Boktan bir apartman dairesinde kendini asmanın nesi lüks? 

Biz çaycıların edebiyatla pek ilişiği olduğu düşünülmez. Ben demlik tabanındaki kireci kazırken Proust, aklımın bir köşesinde kayıp zamanın izinden gidiyor olsa bile, ben en fazla ay sonunu nasıl getireceğimi düşünüyorumdur bir başkasının gözünde. Nedir bunu düşündüren bu kimselere? Çay demlemenin incelikleri üzerine yazdığım bir makale var. Bizim patron da yapar bunu hep. Boşluk olsun olmasın, elimde bir kitap gördü mü içinde bir kin uyanır. Ya çayın yanında fazladan şeker verip vermediğimi sorar ya da çayı içme suyuyla demleyip demlemediğimi. Kendi de bilir ya söylenenden şuncacık sapmam, yine de kaşlarını indirip dudaklarını yukarı çeker, çay satışlarının neden günden güne düştüğüne getirir konuyu. ‘’Havalar soğuyor efendim, banklar ıslak oluyor böyle havalarda. Sahil kenarında fazla kalmıyor insanlar. Her yerde kahve dükkânları var üstelik. Öte yandan pazarlar da geç kuruluyor bu aylarda, biliyorsunuz.’’ derim. Kalın kirpikleri vuruşur, üst dudağının bir kenarı yukarı atar, ‘’Neyse işte.’’ der sonra. Oysa ben böyle mi izah ettim? ‘’Efendim,’’ dedim. ‘’siz…’’ dedim. İsraf olmasın diye olduğuna kuşkum yok, cam bardakla içer çayını yan gözle beni izlerken. Yakıştıramaz o da diğerleri gibi elimdeki kitabı bana ya da beni kitaba. Her şekilde bir gariplik görür bu işte. Biraz viski koksaydı üstüm başım, belki sigara dumanından bir gözüm kısık baksaydım şöyle, hatta boynumda bordo desenli ipekler taşısaydım kaşlar olduğu gibi kalır, gözler büyürdü bu kez.

Sabahın bir kabahati yok, güneşin de bir fenalık ettiğini iddia edemem. Kış dediğin böyle olur. Sahil tarafındaki pazar başında açtım tezgahı. Sert bir rüzgar vardı şafak sökmezden önce. Tenteyi çatarken biraz zorlandım. Az biraz da çiy vardı gece boyunca sokak ortasında kalan pazar tahtalarının üzerinde. Kayıp düşmeden işimi hallettim. Suyu da kaynamaya bıraktım bir güzel. Şöyle nereden baksan yüz tane cam bardak dizdim yıkamak için. Sokakta boydan boya sabah sisi varken güneş de uyuşuk uyuşuk yükseliyordu bir yandan. Kıçımın altına bir bez koyup kaldırıma oturdum. Fokurtuyu duyana kadar üç beş satır bir şey okurum diye niyetlendim. Dedim ya, sabahın da güneşin de bir kabahati yok. Patron ağzımın ortasına bir tane yapıştırana kadar demliğin kıpkırmızı kesildiğini fark edemediğim için kimlere kızsaydım ya? Şu kaldırımlar kim bilir neler gördü bunca yıldır. Ne görmüş olursa olsun, orasına burasına yağıp duran Cortazar’ın kolu bacağına denk gelmemiştir kuşkusuz. Hangi kaldırıma böyle bir sek sek serilmiştir ki başka? Dedim ki kendi kendime: Bugün biri daha ayrı tutarsa beni kitaptan, yok sayar yahut hor görürse tutkumu, akşama asacağım kendimi.

