Yenidoğanda Israr

 İnsanın aynı dönemi paylaştığı bir yapıtı, henüz neşredilmiş bir kitabı alıp okumaya başlaması irdelenmesi gereken dolambaçlı bir seçimdir. Enkidu ve Gılgamış, Enkidu ve Gılgamış’tır; İvan Karamazov ve Alyoşa, İvan Karamazov ve Alyoşa’dır. Antikite ve klasikler yüzyıllardır varlığını koruyarak yüz binlerce okunurken bizlerle bu eserler arasında kuşatıcı, kendine mal eden, benimsenmiş tanışlıkta bir ilişki kurulur. İnsan klasik eserleri temellük eder zira onların ardında bıraktığı zaman insana tesir etmiştir. Fakat yeni çıkan bir kitabı neden okuruz? Bu yeni çıkan kitabın karakterleri de kimdir? Çağdaşımız yazar bize ne söyleyebilir? Dili nasıldır, o yazmaya yazgılı mıdır? Bu dolambaçlı seçimde yürüyeceğiz. Bilindiği üzere, Auschwitz’den sonra şiir de yazılmıştır roman da. Hâlâ yeni bir şeyler söylenmesinin mümkün olduğu inancı, türümüz için varlık koşulu denilebilecek kadar önem arz eder. Yeni söylenleri salt yeni oldukları için değil yenide ne bulduklarını merak ettiğimiz için de okuruz. Yeniyi başkaları beğendiği için, dışarının düşüncesinin tesiriyle de okuyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’de Kürt bir yazar olan Mustafa Orman’ın Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye romanı Vedat Türkali Edebiyat Ödülü birinciliğine layık görüldü. Hâlihazırda bir yılını doldurmamış bu yenidoğan kitaba tekrar dönmemiz için birincilik ödülünün yeterli bir sebep olduğunu söylemeye gerek yok. Roman bir etnik-kurmaca, temelde ise gündemin etkilemesi altında. Yazarın farklı bir dilde düşünüp dayatılan bir dilde yazdığı üslubuna aralıksız yansıyor. Romanın ruhunda söylenmek istenenden ziyade söylenmeye çalışılan bir dilsel kargaşa var. Coğrafya ve zamanıyla da yüklenen Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye, okurundan atipik bir terkidünya okuma talep ediyor. Yazar, aidiyet endişesiyle beslendiği Kürt sözlü kaynaklarını, taşradan seyrettiği metropol(itik) taht oyunlarını ve yeryüzünün lanetlilerini boşveremediği etnik kaygılarını dile getirirken hikâyesini arkaik bir yöntem olan dişil bellek üzerine bina ediyor. Romanın tarihsel manivelası, yazarın yaşatmak mecburiyetinde olduğu bir ‘Koca Karı’nın ültimatomunda (Unutursanız yaşarsınız, hatırlarsanız hiç yaşayamazsınız, s.14) kurgu çarkını döndürüyor. Yazarın gazeteci kimliğiyle eylediği insan ve gündelik yaşamı röportajları, hikâye toplayıcılığı, belgesel yönetmenliği gibi işlerinde de şiarı olan belleği yaşatmak, halk hafızasını yaşar kılmak romanda bir ikircimle işgal altında sanatçı olmanın bilinçdışı yaratım bariyerlerini ortaya çıkarıyor. Sözden önce endişe olan topraklarda, mekân-zaman bozulmasıyla sonuçlanacak olgusal bir gerilimle yazmaya devam etmenin “...mekândaki boşluğun, mekânın geçmişiyle dolmasına” neden olduğunu okuruz.  (s.55) Sonuç olarak yazar, kendi deyimiyle, sınırların yalayıp yuttuğu onca ad ve hikâyeye (s. 44) bir tanıma bakışı yönelterek halkında bütün halkları, kahramanlarında bütün insanlığı sahiplenir; daha dün doğan bir kitabın okurca içselleştirilmesine sebep de işte bu insanlık sevgisidir. Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye’nin hangi roman kategorisine veyahut nesir formlarının hangisine ait olduğunu bir yana bırakıp İnsan membaı aidiyet duygusundaki sevmek ısrarını takdir etmek gerekiyor.


