Yağmur yağıyordu.

Dizlerini kırarak oturduğu divanın üstünde gözlerini kırpmadan yağmur damlalarının kirli camda bıraktığı izleri takip ediyordu. Hayır, sözü vardı, gözlerini bir saniye bile kırpmayacaktı. Evin içindeki kalabalık, kimi zaman yükselen kimi zaman ince bir fısıltıdan ileriye gidemeyen isyanlar, sırtını çevirdiği kapının önünden uzatılan sessiz başlar, çekilen bedenler hepsi kulaklarında aynı uğultuya dönüşüyordu. Sanki birileri kulağının yanında bir makine çalıştırmıştı da onun bir süre sonra anlamsız bir vızıltıya dönüşen sesinden başka hiçbir şey duyamıyordu. Kulaklarını harflere dönüşen her sese, her çığlığa ve acıya kapatmıştı. Tek isteği evin içinde bağırıp duran, dizlerini döven, gözyaşı döken herkesin susmasıydı. O da acı çekiyordu, aklından geçenler kalbinden geçse kalbi atmayı bırakırdı. Bağırmıyordu ama, zihninin duvarlarına çarpan tüm çığlıklara rağmen dudakları sımsıkı kapalıydı. Önünde çöküp kaldığı camda yağmur damlaları camın kirini temizledikçe gözlerine yansıyan çehresini görüyordu. Bu yüzde incecik bir çizgi halini almış, rengi çekilmiş, çatlamış o şey onun dudaklarıydı. O iki çizgi ne bağırmak için ne de ağlamak için hareket ediyordu. Avuçlarının ortasındaki boşluğu bildiğinden ellerini kaldırıp dizlerine vurmuyordu. Buz gibi olmuş bir çift ayağı saatlerce ısıtmaya çalışan ellerine geçmişti o soğukluk, avuçlarını oymuş, parmaklarını sızlatmıştı. Titriyordu elleri. Şimdi havaya kaldırsa ağırlıklarını hissedememekten, dizlerine vursa dizlerinin o iki boşluktan sıyrılıp yüzüne dalga geçer gibi bakmasından korkuyordu. İnsanoğlu, iki şeyi birbirine sürterek ateş yakabiliyordu, ama o, ellerinin arasındaki bir çift ayağın soğumasına engel olamamıştı. Avuçlarını ayaklara kapatmış, sürttükçe sürtmüştü, elleri yanmıştı ama o buz gibi bir çift ayak ısınmamıştı. Yine de bir kez olsun çığlık atmamıştı, gözleri ellerinin arasından bir nesne gibi düşen ayaklara değdiğinde korkmamıştı. O ayakları ısıtmaya çalıştıkça parmak uçlarından başlayıp yukarı doğru tırmanan soğukluğu hissetmişti. Bakışlarını kaldırıp hiç bakmamıştı ama biliyordu, şayet baksaydı önünde yatan bedenin ferini kaybeden gözlerini, canlı olmaktan adım adım uzaklaşıp bir nesne gibi hareketsizleşen cesedi görürdü. Bakmamıştı ama biliyordu. Saatler önce bu odada, sırtını döndüğü halının ortasında bir insanın ruhu çekilmişti. Yaşlı bir teyze bakışlarındaki bilmişlikle kalkmış ve camı açmıştı. Adetti, ölen kişinin ardından cam açılır, ruhunun hep öldüğü odada dolaşıp durmaması için ona bir yol gösterilirdi. Şimdi kim bilir neredeydi o ruh, çıkmış mıydı? Onun ruhu çıkamamıştı. Kimse fark etmemişti ama saatler önce bu odada iki can çekilmiş, iki beden soğumuş, iki ruh çıkmıştı. Biri için cam açılmış, ona yol gösterilmişti. Diğeri ise bu odada, hayatı boyunca yaşayabileceği en acı olayı tecrübe ettiği bu yerde sıkışıp kalmıştı. Kimse cam açmamıştı ona, kimse fark etmemişti; yol göstermemiş, arkasından dualar etmemişti. Gözlerine sıcak bir avuç değmemiş, açık kalan gözlerini kapatmamıştı. Hayır, sözü vardı, gözlerini bir saniye bile kırpmayacaktı.


