“Geberticim onu,” salondan yükselen sesle irkiliyorum. Kendimi odaya kapatmış okuldan bir çırpıyla gelip sakladığım dünden kalma dürümümü yerken, suratım salça sosu ve parmaklarım yağlıyken gözükmek istemiyorum kimseye. Hızlıca yemeye koyuluyorum, ayak sesleri ve ağzımda törpülenen soğuk tavuk, domates, turşu tatları arasında amansız bir yarış başlıyor. Bir adım, “seni pislik,” dolu hakaretler ve ben boğazımdan zorla aşağıya inen lokmaları yutmaya çalışıyorum. Bir ısırık daha. Az kaldı. Bir tane daha.


Odamın kapısı amansızca açılıyor. Kız kardeşim, ikizim orada, çatık kaşları ve kıpkırmızı suratıyla bana bakıyor. Okuldan yeni gelmiş. Üniforması üstünde, saçlarını geriye doğru taramış, üstünde kelebekten bir tokası var. Mini eteği zayıf ve sütun gibi bacaklarını öne çıkarıyor. Annem kaç kez bu kıyafetler yüzünden okula gitti acaba diye düşünüyorum. Iri memeleri, sivilcesiz ve ince belini gören erkekler hep etrafında olmalı kız kardeşimin. Beni yanında hiç gezdirmiyor. En azından kilo almaya başlamadan sonra.


Benle aynı olan ama daha parlak, daha bir güzel gözüken ela gözleri parlıyor. “Seni geberticim domuz,” diyor. Kapıyı ardından kapatıyor, annemin telaşlı sesini duyuyorum, sonra susuyor duvarların ardından. İkizim ve ben, odada bakışıyoruz. Ağzımda son lokmayı çiğnerken yutkunmaktan kızaran ben ne yapacağımı bilemiyorum, utanç tüm bedenimi yakıyor. İkizimin yanında hep utanıyorum. Tanrıça gibi o. mükemmel bir vücudu var. Herkesin ilgisini ve merakını çekecek bir güzellik ondan ki, okul da başarılı, öğretmenlerin aferin kızım dediği kızlardan. Annelerin gururu, babasının minik kızı o. Son lokmayı da yutuyorum.


“Ne istiyorsun,” diyorum kardeşime. Adı Elif.


Bir koşu yatağımın yanına, dibimde beliriyor. Ellerinin titrediğini görüyorum. Hiç kıl yok. Püssüz. Üstüne bal döküp yalamayı düşünüyorum, belki elini de yerim.


O hayran olduğum eller saçlarıma gidiyor, dökülmeye başlayan birbiri içerisinde kendince kaosu olan saçlarımı çekiyor. Çığlık atıyorum. Iri kollarımı kaldırıp karşı koyacak halde değilim. Çığlık atıyorum ve o anlamadığım bir şeyler söyleyip söverken suratıma tükürükler saçılıyor. Dudaklarıma bulaşmış sosa karışan tükürükler, onları da yemek istiyorum.


“Aptala yatma domuz!” diyerek bağırıyor. “En sevdiğim sarı bluzumu giymişsin. Ali ile buluşacağım ve bil bakalım ne olmuş.” Gözlerinden alev fışkırıyordu. “Yırtmışsın. Kollarının altına attığın salakça dikişi fark edemeyeceğimi mi sandın!”


Elif erkek arkadaşı ile sinemaya gitmişti. Annem ve babam ise köy evine gideceklerdi, gelmemi isteyip istemediğimi sorduklarında hayır demiştim. Annemin çantasını hazırlarken kondom düşürdüğünü görmüştüm. Nasıl tepki vereceğimi bilememiştim. Göz göze gelmiştik. İkimizde kaçamak bakışlar atıp ayrı odalar kaçıştık. Kendimi Elif’in odasında buldum. Suratıma hücum eden sıcaklığı atamıyordum. Yemek yeme isteği tüm vücudumu esir alıyordu. Nefes alamıyordum ve yemek yemem lazımdı. Sonra Elifin yatağının üstüne koyduğu bluzu gördüm. Birkaç zor adımla yanına gidip ellerimin arasında hayran hayran izledim. Küçüktü. Sanki bir patik gibi. Bir çocuğun giyebileceği bir şey.


