En saf halimle geldim sana didem. Gözlerim dolu dolu evet, çipil çipil karşındayım. Öyle ki, seni parça parça görüyorum. Senin karşında uzun zamandan beri ilk kez dik durabilmenin haklı gururunu taşıyorum. O sokağın köşesinden döndüğümden beri bir daha omuzlarım çökmedi hiç, çöktüyse bile kendi ağırlıklarım vardı omuzumda. Tüm beklentilerim, içimdeki boşluğu doldurmaya çalışırken bulduğum ne kadar çakıl taşı varsa hepsi o köşede kaldı. Sahibi olanlar geri gelip aldı mı emanetlerini bilmiyorum, pek de ilgilenmiyorum açıkçası.


O sokaktan sonraları geçerken de artık bakmadım pencerelere, kapıların önünde beklemedim, özellikle de o kapının önünde. Elimde avucumda olan-olmayan ne varsa, onur nişanesi olarak taktım göğsüme bu kez. Tek bir saç telimi bile düzeltmedim rüzgarın- yağmurun fırtınasından sonra. Yılgınlıktan değildi yapmama sebebim, dedim ya onur nişanem artık saçlarımın dibinden beyaz çıkıp uçlarına doğru turunculaşan saçlarım. Avare gibi gezdim sokaklarda, yıkıklığıma bir tanışıklık-tanıdıklık aradım. Köklerini kaybetmiş topraklar aradım kendime, kendi kaybetmiş köklerimi dikebileceğim. Beni anca onlar kabul ederdi çünkü biliyorum.


Lavanta fidesi aldım bir tane, aylardır önünden geçtiğim ama içeriye girmediğim fotoğrafçıdan bu kez içeriye girdim ve kökü dikilmek için toprak arayan bir lavanta fidesini şahit ettim bu kez kendime. Gecenin bir saatinde o sokağın köşesinde bir soru düşüvermişti aklıma, "kökü olmayan tüm bu topraklar ne olacak? birbirlerini nasıl bulacak, nasıl tanıyacak?" Bu toprakların her bir zerresini bir araya getirip bir yurt yaratma gayreti içerisindeyim artık. İlk zerresi de o güzel lavanta fidesi oldu. Şimdi haftada iki gün onu suluyorum, belli saatlerde güneşe çıkarıyorum -çünkü odamla güneş arasındaki mesafe bir hayli fazla-. Sabırla o güzel kokusunun burnuma geleceği günü bekliyorum şimdi.


En nihayetinde kim bilir kaç yıldır ekilmemiş, sanki toprak sahibi en son giderken ruhunu da yanında götürmüş- ki ruhsuz kalmış- bir toprak parçası buldum. Hem dolaşmanın yorgunluğuyla hem de zaten başka bir toprak yığınının beni kabul etmeyeceğinin yılgınlığıyla çöküverdim tarlanın tam ortasına, elimde lavanta fidemle. Bu şey gibi, gecenin en karanlık saatlerinde bir inşaata girip köşeye kıvrılıp yatmak gibi, diğer evsizlerin suratına bile bakmadan. Suratına bakmaya gerek yok, çünkü kim baksa birbirinin suratına kendi yansımasını görecek. Çünkü yurtsuzluğun haletiruhiyesinin yansıması dünyanın her yerinde aynı.


O tarlaya çok yağmur yağdı, fırtınalar koptu, gök gürledi. Öyle ki, toprak çamur olup beni hapsetti kendine. Ben hiçbir şey yapmadım, oturduğum yerden milim kıpırdamadım. Günlerce aç, susuz, uzaklardaki o eve bakarak oturdum. Yağmur suyunun bile vücuduma girmesine izin vermedim. Bedenim kabul etmediği için değil, ruhum kabul etmediği için. Zamanında içimdeki boşluğu doldurabilmek için yuttuğum çakıl taşları midemde o kadar derin yaralar açmışlar ki, boğazımdan bir damla yağmur suyu bile geçemedi. O evin ışıkları yandı, söndü, günler geçti.


Neden sonra aylardır tutmadığım kalemlerle barıştım. Elime aldığım sopayla tarlaya akıttım tüm irinimi. Toprağa attığım her çizikte, yüreğimdeki yaralar da midemdeki yaralar da kustular tüm zehirlerini sanki. Yıllardır görmediğim muhabbet kuşumu görmüş gibi bir hassasiyetle yaklaştım ilk defa çizgilerime. İlk kez yarım bırakmadım, ihanet etmedim. Çünkü ben savurdukça çizgilerimi, yaralarımın üzerine şifacı bir kadın merhemini sürüyordu. O şifacı kadına içimden binlerce kez teşekkür edip devam ettim çizmeye, saatlerce. 17 yaşımdaki zamanlarımı, heykel atölyesinde en çıplak, en gerçek olduğum zamanları hatırladım. O kadar minnet duydum ki içimdeki şifacı kadına, aylardan beri ilk kez gözlerim anlam veremediğim -ama iyi hissettiren- gözyaşlarıyla doldu. Bir defasında heykel atölyemde çalışırken, kendimi tam da artık yapamadığıma inandırdığım anlardan birinde, hocamın gelip "karakteri yakalamışsın" demesi ile dizlerimin bağının çözülmesi hissini tekrar yaşadım.


Uzun süredir kendimi var ettiğim şeylere sırtımı dönmüşüm, ihanet etmişim. Her nazik çizgimde binlerce kez özür diledim onlardan. Bugün dolmuşta giderken, bir an sanki yokuş aşağı iniyormuşuz gibi yüreğim sıkıştı heyecandan. Ben bu hissi unutmuştum. Yağan yağmurun altında bırak ıslanmayı, suyun hissini bile unutmuştum. Şimdi her zerremde hissediyorum suyun ve toprağın kendisini. Çamurlarımı kurutuyorum didem, elimdeki lavanta fidesini bu toprağa dikeceğim ve buraya evimi inşa edeceğim. Kırmızı tül perdeler ve penceremin kenarına bir berjer alacağım. Bir duvarı komple fotoğraf ve çizdiğim resimlerle kaplayacağım. Heykel köşesi yapacağım kendime, evin içinde kurumuş kil tanecikleri uçuşacak. Penceremin kenarında mavi bir küllük olacak ve geceleri açık kalacak pencerem, içeriye kediler girebilsinler diye.


Bu lavanta fidesi da sana didem, bodrum katından lavanta kokusu eksik olmasın diye. Buram buram kokusu geldikçe burnuna, beni ve güzel Kuzguncuk'u hatırla. İşte; en kirli, en paçavra, en kötü kokan ama en saf halimle karşındayım.