Gözlerini kırpmadan baktığı camın ardında kimi zaman kendi çehresini kimi zaman da önüne düşen sahneleri görüyordu. Bir kayıp vermişti. Bugüne kadar dünyadan bir insanın gitmesinin bu kadar acı verici olduğunu hiç düşünmemişti; hiç birini kaybetmemiş, ruhu çekilmiş gibi bir camın önüne çöküp kalmamıştı. Biliyordu, arka odada onu bekleyenler vardı. Kolonya kokan elleriyle onu kollarından yakalayacak, bağırlarına basacak ve ağlayacaklardı. Belki de birkaçı “Ölümlü dünya,” diyecekti, "Ölenle ölünmez," diye nasihat edeceklerdi. O, birilerinin onu beklediğini biliyordu. Fakat onlar, çöküp kaldığı bu divanın üstünden kalkamayacak kadar gücünü kaybettiğini, ayaklarının bir adım için bile ona itaat etmeyeceklerini bilmiyorlardı. Yerine getirilmesi gereken bazı görevler vardı ve bu kadar insan sahneye onun çıkmasını bekliyordu ama çıkamazdı, gücü yoktu. Biraz önce ruhunu kaybetmişti, ruhu yokken bu et parçasına nasıl yön verebilirdi? 


Bu dünyadan ayrılan her insanın önce ruhu çekilir, sonra bedeni toprağa verilir, en sonunda ise hem ruhu hem de bedeni unutulur giderdi. Ağlayanlar hiç ağlamamış gibi güler, dövülen dizler ne uğruna dövüldüklerini unutur, kin gütmezlerdi. Hayatın çomak sokulacak bütün uçları koruma altına alınmıştı ve her şey pürüzsüzce ilerliyordu. Bir ölünün ardından kaç gün ağlanacağı bile belliydi. O yaşlı kadın, "Kırk mum kırk gün," demişti. Kırk mum yanmıştı kalbinde, ışığını sevdiği için akşamları yakıp duvarda bıraktıkları gölgeleri izlediği mumlar şimdi kalbine düşmüştü. Ellerindeyken ne kadar masumdularsa kalbinde o kadar acımasızlardı. Bugüne kadar bir kez olsun ellerini yakmamışlardı. Oysa şimdi aralarında hiç dostluk yokmuş gibi ona ihanet ediyor; kalbini, ruhunu suyla sönmeyecek bir ateşle yakıyorlardı. Adete göre bu acımasız mumlardan her gün birinin sönmesi gerekiyordu ve yas tutmak için sadece kırk günün vardı. Hayatta her şey, bütün güzellikler ve bütün acılar bir gün muhakkak miadını dolduruyordu. Çıkıp giden o ruh gibi kalbinde yanıp duran mumlara da bir gün bir pencere açması gerekecekti belki. O zaman sanki hiç bu divana oturmamış, hiç elleriyle bir ayağı ısıtmaya çalışmamış gibi ayağa kalkacak, avuçlarına baktığında dopdolu et parçaları görecekti. Ona sormadan çıkıp giden ruhu bir gün dönmeye karar verecekti ve biliyordu, bu hiç gürültülü olmayacaktı. Ansızın sustuğu bugün gibi ansızın konuşacak, gülecek, hayat devam ediyor nasihatlerini dinlediğini herkese kanıtlayacaktı. Ya da belki, bir daha hiç konuşmayacaktı. İçinde fırtınalar koptuğu için sustuğunu sanan onca insan bilmiyordu, içinde bir tek rüzgar bile esmediği için susuyordu. Dökecek yaşı, dövecek dizi, kaldıracak eli yoktu. Dili, zihni, bedeni susmuştu. Ruhsuzdu. Şayet ruhu geri dönerse zihni bugün aldığı bu hasarı unutup hayatına devam edebilecek miydi bilmiyordu. Bir gün yine bu camın önüne geçip yağmurun ardında bıraktığı izlere baktığında gözleri bu tanıdık hislerle baş edebilecek miydi ya da divana oturduğunda dizleri yine aynı hisle bükülmemek için direnebilecek miydi? Bilmiyordu. 