Zayıf ve güzel olduğum zamanları hatırlamıştım. Elif gibi, zayıf ve herkesin neşesi içinde koştuğum anılardı. Cildim temizdi, yemek yemez dışarı çıkıp otlarla oynamayı seven bir kız, babasının kucağında güzel sesler işiten... Bu beni sinirlendirmişti. Üstümü çıkarmam baya zamanımı almıştı. Çıplak vücudum, olgunlaşmış memelerim ninelerin ki gibi sarkıyordu, kollarımın altında beni aşağıya çeken bir yağ tulumu vardı, göbeğime bakmaya cesaret edemedim. Ağlamak istiyordum. Ağlarken birisi beni görsün istiyordum nedense. Ama sadece zayıf kızlar ağlarken güzel gözükür.


Bluz bir türlü olmuyordu ve ben sinirliydim, yemek yemek istiyordum, şu aptal şeyi giyip aynada kendime baktıktan sonra dolabı sıfırlamak istiyordum. Ama bir türlü olmuyordu. Kollarımı kaldırmak acı veriyordu. Elif’in vücudunda manken gibi olan şeyi istiyordum, kendimi durdurmak, yemeği hayatımdan atıp erkeklerle gezmek istiyordum, öpüşmek, sarılmak ve ne kadar güzel olduğuma dair tonlarca iltifat. Ağlıyordum. Gözlerimden akan yaşlar tombul yanaklarımı ıslatıp terlerime karışıyordu ve sonra bir ses işittim. Bluzun her iki kolunun altı yırtılmıştı. Korkudan ne yapacağımı bilemeden kaçmıştım. Dolaba. İçinde fıstık ezmesi olan, sucuklar, köşe de saklanmış peynir, annemin dün yaptığı kurabiyeleri çanak çömleklerin ardında sakladığı dolaba koştum. Hepsini yedim, yerken pislettim. Kocaman iri bedenim nasıl bu kadar hızlı hareket ettiğini düşünmeden, iri terlerin iri mememden akarken nefes alacak zaman bile tanımadım kendime.


Sonra ağlarken kustum hepsini.


“Özür dilerim,” dedim kardeşime, saçlarımı çekmeyi bırakmış ağlıyordu.


“Neden böyle olmak zorundasın,” dedi. “Neden yemeyi bırakmıyorsun. Neden sadece bizim gibi olmaya çalışmıyorsun.”


Bu soruyu her gün soran ben Elif’e baktım. Sözlerinin nasıl bıçak gibi kestiğini anlamıyordu bile. Kendi küçük dünyasında, varlığıyla, zayıf, az yediği salatası ve dolu hayran erkek arkadaşlarıyla olması benim için ne ifade ettiğini bilmiyordu bile. Köşe de ucube olan ben, annemin hayal kırıklığı, babamın tiksindiği ve görmek istemediği bir domuz.


“Sence ben böyle olmak ister miydim?” diye bağırdım. Küçük bir odam vardı. Kocaman yatak ve dolap, masam bile yoktu. Küçükken Elif’le aynı kıyafetler giyip aynı odada yatardık. Sonra... Sonra ben büyüdüm, irileştim ve yemeye başladım, annem bu küçük odayı bana verdi. Beni anlamaya çalışan şeylerin yittiği sessizlikti odam. Yeme kabinim. Varlığımın tek kantı olan uçsuz bucaksız bir okyanusun tablosu bağırmamla birlikte düştü.


Elif irkildi. Bir an sert bakışları anlayışla açıldı.

Ne yapacağını bilmeyen elleri öylece bedeninin yanında salını verildi. “Eski seni özlüyorum, beraber oynadığımız. Hane sen hep ağaçlara çıkardın ve benim ödüm kopardı. Sen ise inmemek için direnirdin... Sonra, sonra sen yemeye başladın. Arkadaşlarımın yanında seni göstermek benim için nasıl bir ıstırap biliyor musun? Zar zor yürüdüğün merdivenlerde yanında durmamın. Herkes benle alay etti. Hayatımı mahvettin sen!”


