Otokrasi rejimlerinin temel özelliklerinden biri, yönetici kişinin, otoritesinin devamlılığını sağlamak için yönettiklerini (halkı) çözümlemede ve yönlendirmede ince eleyip sık dokumasıdır. Filmde deney icabı otokrat rolündeki öğretmen karakter Wenger’in, yine deney icabı yönetilenler rolündeki öğrencilerinden tüm dikkatlerini kendisine vermelerini istemesi ve onlara yekvücut olduklarını aşılaması otokrasi rejimlerinin tipik bir özelliğidir. Otokrasi rejiminde yöneticinin, halkına yekvücut olduklarını aşılamasının altında yatan sebepler şöyle sıralanabilir: 1) kitle içerisindeki farklılıkları eriterek kitleyi amaçlarına uygun olarak daha kullanılabilir hale getirmek; 2) kitle içerisindekilerin denetimini yine kitlenin kendisinin sağlamasını sağlamak; 3) kitle içerisindekilerin aidiyet ihtiyaçlarını gidererek kitleye ve dolayısıyla kendine daha güçlü bağlanmalarını sağlamak.


Otokrasi rejimlerinde yönetici kişi halkına rasyonelliğe uygun olsun veya olmasın bazı ritüeller kazandırır. Filmin hemen ilk sahnelerinde bunun örnekleriyle karşılaşıyoruz. Deneyin başında (Wenger öğrencilere bunun bir deney değil de oyun olduğunu söyler) Wenger öğrencilerden birtakım isteklerde bulunur. Bu isteklerden bazıları şunlardır: tek tip kıyafet, gruba ait bir isim, grubu simgeleyen bir logo. Öğrenciler bu kararlardan hoşnut görünmektedir ve hemen işe girişirler: kimisi Dalga grubunun logosunu tasarlar, kimisi logoyu afiş halinde etraftakilere dağıtır, kimisi tek tip kıyafeti olmayanlara kıyafet verir, vesaire. Gruptaki bireylerin ortak bir nesnesi olduktan sonra, onları yönetmek kolaylaşmıştır.


Otokrasi rejimlerinde yönetici kişi halkının birliğini ve kendi istikrarını sağlamak için bazen halkı düşünüyormuş ve eylemlerinde halkın çıkarını gözetiyormuş gibi gösterir kendisini. Filmde Wenger’in, grubun isminin oybirliğiyle belirlenmesini seçmesi ve oybirliğiyle Dalga isminin seçilmesi bunun bir örneğidir. Peki yönetici kişi neden grubunun ismini kendisi belirlememiştir de oybirliğiyle seçilmesini daha uygun görmüştür? Bunun nedenine dair olarak şunu söyleyebiliriz ki, yönetici kişi, şayet kendi çıkarına ters düşen bir durum yoksa, olanlara izin verir ve böyle olmasını ister. Çünkü herhangi bir karara oybirliğiyle varılması, gruba dahil olan bireylerin (halkın) kendilerini yetkin hissetmelerini sağlar, onların aidiyet duygularını giderir ve kendilerine değer verildiğini hissederler. Ancak esasında olan yalnızca yönetici kişinin çıkarına ters düşmeyen bir olguya karşı gözlerini kapatmasıdır.


Filmin hemen başında, henüz deneyin ilk aşamalarındayken Wenger öğrencilerin fikirlerini öğrenmek için konuyu Nazi dönemine getirir ve öğrencilere toplum olarak tekrar o dönemdeki gibi bir diktatör rejimin yaşanma ihtimalinin ne olduğunu sorar. Öğrencilerin genel yanıtı şu şekildedir: O dönemden epey ders çıkardık, artık öyle bir rejime tekrar dönmemizin şükür ki ihtimali yok. Felaket başına gelmeden önce, belki de her halk kendini buna inandırmıştır. Birçokları kendi ülkelerinde dikta rejiminin olacağına ihtimal vermez ve hatta bunun olasılığının olmadığını söyler. Ancak özellikle olağandışı savaş durumlarından da biliyoruz ki, bunun ihtimali her zaman her toplulukta vardır. Bunun yaşanmayacağının bir garantisi olmadığı gibi, bilakis bunun yaşanmayacağına dair güçlü inanç, toplumu felakete sürükleyebilir.


