Dersu Uzala; olabilecek en doğal insan, bir o kadar da sıradan bir insan olamayacak kadar olağanüstü!


Birkaç gün önce izlemiş olmama rağmen hala aklımdan çıkmayan nahif, tatlı, sürükleyici, gerçek bir hikâyenin beyaz perdeye yansımış versiyonundan bahsetmek istiyorum. Gerçi günlerdir gördüğüm herkese anlatıyorum ama çalışmam gereken finaller olsa da yazmadan rahat edemeyeceğim galiba.

Japon sinemacı Akira Kurosava’dan bahsetmek gerekir öncelikle. Akira Kurosava, (1910-1998) 30 filmi ve 50 yıllık aktif yönetmenlik yaşamında sayısız ödülün sahibi olan Japon ve dünya sinemasının en büyük yönetmenlerinden biridir. Ülkesine Rashomotı ve Dersu Uzala ile iki Oscar ödülü kazadırmış ve yabancı film dalında iki ödül alan ilk yönetmen olmuş bu sayede. Venedik Film Festivali, Berlin Film Festivali ve Cannes Film Festivali’nde de en büyük ödüllere ulaşan bir sanatçı.

Tabii her başarının ardında olduğu gibi onun başarılarının da ardında büyük bir emek ve tabii ki engeller yer almış. Söz konusu olan Dersu Uzala, filmini çekmeden önce ülkesinde Japon sinema sistemi ile ters düşmüş; haliyle film yapmak için para bulamaz olmuş, bu yüzden intihara bile kalkışmış. İlerleyen zamanlarda Yaptığı filmleri öğrenci olarak izleyip feyz alan George Lucas, John Milius, Martin Scorsese ve Francis Pord Coppola gibi yeni Hollywood yönetmenleri madden kendi paralarıyla ustanın film yapmasına katkıda bulunmuşlar. Son olarak Sovyet yönetiminin uzattığı el sayesinde kurtulmuş ve Rus parasıyla, Sibirya’da 1975 yılında Dersu Uzala filmini çekmiş.

Film; Rus bir asker, yazar ve gezgin olan Viladimir Arsenyev’in aynı isimli kitabının uyarlaması. Filmde Arsenyev'in ekibiyle Rusya'nın uzak doğu kesimlerine yönelik araştırma ve keşif gezisi sırasında Dersu Uzala ile karşılaşmalarını ve daha sonra yaşadıkları maceralar anlatılıyor.

Dram ve macera kategorisinde yer alan bu film; özellikle de günümüz insanından çok uzak, çok yabancı, çok başka bir adam olan 53 yaşında, karısını ve çocuklarını hastalıktan sonra kaybedip dağlarda bir başına yaşayan Dersu ile tanıştırıyor bizleri. Dersu’nun çetin yaşam mücadelesi insan-doğa-medeniyet kavramları üzerinde durmamızı sağlıyor. Dersu, askerler ile karşılaştıktan hemen sonra henüz ateş başında oturdukları ilk anda başlıyor çatışmaları ama diğer askerlerin yanı sıra Yüzbaşı Arsenyev onunla çatışmak yerine anlamaya çalışıyor. İkilinin karşılaşması zamanla sıkı bir dostluğa dönüşüyor. Bunu hem tipi fırtınasında Dersu’nun yüzbaşını kurtardığı sahnede hem de ikinci bölümün başındaki samimi sarılma sahnesinde ve sonrasındaki her sahnede rahatlıkla görebiliyoruz. Dersu, olabilecek en doğal insan ama bir yandan da sıradan bir insan olamayacak kadar olağanüstü biri. Bir hocamdan duyduğum tabirle o, elcil bir insan. Dünya sadece onun etrafında dönmüyor. Belki sonra birileri gelir diye ormandaki sığındıkları bir kulübeye pirinç, tuz ve kibrit bırakmayı, yenilmeyecek olan fazla yemeğin ateşe değil de olur da bir hayvan yer de faydalanır diye doğaya bırakılması gerektiğini düşünebilen biri. Doğada hayatta kalabilmek için doğayla savaşmayıp doğayla anlaşan biri. Doğadaki her varlığa saygı duyan ve zarar vermekten çekinen biri. Zarar verdiği tek bir an gördük ve ondan sonra da Dersu’nun değişimine şahit olduk. Daha doğrusu Dersu’nun (insanın) doğaya zarar verince nasıl da yıkılıyor olduğunu anlatmak istedi bize bu film bence.

Dersu, doğadaki her bir varlığa insan diye sesleniyor. Her bir varlığı insan olarak görüyor. Ve o insanların yanından geçip gitmekle kalmıyor, yalnızca bakmakla yetinmiyor. Her bir insanı görüyor, hissediyor, fark etmek için çaba sarf ediyor Dersu. Ve galiba bu sayede bu denli iyi bir ilişkisi var doğa ile. Fırtınadan sağ çıkarken de ırmakta sürüklenmekten kurtulurken de kuş sesinden yağmurun dineceğini anlarken de ayak izlerine bakıp geçenlerin kim olduğunu kaç yaşında veya hangi ırktan olduğu bilebilirken de olanın ardındakini görebilme çabası vardı. Her şeyi olduğu gibi alıp heybesine koymak yerine, zekasını ve hislerini kullanıyordu her seferinde.

Dersu doğayı temsil ediyor, Ruslar ve yüzbaşı ve yüzbaşının eşi ise medeniyeti. Medeniyet kavramını özellikle ikinci bölümde Dersu şehir yaşamına geçince görüyoruz. Beni en çok etkileyen sözlerinden birisi şehir hayatındaki anlardaydı. Bıkkın ve yorgun bir şekilde yüzbaşına dert yanarken “İnsanlar ev denilen bu kutularda nasıl yaşar anlamıyorum.” dedi. Galiba bir an bu soru sırf bana sorulmuş gibi hissettim. Yüzbaşının eşi sucuya para öderken “Su her yerde, ırmağın suyuna para mı veriyorsunuz, bu dolandırıcılık.” derken oldukça ciddiydi. Odunlara para verilmesine kızıp, şehrin parkına gidip ağaçları kesmeye kalkışması da ayrı bir çatışma örneğiydi doğa ve medeniyet adına.


Eklemem gereken önemli bir nokta da var: Yönetmen Kurosava’ya göre kırmızı; medeniyeti, yeşil ise doğayı temsil etmektedir.

Filmde kırmızının sembolik önemi çoktu. Bu filmin ikinci bölümünde yüzbaşının eşinin kıyafetleri ve medeniyeti temsil eden biri olması bunun küçük bir örneğiydi.

Aslında kentte doğup büyüyen bir insan olmamama rağmen kendimi kent insanı olarak tanımlayamadığım kadar kırsala alışma sürecim oldukça zorlu geçmesine rağmen ve kentten kırsala geçtiğim ilk anda derin bir nefes alma ihtiyacı duyarım ve bunu huzur olarak görüyor olsam da kendimi kırsal insanı olarak tanımlayamam. Doğayla aramda bir savaş var mıydı, emin değilim. Dersu gibi doğayla uyum içerisinde de hiçbir zaman yaşayamayacağıma eminim. Tüm bunlara rağmen belki de bunlardan ötürü bu film beni bu denli etkiledi ve bende ayrı bir yeri oldu.


Kategorileştirmeden her yaşta, her insana tavsiye edebileceğim, bende bir meltem esintisi bırakan bir filmdi.