Hayatın güzelleştiği nadir anlardandı. Güneş yeryüzünü hesapsızca yıkıyordu, güneşle oynaşan haylaz dalgaların neşesi etrafa yayılmıştı. Yazın son demlerinin temiz havasını içime çektim. Kuşların cıvıl cıvıl ötüştüğü bir konup bir kaçtığı gümrah çam ağaçları sahil şeridini heybetiyle sarıyordu.


“Ah!” diye bir ses duyuldu.


“Buğra,” dedim soran bir sesle.


Buğra suratında ekşi bir ifadeyle eliyle sırtını yoklamaya çalışıyordu. Gürültülü bir ses kulağımın dibinde parçalandığında afalladım. Acı aniden kolumda yayılmaya başlamıştı. Kolumda ezilmiş ıslak parçalara ve yere düşen şeffaf nesneye bakarken üçümüz de yere eğilmiştik.


“Oğlum bu ne?” diye sordu Ali.


“Bilmiyorum,” dedim.


Ali’nin hedef olduğunu hissedip kenara atılmasıyla büyük bir parça yere yapışınca nesnenin bir denizanası olduğu ortaya çıktı. Bu fark edişle aynı oranda bir hızla etrafımıza baktık. Anayolda arabalar akıp gidiyordu, sahilde bizden başkası görünürde yoktu. Peki, bu denizanası saldırısı nerden geliyordu?


“Denizanası atıyorlar oğlum,” dedi Buğra.


Çekinceyle karşıdaki ardışık binalara bakıyorduk, her an kafamıza denizanası atılabilirdi. Tehditkâr binalar masumiyetle bize bakıyorlardı fakat balkonların görünmeyen kısımları tereddüt yaratıcıydı.


“Hey!” diye bağırdı karşıdaki binalara doğru Ali.


 “Kim atıyor lan?”


Üçümüzde sahilde yürümeye devam ettik fakat hepimizin gözleri bir hedef arıyor ve şaşkınlıkla denizanası saldırısına uğradığımızı idrak edemiyorduk.


“Bence şu balkondan çocuklar denizanası atmış olabilir,” dedi Ali.


Gözlerimiz o balkona odaklandığında hiçbir iz göremedik ve yolumuza devam ettik. Az ileride bir polis memuru sahilde yürüyordu üçümüz de aynı fikirle memura doğru yöneldik.


“Memur Bey az önce denizanası atıldı bizlere,” diye direkt söze girdim.


Polis memuru şaşkınlıkla yüzlerimizde gezindi, ciddi olup olmadığımızı tarttığını görebiliyordum.


“Denizanası mı?” diye sordu ilgisizce.


“Evet, denizanası. Nereden atıldığını bilmiyoruz,” diye yanıtladım.


“İyi o zaman siz bulun bana getirin,” dedi.


Polisin umursamazlığıyla daha büyük bir şaşkınlık dalgası yayıldı.


“Eyvallah,” diyerek polisin yanından uzaklaştık.


Az ileride bizim gibi bir arkadaş grubunun da denizanası kazazedesi olduğunu fark ettiğimizde üçümüzü de bir gülme krizi yakaladı. Gençlerden biri deri ceketindeki denizanası parçalarını dokunmadan düşürmeye çalışıyordu ve dışarıdan trajik görünüyordu. Diğer genç ise öfkeli gözlerle etrafını süzüyor saldırıyı gerçekleştiren pusucuları harıl harıl arıyordu.


Buğra, Ali ve ben vaziyeti sindirmiştik ve üstüne düşünmeye başladık. Bir kafeye gidip önce çaylarımızı, kahvelerimizi yudumlamaya başladık ve planı hazırlamaya koyulduk. Artık plan hazırdı.


Bir saat geçmişti. Sakin adımlarla sahili gerisin geri arşınlamaya başladık. Fakat bu sefer gözlerimiz etraftan gelecek darbelere hazırlıklıydı. Oysa beklediğin anda beklenen gerçekleşmezdi. Öyle de oldu, sahil bitip Çamlık başladığında dev çam ağaçlarının arasında düşüncelerimiz de gökyüzünde birleşen dallar gibi karmakarışıktı.


Pusu keşfetmekten vazgeçmiştik. Dalgaların gün batımındaki devinimlerinin etkisi ruhumuzu esir almıştı. Sessizlik dağınıktı.


Ansızın kumsalda torbalarla gezen küçük çocuklar dikkatimizi çekti.


“Vay puştlar,” dedi Buğra.


Çocuklar bir ellerinde siyah torba diğer ellerinde uzun çomaklarla kumsala vuran denizanalarını topluyorlardı.


“Bunlar çocuk değil avcı oğlum,” dedi Ali.


Gülerken hepimiz de kayalığın üstünde durmuştuk ve çocukların azimle denizanası avlamalarını izliyorduk.


“Oğlum bunlar şimdiden böyleyse bittik ulan.”


Güneş çocukların arkasında engin denizin ufkunda boğuluyordu. Alacakaranlığın huzuru tozpembe bulutlarla gökyüzüne sinmişti.


Yirmi yaşındaydım belki de hayatın en anlamsızlaştığı yaştaydım. Bozuk bir düzenin dişlilerinin altında ezilmeye razı olsam bile çarkın dışarı tükürdüğü yaştaydım. Amaçsız kaygılar kendi içimde bir derinlikte beni boğsa da yüzeye çıkmak için gayret göstermek istemiyordum. Bazı şeyler kendiliğinden önüme gelsin istiyordum. Fakat hep kötü şeyler kendiliğinden geliyordu. Kayıp bir hüznün bağrımda kıvrandığını duyumsadım. Çekilecek acılar meydandaydı ama uğruna değecek bir hayat görünürde yoktu. Hayaller ölmek için yaratılıyordu. Sigaramın son nefesini derince içime çektim ve haylaz çocuklara bakarak uzunca dumanı soludum. İzmariti kayaya attım, ayakucumla başını ezerken düşünüyordum.


“Oğlum çocukken bu fikir benim aklıma nasıl gelmez?”