Otoriter rejimlerinin besini, Rousseau’nun amour propre kavramında gizlidir. Amour propre, bireylerin kendilerini eksik, yetersiz, yersiz yurtsuz ve yabancı hissetmelerine neden olur ve bu nedenden dolayı bireyler otokrat rejimlere bağlanabilirler. Filmdeki öğrencilerin durumunu göz önüne getirelim, birçoklarının günlük yaşamında içsel ve dışsal sorunları vardı ve bu sorunlar onların Dalga’ya daha çok bağlanmalarına neden oldu. Günlük yaşam pratiğinde en çok sorun yaşayan, otoriter rejime en çok bağlanan oldu. Eric Hoffer’ın geçici uyumsuzlar kategorisine (Kesin İnançlılar) dahil edebileceğimiz öğrencilerin temel nitelikleri, henüz hayatta yerini bulamamış olmaları ancak bulma umutlarını da hâlâ yitirmedikleridir. Bu sebeple, kendilerine yenilik olarak görünen şeylere bir hevesle atlatıp üzerine pek düşünmeden kabul edebilirler. Kabul edebileceklerinin arasında bittabi otokrasi rejimi de dahildir, bu nedenle otokrasi rejimleri özellikle öğrenciler üzerine daha bir hassasiyetle yaklaşır ve onları kendi safına çekmeyi arzular.


Die Welle filminin izleyicide bıraktığı ilk izlenim, filmdekilerin gerçek hayatta da yaşanmaya pek müsait olduğudur. Gerçekten de otokrasi yönetiminin izlerine gündelik yaşantımızda pek rastlarız. Okullarda, hastanelerde, iş yerlerinde, kışlalarda, camilerde ve memurların olduğu tüm işyerlerinde tek-tip kıyafet uygulamasının olduğunu görmekteyiz. Bu tür yöntemlerin ilk amacı, farklılıkları yok edip üyelerini tek-tipleştirmektir. Benliklerin kabul görülmemesi ve alabildiğine kısıtlanmasının nedeni, kitlenin ve dolayısıyla yönetici kişisinin güç arzusudur ve esasında otokrasi rejimlerinin en büyük gayesi de bu arzuyu doyurmaktır. Ne var ki gündelik yaşantıdaki tecrübelerimizden de biliyoruz ki, güç arzusu doyurulabilen bir arzu değildir, güç arzusuna sahip olan her ne kadar güç elde ederse etsin, hep daha fazlasını arzulamaya devam edecektir.


Son olarak tekrar belirtmekte fayda var: Filmin giriş kısmında öğrenciler Nazi dönemindeki gibi bir dikta rejiminin tekrar yaşanacağına ve kendilerinin bu rejime dahil olacağına ihtimal vermiyordu, ancak süreç içerisinde —iki öğrenci hariç— her biri otokrasi rejimine topyekun bağlandılar ve bağlılıkları uğruna, normal şartlarda kendilerine pek rasyonel gelmeyecek eylemlerde bulundular. Bu ihtimal ne yazık ki günümüzde de varlığını korumaktadır. Rejime dahil olmayan iki öğrencinin, kitle tarafından hem fiziksel hem de ruhsal olarak hissettikleri şiddetli baskının, yalnızca otokrasi rejimlerinde değil tüm kitle örgütlerinde, sınırları açıktır. Farklılıkların kabul görmediği ve alabildiğine eksiltilmeye çalışıldığı herhangi bir kitlede, otokrat bir rejim iktidarlığı eline alabilir veya belki de çoktan almıştır.