesem de olur. Düşüncelerimin köreltilmesine, duygularımın bir vakum tarafından çekilmesine alışmasam ne olurdu?

Tik tak. Tik tak. Akrep ve yelkovanın anlamsız oyunu. Her gün bu oyunu oynamaktan sıkılmıyorlar mı?

Soran mı var? Soruyorum ya!

Ayağa kalktım ve buruşmuş gömleğimi elimle düzelttim. İnsancıl görünmek için birkaç numara yapmam gerekiyordu, bu da onlardan biriydi. Aynadan bakınca yatağın altında bir kâğıtla kalem gördüm. Hevesle aldım ve yatağa oturdum. Kâğıdı dizime koydum ve yırtılmaması için dua ettim. Elime kalemi aldım ve yazmaya başladım.

“Yatak, mum, ayna, kâğıt ve kalem. Bugünkü saklambaç oyunundan geriye kalanlar tam liste! Yatağın işlevini söylemeden geçemeyeceğim: İyi bir uyku için elverişsiz. Yok satıyor! Muma gelecek olursak tamamıyla işini yapıyor diyemeyeceğim fakat odaya bir renk kattı. Kendisiyle bir sorunum yok.

Ayna mı? Şu hiç temizlenmemiş olan mı? Kendi kirliliklerimiz içinde boğulurken aynanın kirli oluşu epey canımı sıktı. Beni düşünmeye teşvik etmesine hâlâ kızgınım.

Kâğıt ve kalemi biliyorsunuz, şu an yazıyor olmama vesile oldular. Düşündükten sonra bir de bunu kâğıda dökmek mi? Yürek yemişim besbelli.”


Gözlerimi açtım ve etrafıma baktım. Yanımdaki hasta yatağı hâlâ boş bir vaziyette duruyordu. Üstümdeki hastane gömleği hâlâ duruyordu. Yatağımın yanındaki geniş, kahverengi koltuk da hâlâ duruyordu yerinde. Hepsi rüyaymış! Ben hâlâ deli hastanesindeyim. Deli hastanesi tabiri ne kadar uygun bilmiyorum ama ruhsuz bir havası var, içindeki insanları susmaya yönelten.

Düşünebildiğime akıl sır erdirememiştim. Düşünmek yasaktı, hiçbir şekilde kendimize ait düşüncelerimiz olmayacaktı, bu yüzden bize ilaç bile veriyorlardı. Yoksa bu da mı bir rüyaydı?