Fazlasını istemek haksızlık olurdu. Hayat buydu ve bu kadardı. Dünya, bir ütopya değildi. Burada dilediğimiz hayatı değil, sahip olduğumuz hayatı yaşıyorduk. Formülü açı-kenar bağıntılarından farksızdı. Değerimiz alt sınırdan büyük, üst sınırdan küçük olabilirdi ancak. O çizgide dilediklerimizi yapar, mutlu olurduk. Hayat, yalnızca yaşamaktı. Öyle ya da böyle. Batarak, koşarak, dalarak, uçarak veya sürüklenerek… Eninde sonunda yaşayacaktık. Buna mecburduk. Mutluluk arayışı değildi bu. Eşini ya da benzerini aramak veya temel enerji seviyesine inerek kararlı olmak bile olabilirdi bizdeki. Atomlarımız gibi sürekli hareket halindeydik. Durmak bize aykırıydı. Durduğumuz an kül olurduk, ölüm böylesine durağan bir şeydi.

Her insan kendi standardına ve esnettiklerine göre yargılanabilirdi ancak. Tutsak birine ağaca çıkmanın ne kadar sıradan olduğundan bahsedemezdiniz.

Hayat, standartlara direnme ve debelenme hali olabilirdi. “Rahat alan”ınızın dışına çıkmadığınız her gün bir diğerinin aynısı olurdu, mucizeleri beklerdiniz. Bu bekleyiş dünyadaki anlamsız bütünlerin mayasını oluştururdu. Dünyadaki kaosun nedeni buydu. Herkes bir şeylerden sorumluydu. Azlar çoklardan, yalanlar doğrulardan, esneme payını es geçenler dünyanın kaskatı durmasından sorumluydu. Aşılmamış duvarlar, çözülmemiş sorular, kapanmamış kapılar bizi hep negatife çekerdi. Halbuki zeminde durabilsek yetecekti. Dengeyi bulacaktık.