Şimdi, burada, böyle yığılırcasına oturmuşken düşündüğü tek şey zihnindeki sesleri yakalayamadığıydı. Bir an zihninde her şey çığlık atmaya başlıyor; kulaklarında, şakaklarında tüm çığlıkların yankısını, zonklayışını duyuyordu. Bir an sonra ise her şeyin üzerine bir sis çöküyor, zihni çorak topraklara dönüyordu. Zihnine o sessiz sis çöktüğü zaman kapının ardındaki tereddütlü bedenlerin fısıldayışlarını duyabiliyordu. Kimisi sahneye çıkmadığı ve hayatın pürüzsüz akışını bozduğu için onu suçluyor, bu düzensizliğin içinde kalmak istemiyordu. Düzene öyle bağlıydılar ki kalabalık bir caddede annesini kaybetmiş çocuklar gibi her köşebaşına koşuyor, gördüğü her kapıyı çalıyor ve birilerinin onu buradan çıkarması için yalvarıyorlardı. Küçük bir çocuktan tek farkları korkularını öfkeyle örtebiliyor olmalarıydı. Alışık olmadıkları bu iklimde tenlerine değen rüzgara kin güdüyorlardı. Hayatta insanların özgür seçimleri olmamalıydı. Adım adım sonuca giden bir matematik problemi gibi her şey çoktan yerli yerine oturtulmuştu ve bu aciz insanların yalnızca kalplerinde atan hislere söz geçirerek düzeni koruması gerekiyordu. O kız da kirli bir camın önünde oturacak lükse sahip olmamalıydı, değildi. Ayağa kalkmalı, acılı bir tebessümle dudaklarını kıvırmalı, onu bağrına basmak isteyenlere muhtaçça sığınmalı ve ağlamalıydı. Kimse ona bu sonsuz susma hakkını vermemişti. Yanaklarında iz bırakacak olan gözyaşları onun için değil buraya gelenler içindi ama kimse görmüyordu o izleri. Gördükleri tek şey camın önünde duran ve nefes almak için dahi hareketlenmeyen bir bedendi. Kapıdan uzanan her baş etrafına yaydığı o sessizliğin havasını iliklerine kadar hissedebiliyordu. Bu kız düzeni bozmuş, etrafına sesleri yutan bir çember çizmişti. 


Kimisi ise yaşanan bu acıda kendinden parçalar buluyor, kendini mi yoksa bu sessiz bedeni mi iyileştirmek istediğini bilmeden üzülüyordu. Henüz anne olmuş kadınlar kalplerinden taşan merhametle ellerini bu bedene uzatmak istiyor ancak kızın kendini içine kapattığı o sessiz çemberin direncini kıramamaktan korkuyordu. Birileri yardım etmeliydi; bu sessizliği bir sesle yarmalı, bir bakışla uzanıp hemen çekiliveren başları anlayışla doldurmalıydı. Hiçbir acı tek başına yaşanarak atlatılmazdı; ağlamalı, dövünmeli, insanın içinde biriken o zehri muhakkak dışarı atmalıydı. Bugüne kadar acılarını insanlarla kol kola vererek atlatmışlar, kendilerini böylesi bir sessizliğin içine hiçbir zaman hapsetmemişlerdi. İnsan, diyorlardı, insan mutlaka konuşmalı, bağırmalı, içinde ne varsa dışarı atmalı ama susmamalı. Tecrübe etmedikleri bu sessizlik rüzgarı onları dehşete düşürüyor, bir an önce sığınacak bir apartman bulmak ve apartman sakinleriyle fırtınanın dehşetini konuşmak istiyorlardı. Fakat bu kızın toprakları çoraktı; imar edilmemiş, yaşam için elverişli hale getirilmemişti. Hiçbir canlı bu topraklara girmek ve uçsuz bucaksız bir çölü andıran bu kum yığınlarında yaşamak istemiyordu. Yardım etmek için uzatmak istedikleri elleri insansızlığa çarpıyor, sessizliği tecrübe etmemiş bedenleri ne yapacağını bilemiyordu. Hangi omuza baş koymalı, titreyen ellerini hangi sıcak ele emanet etmeliydi; kimi dinlemeli, kime anlatmalı, saçları hangi dizlere sermeli bilmiyorlardı. Bu kız onların yardım isteklerine bedenini, zihnini, ruhunu kapatmış, herkesin elini kolunu bağlamıştı. 


Yağmur yağıyordu.

