Geceler hep aynı başlar ama hiçbir zaman aynı bitmez. Deniz kenarında oturmuş, gözlerini ufka dikmiş bir adam gibi hissedersin bazen. Dalgalar usulca kıyıyı öper, rüzgârın taşıdığı tuzlu hava ciğerlerine dolar. Deniz konuşur ama sen susarsın. Söyleyecek söz bulamazsın, çünkü bazı acılar kelimelere sığmaz.
Bir bahriyeli gibi yaşarsın bazen; uzak limanlara uğrayan, ama hiçbir yerde gerçekten kalamayan bir ruh gibi. Bir zamanlar liman bildiğin o gözler şimdi kapalıdır sana, o ses artık başka rüzgârlarla savruluyordur. Sevda, bazen bir fırtına gibi eser geçer içinden. Sonrasında geriye ne kalır? Paslanmış çapalardan, yıpranmış halatlardan, unutulmuş fenerlerden başka ne kalır?
Bazı sevdalar haritalara işlenmez. Ne yıldızlar gösterir yolunu, ne de pusulalar doğruluğundan emin olur. Sen bir kıyıya demir attığını sanırsın ama aslında her zaman açık denizdesindir. O gittiğinde anlıyorsun; insan bazen yalnızca bir limanda değil, koca bir denizde de kaybolabiliyor.
Ve sonra, bir gece ansızın uyanıyorsun. Denizle aranda bir bağ varmış gibi, içindeki dalgaların sesine kulak veriyorsun. Düşünüyorsun; aşk da deniz gibiydi belki, bazen huzur, bazen de fırtına. Ama en kötüsü, artık ne huzuru ne de fırtınayı hissetmemen. Ne çırpınan bir yelkenin sesini duyuyorsun ne de rüzgârın savurduğu bir ismi fısıldıyorsun.
Oysa insan, içinde kopan fırtınalar olmadan nasıl yaşar? Eğer rüzgâr olmazsa, bir gemi hangi limana varabilir? Kaybetmek, belki de böyle bir şeydi; artık hiçbir yere varamayacağını bilmek. Ama deniz öğretir insana; dalgalar hep kıyıya vurur, fırtınalar mutlaka diner. Ve bir gün, rüzgâr seni tekrar yola çıkarır.
O gün geldiğinde, başını kaldırıp ufka bakacaksın. Belki adı unutulmuş bir aşkın anısını taşıyacaksın içinde, belki de hiç dönmeyecek birinin gölgesini. Ama yoluna devam edeceksin. Çünkü deniz, ona ait olanları er ya da geç tekrar çağırır. Ve sen, rüzgârın seni çağırdığı yere gitmek zorundasın.