Ellerimi oynatamıyorum. Parmaklarımı bile oynatamıyorum. Hele ki kafamı çevirmem imkansız. Sanki tam bedenime göre yapılmış bir tabutun içindeyim. Nasıl bir yere hapsetmişler beni böyle? Nasıl bir vicdansızlık bu? Tüm bu kötülüğü hak edecek ne yaptım ben? Kendimi şu an o kadar çaresiz hissediyorum ki son nefesimi şimdi versem bu benim kurtuluşum olur. Aldığım her nefes ruhumu her an daha fazla kasvete gömen bir zorunluluk gibi. Vücudumun her yerinde aynı anda başlayan uyuşmalar beni gerçekliğimden koparıyor. Zifiri karanlığın içinde kendimi kör olmuş gibi hissetmemek için istemsizce gözlerimi kapatıyorum. Bu karanlık göz kapaklarımın yarattığı bir zorunluluk diyerek kendimi kandırmaya çalışıyorum. Burada kimse tarafından bulunmadan çürüyüp gitme ihtimalim aklıma geldiğinde mideme giren kramplar bana varlığımın fiziki boyutunu hatırlatıyor. Nefesimin sıcaklığı midemi bulandırıyor. Alnımda biriken ter damlaları gözlerime doğru akıyor. Çığlık atmak istiyorum ama attığım çığlıkta kullanacağım nefesi duyumsama ihtimali beni engelliyor. Sıcaktan mı yoksa soğuktan mı olduğunun ayrımına varamadan durmadan titriyorum. Birbirine çarpan dişlerimden çıkan ses başkasından geliyormuş ve ben bu sesin kaynağına ulaşamıyormuşum gibi korkuyorum. Yavaş yavaş sağlıklı düşünme yetimi kaybetmeye başladığımı fark etmek beni dehşete düşürüyor. Sonsuz bir çıkmazlar girdabına girmişim gibi başım dönüyor. Burada olmama neden olanlara duyduğum nefretin midemden boğazıma doğru yükseldiğini hissediyorum. Çıkmak istiyorum. Kurtulmak istiyorum. Yaşamak istiyorum.


Fiziken bir milim bile kıpırdamanıza imkân vermeyen, boğucu, insanı kahredici ve ölüm düşüncesinin kurtuluş olduğuna inandıran bir hapishane tasvir ettim size. Burada olduğunuzu düşündüğünüzde daha sık soluk alma ihtiyacı hissettiniz mi ya da kalbinize hafif bir sıkışma hissi yerleşti mi? İşte ben bu duyguyu her gün yaşıyorum. Siz sadece benim kapana kısıldığım hapishanemi göremiyorsunuz. Daha doğrusu o hapishaneyi gördüğünüzde sizin normlarınıza uyduğu için fark etmiyorsunuz bile. Siz bana bakınca ‘normal’ bir erkek görüyorsunuz. Ben hiçbir zaman bu bedeni ve bu bedenin bana sunduklarını istemedim ki. İstemediğimi hiçbir zaman yüksek sesle söyleyemesem de her gece yatağımda reddettiklerimi içime haykırdım. Ailem farkında erkek bedenine mahkûm olmuş bir kadın olduğumun ama bunu dile getirmem yasak. İki ölüm arasında tercih yapmamı istiyorlar. Kısa yoldan daha acısız bir şekilde beden ölümümü gerçekleştireceğim ya da bu reddedilişi her gün yaşayarak yavaş yavaş ruhumu öldüreceğim. Bir insanın on dört yaşındayken daha basit sorunları olmalı, bana yaşatılanlar haksızlık.


Her gün onların kalıplarına uymadığım için reddedilmenin olağanlığını haykırıyorlar yüzüme. Hatta kendi aralarında bunun tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunu söylüyorlar, biliyorum.

Annem ilk kez beni, ben dokuz yaşındayken evde kimsenin beni göremeyeceğini düşündüğüm bir zaman diliminde onun makyaj malzemeleriyle makyaj yaparken yakalamıştı. Beni gördüğü anda yüzünün aldığı şekli, gözlerine yerleşen ifadeyi unutmam mümkün değil. O bakışlarda her şey vardı; kırgınlık, hayal kırıklığı, kızgınlık… Tek bir şey yoktu o bakışlarda, anlayış. O gün dövdü beni, çok dövdü. Bir daha bu yaptığını tekrarlayacak olursan seni öldürürüm bile dedi dokuz yaşındaki çocuğuna. Sözde en kıymetlisi biricik çocuğuna. Ertesi gün yediğim dayağın acısından yatağımdan hiç çıkamadım. Bu hapishanenin ilk tuğlasını o gün attı annem. Tanıdığım herkes sözleşmişçesine benim hapishanemi inşa ettiler yavaş yavaş. Kendimi anlatmayı çok istedim, beni anlamalarına muhtaçtım ama olmadı. Kendimle savaşımda hep tek başınaydım. Bu sindirilmişlik içime o kadar işlemiş ki, hâlâ ‘kendimle savaşım’ diyorum. Halbuki ben ne istediğimi, ne olduğumu biliyorum. Kendimle barışmama bile izin vermiyorlar. Bedeni özgür bırakmama müsaade etmedikleri gibi ruhumu onarılmaz derecede kırıp elimden almaktan da geri durmuyorlar. Gitmem gerekiyor. Ardıma bile bakmadan kaçmam gerekiyor yoksa bu insanlar, bu ev, bu beden beni öldürecek.


Babam öğrendiğinde beni bir bıçakla ufak parçalara ayırıp benden bu şekilde sonsuza kadar kurtulacağını düşünmüştüm. Daha kötüsü oldu. Artık beni görmüyor. Aynı evin içinde yaşamaya devam eden iki yabancıyız, bana kendimi görünmezmişim gibi hissettiriyor. Fiziksel olarak beni yaralasa canım daha az acırdı. Hiç bilmiyor ki mezarımın en sağlam yerlerinde elleri var.


Annem ve babam dışarıdan bakıldığında eğitimli, bilgili, anlayışlı birer toplum neferi. Günümüz modern insanın bir prototipi yani. Kendi oğullarının varlığına tahammül edemeyen modern insanlar. En çok bu ikiyüzlülüğe tanık olmak nefes almamı zorlaştırıyor. Esas ben sizin, toplumunuzda yer edinebilmek uğruna gösterdiğiniz çırpınışlarınızdan tiksiniyorum. Cilalayıp cilalayıp kullandığınız maskelerinizden taşan sahteliklerinize gözlerinizi kapamanızdan iğreniyorum. Basmakalıp cümlelerinizle yaptığınızı sandığınız sohbetlerin yavanlığını kanıksayışınızı hayretle izliyorum. Cevabını duyamayacağımı bile bile size tek soru sormak istiyorum. Cevabınızı duyamayacağım çünkü siz kazandınız. Ben direnmekten vazgeçtim.


Ben sizi tüm bu sahteliklerinizle kabul edebilirken siz beni ‘tek’ gerçekliğimle neden kabul edemediniz? Bu kadar zor muydu?