Dirilen Ana ve Parçalanan Oğullar

Narziss’in Goldmund’a söylediği ‘’Sizler anne kökenlisiniz, annenizin koynunda uyuyorsunuz.’’ coşkulu gizdökümlemesi, sanatçı şuuru ile bellek ilişkisinin bir girişidir. Anılarla oluşagelen belleğin kimlikten ayrılamaz bir parça oluşu kimliğimizi paylaştığımız insanlarla bizim hikâyemizi yepyeni bir bütün kılar. Anne, Marquez’in deyimiyle, bizi bir kereliğine ve sonluluğa doğuran kişi olmakla birlikte yaşarken ölüp tekrar tekrar doğmamızı dayatan yaşamın da personifikasyonudur. Anne yaşamdır, kimliktir, bellektir; anne hatırlayışı getiren, unutuştan sakınandır. Annecil kökenler şuuru geçmişin melankolisiyle donattığı gibi şimdinin neşesini de ulular. Anne coğrafyada kader-üstü sabit kimse iken ulusal ideolojinin de devamlı yeniden üreticisi bir kimlik yatağıdır. Dilimiz için ana dilimiz diyor olmamız etnik kimliğin inşa sürecindeki anne temelliğini kanıtlar. Bu bağlamda, Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye romanının baş kahramanı unutma hastalığına yakalanan ananın oğlu Asaf’ın, hikayesini duyduğu unutmayı koşullayan ana ile ilişkisi bizleri iki analı Eros’a (Göksel Afrodit-Ortalık malı Afrodit) üçgenine götürür. Gerçekten de Eros’un ebeveyn çiftleri çeşit çeşittir; Eros’un ismi geçen bir diğer annesi de İlkel Kaos olarak adlandırılan Gece Tanrıçası Nyks’tir, açlığı, ölümü, kabusları ve kötücüllüğü simgeleyen güçlerin yaratıcısı Nyks. Eros’un yıkıcı şehvetini, sefih tutkularını aldığı İlkel Kaos boşluğunun zamansızlığa —belleğin yokluğuna tekabül ettiğini görmek zor değildir.


“Ama biliyorduk ki: Anlattıklarımız değil, Anlatamadıklarımızmış doğru olan. Var olmadık, kaybolmadık da.” (1.3: s.35)


Sanatçı-yazarın varmaksızın bildiği bu sırda ikilikler oynaşır: Toplumsal olarak arafta sıkışmış, başarısız Asaf, yolunu çizemediği yaşamında, unutuşla tehdit eden ana ile unutuşa yakalanmış ana arasında bir seçim yapmak üzeredir zira hayatındaki herkes ve her şey, Ayhan Hoca, unutamadığı karısı, Galip, Asaf’a unutmamak şartını koşuyor, hatırlamak mecburiyetini dayatıyordur. Asaf, Kâhin’e (Mêla Hüsam) gider. Mêla, Asaf’a insanlara bir şey göstermesi lazım geldiğini söyleyerek ona hatırlayışı sunar. Halkını unutmaktan esirgemesi Asaf’ın da şahsî kabul ve anımsayışlarıyla olacaktır. Evvela kendiyle yüzleşerek halkını yüzleşmeye çağıran Asaf hatırlayışa yürürken Hanip ise bellekten kaçar. İki kollu romanın Asaf kısımlarında hâkim bakış açısı kullanılırken Hanip’in hikayesinde esrarengiz bir -sen diliyle yazılış tercihi düşündürücüdür. Birisi Hanip’e karşı konuşmaktadır, sormaktadır: “Vaziyetin, serpildikçe dallarını ve yapraklarını saksıdan taşıran çiçek gibi değil miydi?” (s.87) Cılız karlı ışıkların düştüğü, gri isin sindiği, kışın soğuğuna löküzün mütevazı sıcağıyla direnebilen Asaf mekânında Hanip’in başkaldıran bir canlılık, kösnül bir bahar taşıdığını okuruz. Bir akisli hayat, nizam arayışındaki politik Asaf’ı çürümeye, kimliksiz Hanip’i ise bollaşmaya yazgılıyorken, bu iki kahraman parçalanmış bir toprağın sembolü olur. Oğullar parçalanmıştır çünkü ayaklarının altında aidiyeti noktalayan toprakları parça parçadır. Hanip’in simgesel babası ve alter egosu olarak Asaf, yarım kalmışlığın mukavemetsizliğiyle, aşksız çürümeye dönmüşlüğüyle “Sen yoksan ben de kalmayayım bu dünyada” diye ağıt yakan kadını dinlemektedir. Babanın çürümesi, oğulun boy vermesi demektir. En nihayetinde, unutuşu getiren ananın katı merhametiyle dirildiğini, Ana Tanrıça’nın Koca Karı yüzüyle bir felaketin şifasıyla görünerek halkı masumiyet pelerini altına alıp unutuşla huzura yatırdığını okuruz. Koca Karı Ana, halkı, onu yok etmek isteyen Baba’ya karşı ancak Baba’nın tohum attığı yeri yok ederek, belleği bozarak koruyabilecektir. Ta ki bellek özgürleşene kadar...