İçimde dolan bir şeyler kabardı. Her gece kendime verdiğim sözler vardı benim. Yarın daha az yiyeceğim. Annem daha az benden nefret edecek ve belki, belki babam beni görmek ister. Elif’le tekrar dışarı çıkıp dondurma yeriz.


Sonra her sabah o sözleri de yedim. Kocaman bir yalanken sözler, benden bunları istemelerinden nefret ediyorum. Her birinden ve en çok da kendimden.


“Özür dilerim, sadece senin gibi güzel olmak istemiştim. Benim hiç arkadaşım olmadı senden başka. Senin etrafında ise hep birileri vardı. Aynı bedenler içerisinde aynı güzelliğimiz varken herkesi etrafında toplaman, benim birkaç kelime söylerken insanlardan kaçma isteğimin olmasını ben istemedim.” Boğazım ağrıyordu. Her şeyi yiyerek orada ölmek istiyordum. “Anlamıyorum tamam mı?”


Sessizce bana baktı.


“Sen orada hayalim olan kişi, istediğim ve tüm sevginin açtığı bir çiçekken ben neden böyle olduğumu anlamıyorum. Neden babamın seni daha çok sevdiğini, annemin saçlarını her gece taradığını, erkeklerin hep sana bakıp gülümsediğini... Oysa ikimiz de aynı gözüküyorduk, aynı giyiniyorduk. Senin kadar zayıf ve gür saçlarım vardı. Ela gözlerimiz ama sen hep... Hep bir adım önümde, her şeyin mükemmeliydin. Her şeyi alan.”


Ağlamaktan nefret ediyordum. Yatağımda hareket edip, ellerimi kaldırıp gözlerimi silecek kadar bile gücüm yoktu. Yutkunmak acı veriyordu. Tüm bu anılar, eskiler ve beklentiler. Hepsinin içinde kaybolmuş bir balık gibi hissediyordum kendimi.


“Çünkü aptaldın. Sen buydun,” işte dedi Elif. “Hep bir ilgi çekme caban, hep herkes bana baksın diyen gözlerin insanların iğrenmesine neden oldu. Sessizce söylediklerini anlamayanlara kızdın, köşene çekilip hep ağladın sen.” Saçlarını düzelti, kendini yere bırakıp zemine çömeldi. Sadece güzelim kafasını, dümdüz burnunu ve çıkık çene hattına bakmakla cezalandırdı beni.


Gözleri biraz dalmıştı. Öfkesi de. “Sana ne diyeceğimi bilemiyorum,” dedi. “Ne dersem deyim, seni buzdolabından bir şeyler araklayıp ağzına tıkarken bulacakmışım gibi hissediyorum.”


“Çünkü ben domuzum, unuttun mu?”


“Evet sen bir domuzsun. Bu ailenin en büyük hatası, benden bir dakika geç doğmana şükretmem lazım galiba. Yoksa beni de yerdin sen,” dedi, biraz gülümsemişti.


Ben ise kahkaha atmıştım. Hem de ne kahkaha. Küçük odamda bir fil tepiniyor gibiydi. Annem merakla bir şey söyledi duvarların ardından, geçiştirdim. Orada gerçekten beni umursadığını düşünmedim bile. Elif’e bir şey yapmamdan korkuyor olmalıydı. Tüm konuşmalar boyunca orada dikilip en küçük bir bağırmamda fırlayıp tiksindiği gözlerle benim cezamı kesecekti. Böyle hissediyordum.


“Uzun süre güldüğünü işitmemiştim,” dedi Elif.


“Bende.”


Sonra ayağa kalktı, bana baktı. “Senden nefret etmiyorum Gaye,” sesi boğulu çıkmıştı. “Artık değişmeni beklemeyecek kadar sıkıldım... Giysilerimden uzak dur yeter.”


Yavaş adımlarla kapıya doğru gitmesini izledim. Kendimden nefret ediyordum. Kendimi, Elif’i orada zayıf ve kimsenin incinmesini umursamadan, yakışıklı bir erkeğin öpücüğüne ve sıcaklığa gitmesinden, o olabilecekken burada yatağa mahkûm olup her şeyi yemekten nefret ediyordum.