Önceleri kulaklarına zaman zaman çarpan sessiz fısıltıları duymamak için kendi içine dikkat kesilmeye çalışmıştı ama bir tek rüzgarın bile esmediği ruhunda ne bir ses ne de bir nefes vardı. Ruhu çıkıp gitmişti, bir gün gelecekti, biliyordu. Şimdi ise hayatında ilk defa ruhsuz kalmıştı ve kemiklerini saran bu et yığınıyla ne yapacağını bilmiyordu. Bugüne kadar kalbini hep hissetmek için kullanmış, gözleri kimi zaman acıyla kimi zaman huzurla dolup taşmıştı. Fakat şimdi hiçbir hisse gebe olmayan bu bedenle ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Gülemezdi, bir can çıkıp gitmişti bu evden. Yas evinin sahibiydi, kayıp onun kaybıydı. Şayet kollarında biraz güç, avuçlarında biraz doluluk bulabilseydi siyah yazmasını başına bağlardı ama avuçları boşluklarla doluydu. Kaldıramazdı. Dizleri yüzüne beklentiyle bakıyordu, dövünmeliydi, biliyordu. Arka odadan gelen çığlıklar gibi bağırmalı, ağlamalı, ağıt yakmalıydı. Bir acı böyle yaşanırdı ama sesi yoktu. Şimdi ruhu odanın hangi köşesinde çaresizce kendini duvarlara vuruyordu? Keşke avuçlarındaki boşluklar dolsaydı. Dolsaydı ve bir cam açabilseydi. Ruhunun başının üstünde döndüğünü hissediyor, bedenine çöken ağırlığın altında gittikçe tükeniyordu. Ağlamalıydı belki de, bir saniye bile kırpmadığı gözlerini cama değil içine dikmeli ve oradaki dilsiz acısını bulmalıydı. Sessizliği, sakinliği ve camları hep sevmişti ama gözlerini bir cama diktiğinde ruhsuz çehresini değil gelip geçenleri izlemişti. İnsanların adımlarına bakmış; hayatlarını, duygularını, çıkmazlarını tahmin etmeye çalışmıştı. Yahut çiçeklerine bakmış, içinde bir yerlerde oynaşan hayatın huzurunu, içini gıdıklayan duyguları keşfetmeye çalışmıştı. Şimdi ise suskundu. Etrafını kuşatan bu sessiz çemberi o çağırmamıştı. Her ölenin ardından yas tutulur ve her ölen unutulurdu, biliyordu. O ise saniyeler içinde susarak unutmuştu. Acısı var mıydı, kalbinde gerçekten mum yanmış mıydı kestiremiyordu. Hissetmiyordu. Sessizdi. Çıkıp giden ruhu belki bir gün dönecekti, belki de bu odada sıkışıp kalan ruhu bir daha asla eskisi gibi onun olmayacaktı. Hayır, sözü vardı, gözlerini bir saniye bile kırpmayacaktı. 


Yağmur yağıyordu.

Kirli bir cam, yağmur damlalarının adım adım temizlediği kirlerinin ardından gözüken çehreye bakıyordu. Bu çehrede ip gibi incelmiş, rengi solmuş, çatlamış bir çizgi hiçbir sese sahip değildi. Sessizlik, dudaklarına ve bir kuyu gibi dipsiz, derin ve çorak bakan gözlerine sis gibi çökmüştü. Herkese sırtını dönmüş bu bedenin mimiklerini kaybetmiş gibi duran çehresini bir tek o görüyordu. Etrafına dalga dalga yaydığı sessizliğe de, gözlerini kırpmamak için verdiği savaşa da şahitti. Gözleri yanıyordu, biliyordu. Çok yüz görmüş; çok gözyaşına, odaksız bakan gözlere, tebessümlere, camına usulca değen parmaklara şahit olmuş; çok dert dinlemiş, çok susmuş, suskunluğuyla çok kez yoldaş olmuştu. Kirlenmiş, temizlenmiş, parçalanmış ama hep aynı yerde, aynı yüze defalarca kez bakmıştı. Bir sessizliğin çemberi ne zaman kırılır, yaş akıtmamak için havaya kalkan başlar ne zaman yenilir ve eğilir yüzler, dudaklar bükülür, bilirdi. Bilirdi, kulaklarda uğuldayan sessizliğin koynunda kaç çığlık yatar; bir acı nasıl kucaklanır ve insan nasıl sustukça ağlar. Biliyordu, sessizlik bu odada çok konaklamıştı ve birazdan toplanacaktı. O ise hiç konuşmayacaktı. Önce yağmurla usul usul temizlenecek, berrak camına düşen yansımanın yenilgisini kimseye söylemeyecekti. Günler geçecek, tekrar kirlenecek ve kirinin üzerine bir çehre yansıyacaktı. Biliyordu, sessizlik bu odayı bir kez benimsemişti ve gitse de bir gün muhakkak geri gelecekti. İnsanlar konuşur, insanlar susar, hayat değişir, hayat akıp giderdi; o ise hep aynı yerde aynı tebessümlere, aynı acılara, aynı susuşlara, bir an parlayıp üç gün sonra sönen bakışlara sessizce eşlik ederdi. Bu kız ezbere bildiği düzenin içinde ilerleyecekti, biliyordu. 


Yağmur yağıyordu.

Yağmur damlalarıyla temizlendikçe berraklaşan cama düşmüştü bir çift gözün yansıması. Gözlerinde görünen camın yansıması yerini birazdan karanlığa bırakacaktı, biliyordu. Gözlerini bir saniye bile kırpmayacaktı sözü vardı ve biliyordu, sımsıkı tuttuğu sözünü birazdan bırakacaktı. Gözlerinin karanlığa, yanaklarının ise ıslak izlere ihtiyacı vardı. Kaybettiği ruhu bir gün ona geri dönecekti ve biliyordu, bu hiç gürültülü olmayacaktı.


Gözlerini kapattı.

Yağmur yüzünde yağarken kirli bir cam çoktandır beklediği yenilgiyi sessizce kucakladı.