Modernist sanat ve edebiyat, bireyin hem kendi iç dünyasına yönelip toplumsal gerçeklikten kopmasını hem de bu kopuşun yarattığı parçalanmışlık duygusunu işlerken, Louis A. Sass bunu “şizofrenik zihin” ile paralel bir şekilde ele alır. Sass’a göre, modernizmdeki parçalanmış anlatı yapıları ve öznelliğin yüceltilmesi, şizofreninin gerçekliği algılama biçimini çağrıştırır; birey dış dünyadan uzaklaşarak kendi iç gerçekliğine çekilir. Bu yabancılaşma hali, Marx’ın kapitalist düzende bireyin hem emeğine hem de toplumsal ilişkilerine yabancılaşmasını açıklayan teorisiyle örtüşür. Marx, bireyin emeğinin nesneleşmesi sonucu kendi insani özünden kopmasını, kapitalist üretim sisteminin bir sonucu olarak görür ve bu kopuşu toplumsal bir yabancılaşma krizi olarak tanımlar. Sartre ise yabancılaşmayı daha bireysel ve varoluşsal bir düzlemde ele alır; bireyin, çevresindeki objelere ve kendi varlığına anlam yükleyemediği, hatta bu nesnelere tiksintiyle yaklaştığı bir kopuş sürecini işler. Sartre’ın Bulantı romanındaki Roquentin, çevresindeki nesnelerin anlamsızlığıyla yüzleşirken varoluşun ağırlığını ve bireyin dünyayla bağlarının zayıflamasını somutlaştırır. Modernizmin kaotik anlatı yapıları, savaşlar ve pandemiler gibi krizlerin bireyde yarattığı yalnızlık ve toplumsal bağlardan kopuş hissini sanatsal bir estetiğe dönüştürürken, hem Marx’ın toplumsal yabancılaşma eleştirisini hem de Sartre’ın bireyin varoluşsal krizine dair sorgulamalarını yansıtır. Sass’ın şizofreni-modernizm ilişkisi bu noktada derinleşir; çünkü modernist eserlerde, bireyin hem toplumsal gerçeklikten hem de kendi kimliğinden kopuşu, tıpkı şizofrenik zihinde olduğu gibi, bölünmüş bir gerçeklik algısı yaratır. Bu bağlamda, modernizmin parçalanmış estetiği, bireyin kapitalist dünyada emeği ve toplumu kaybetmesinden, varoluşsal anlamını sorgulamasına kadar uzanan çok katmanlı bir yabancılaşma deneyimini ifade eder.
Delilik ve Modernizm
Yayınlandı