Arkasını döndü. “Senden hep tiksinmiştim. Zayıf ve güzel olduğunda dahi. Benim gibi gözüktüğünde bile. Benim gibi birisinin yanı başımda olmasını hiç istemedim. Sen böyle şişmanlarken dürüst olacağım, deli keyif aldım Gaye. Aferin, böyle devam et, zamanı bile ye olur mu?”


Güldü, ne güzel gülüyordu öyle.


O giderken ben dolabı karıştırdım. Hiçbir şey kalmamıştı. Babamın maaşına bir gün vardı ve dolap boştu. Annem arkamdan geçip bulaşıkları yıkamaya koyuldu. Tek söz söylemedi. Sessizlik nasıl da acıtıyordu. Odama kaçtım. Yere düşen tablomu asmadım. Odamdan çıkıp Elif’in odasına daldım. Canım çok açtı. Paralarını nereye sakladığını biliyordum.


Güneş tepemdeyken, çirkin ve annelerin hiçbir çocuğun gelmesine razı olamayacağı bir park buldum. Elimde bir poşet, içinde dondurma, donmuş pasta, kek, kraker ve bir sürü çikolata vardı. Tepeme düşen güneş yüzünden terliye terliye ambalajlarını açtım çikolataların. Dondurmaları sona saklamıştım. Güzel olanlarını.


Yedim. Kimse yokken, köpekler gelip giderken. Kuşlar bir yerden bir yere giderken kocaman bedenimi uzun zamandan sonra ilk defa dışarı çıkarmıştım. Her yerimde bir acı vardı.

Bacaklarımda dinmeyen bir sıcak acı, sırtım da bir sızı ve dişlerim, en çok dişlerim ağrıyordu.


Sonra erkekler doluştu parka. Saçları kısaydı her birinin. Üstünde tişört ve şortlarıyla. Her biri sigara tüttürüyordu. Bana bakmalarını ve laf atmalarını istedim. Fıstık falan derler belki. Yanıma gelip flört ederler, bende karşılık veririm. Ama çok istekli olduğumu belli etmem pek. Ne yaptığımı sorarlar bende hiç derim. Takılmak ister misin dediklerinde ilgisizce olur derim belki. Sonra ileride park etiği arabaya biner içki falan alırız. İçerim eğlenir ve her biriyle öpüşürüm. Bana iltifat ederler. Evlenme teklifi ederler ve ben hayır derim her birine kahkaha ile. Hayatlarında parlayan en büyük yıldız olup göçüp giderim, her birinin hayatından.


“Hey! bakın burada ne varmış,” bu sözler hayallerimi parçalayan bir mermi gibi gözlerimi açmıştı.


“Fillerin ormanda yaşadığını sanırdım,” dedi sigarasından bir duman alan uzun boylu çocuk.


“Salak mısın lan sen. Filler Afrika'da yaşar aptal, orası da orman değil.” dedi, gözlüklü olan.


“Neyse ne be! Şuradakinin bir fil olduğuna bahse girerim...” Güldürler her biri.


Sözler artık ardımda kalmıştı. Ağlıyordum. Ağlarken dondurmamı çıkarıp yalamaya başlamıştım bile. Kocaman bacaklarımı hızlıca oradan uzağa atmak istiyordum. Bir adım ve dünyanın en ucuna gideceğim. Bir adım sonra ise dünyayı terk edeceğim ve kendimi Charlie'nin çikolata fabrikasında bulacağım.


Sesler ardımdan gülüşmelere dönüşmüştü. Dondurma elimden aşağıya akarken ziyan olmasından korkuyordum. Yedim, hepsini yedim. En sonra dondurmaya kadar, yere damlayan iri çikolatalı olan topa kadar her birini yedim. Yaladım.


Etrafımda dolu insanın iğrenen ve ne yapıyor bu diyen gözlerine aldırmadan her şeyi yedim ben.


Bir tek kendimi yiyemedim ben.


Elif’i yiyemedim.