Ağzıma yediğim tokadın acısı öğle sularına doğru çıktı. Dudağım epey kabardı. Şöyle bir köşeye oturup çay yudumlamak geldi de içimden, sıcacık çay şiş dudağa değer değmez aklıma dank etti her şey. Benim belim öteden beri büküktür. Hiç de sesim çıkmadı ne olduysa. Fakat tokat yemişliğim de yoktu şu zamana kadar. Ne okuduysam da terbiye etmedi beni. Bir höst desene be adam, diyemedim kendime. Boynumu eğip içime dönünce uzun sürmedi çektiklerim. Bir de şu kitapları bulduktan sonra iyice ruhum çöktü derinlere. Bir yerlerde benim yerime sesini çıkaran insanların olduğunu bilmek nasıl bir rahatlamaktır dedim öyle. Avuntu aramaya görsün insan, bulur çıkarır bir yerlerden. Kitabı böyle sahiplenişim de bir can havli olsa gerek. ‘’Bırakın şu adamcağızı kardeşim, yetmedi mi ettikleriniz?’’ diyeceği tutmaz bu kitabın ama sesi çıkan adamlara yakınlığımı da öyle kolay bırakacak göz yok bende.

Ufkun gri bir perde halinde ta karşıda bir yerlerde asıldığı vakitti sahilde ilk çay postasını attığımda. Havada bir tane martı vardıysa da ben görmedim. Vapurların gelip geçişi bile duyulmaz gibiydi. Alışkın olmadığı bir sessizlik serilmişti sahil kenarına. Elleri buz kesmiş minik bir kalabalık yer yer banklara konmuş, boyunlarını çekivermişti omuzlarına. Demliği boşuna sarıp sarmalamadım poşetlerle. Şu eller bir iki sıcak nefesle ısınamayacaktı besbelli, bir bardak çay lazım kavramak için. Sorduysam da yok dedi kimi, kimi de başıyla olmaz dedi. Bir bank ötedeki çift ayrı oturmuştu birbirinden. Aralarında bir kitap vardı kalınca. Ah, dedim, güzel de yer etmişler yavrucağa. Dur şunlara bir bardak çay vereyim, ısınsın yürekleri. Adam başını kaldırdı ben yaklaşırken, başımdan başlayıp ayaklarıma doğru gezdirdi bakışlarını. Kadının da gözü takıldı demliğe, belki üç belki dört saniye.

Tamam da kendini öldürmenin neresi lüks boktan bir apartman dairesinde?

İlla Afrika kıtlığında su bulmak için kilometrelerce yürümek mi lazım, on iki yaşında evlendirilip bir seneye kucağına çocuk almak mı gerekir lüks olmasın diye intihar? Madenci mi olmak lazım illa ölümü düşlemek için, ölümü benimsemek için tecavüze uğramak şart mıdır? Ölüm arzusu, öz kıyım, yok oluş istenemez mi evladının cesedini karlı yollarda sırtında taşımadan da? İdam edilen oğlunun ölüsüne yüzünü yaslayan bir anneden başkası için lüks müdür ki bu? İlla herkesin kabul ettiği bir acı mı çekmek lazım? 

‘’Efendim, son derece güzel bir eser olmakla birlikte teknik bakımdan da…’’ demeye kalmadan, ‘’Ne vardı?’’ diye sordu adam. ‘’Kitap diyorum efendim, böylesine bir eserin varlığı bile...’’

‘’Bize ne?’’ dedi adam. Kadın başını hiç çevirmedi. Yüzü yere dönük, soluk bırakırken burnundan hafif bir buhar patlıyor, nefes çekerken küçük bir ıslık çıkarır gibi oluyordu.

Gözleri kıpırtısızdı. Bunu daha önce gördüm. Böyle şeyler hep olur. 

‘’Çay alır mıydınız efendim?’’ dedim. Adam yüzüme alaylı bir bakış fırlattı, dudağının kenarı büküldü. ‘’İstemez, kaybol.’’ dedi. Böyle şeyler de sıklıkla olur. Ses etmeden gitmeye hazırlandım ki kadın başını kaldırıp az işitilir bir sesle, ‘’Ben alırım.’’ dedi. Adam da ben de ne yapacağımızı bilemedik. Neden sonra hanımefendi çayını nasıl ister diye sordum. Adam yine aynı alaycılıkla ‘’Islak olsun romancı.’’ dedi. Bir de pis bir gülüş iliştirdi sonuna. 

Giriş kapısının eşiğindeki doğalgaz borusunun hepi topu elli kiloluk bir adamı hiç değilse on dakika kadar tutacağına o kadar güveniyorum ki.