Çürümüş Babayı Gölgeleyen, Usanmayan ve Yorulmayan Arkadaş

Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye romanı Yaratıcının insanı terketmediğinin emniyeti ile başlar, yolunu şaşırmayan arkadaşın emniyeti ile son bulur. ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nun hikâyesi, dişil kökenli Hanip’in bir tohum varlığına gelmesinden sonra anlatılması zor bir güzellikle toprağı delmesinin hikâyesidir. Çürüyen ve yok olan babayı gölgesi altına almış çok yüzlü ve sonsuzlu Anne’ye dönen Hanip artık hatırlamanın ta kendisidir. O artık bir ağaçtır. Anneden alınan bir kimlik vardır fakat o sonludur, anne bir kereliğine verdiği hayatı zaman tahakkümü mekan sınırlılığında verirken, zaman mekanı aşan kahraman sonsuzluğu da annecil doğada, özgürleşmiş tende bulur. Toprak toprak beden toplayan, sınırlara aldırış etmeksizin İnsan olmanın direnişini veren aşkını ve başkaldırısını usanmadan yürümüş Hanip eve döner. Her zaman eve döneriz. 


Hayat Bahçe

İç Anadolu köylüleri bahçeye hayat diyor fakat bunu öyle bir mecaz veyahut söz sanatı niyetiyle değil gerçekten mekânın isminin hayat olduğunu düşünerek diyorlar. Kerenyi’den ilham alarak, Bahçe’nin onlar zihninde Hayat olarak belirtilmesinin sadece anlatılan hikâye değil bir tür yaşanan gerçek olduğunu söyleyebiliriz. Kadim düşünce, yaşamın döllendiği, varlığın çiçeğe durduğu yer olan bahçeye hayat diyerek hayatın hayat içerisinde olduğunu örtük de olsa itiraf etmiyor mu? Latince kapalı, etrafı çevrilmiş bahçe anlamına gelen hortus conclusus iki kere çevreleyişe atıfta bulunur. Bu tekrarlı muhafaza yaşamın en hassas olduğu anı, annenin şişmiş karnını çevrelemekteyken aynı Botticelli’nin Primavera tablosunda olduğu gibi Anne’yi Bahçe’nin merkezine alır: Neşeli bir ululama, babanın yokluğuna denk gelmiş bir bereket anı daima dönülmek istenen yer olarak bilince kazınır. Tahakkümün olmadığı salt özgürlüğün hüküm sürdüğü bu Bahçe’de tek bir yaratıcı olarak Anne’ye dönenin Hanip olması ise büyüleyicidir zira ismi kendisine değiştirilerek verilen terkettiği ülkesinde Hanif adını bırakan O’dur. Tek tanrılı dinlerden önce Tek Olan’a inanan anaerkil dinlerin tapınanı olarak hatırlayışa döner, Hayat’ın Bahçesine. Romanında halkını meşe ağaçlarının sonsuzluğuyla bir kılan yazarı sanatçı kimliğinden soyduğumuzda tuttuğu yasın şifasını Hanip ile bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sonuç olarak, Mustafa Orman “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” diyerek, halkına annecil bir umudu aşılama arzusu taşıyan bu romanında varlığın muhafazasının annenin dilinde, annenin belleğinde saklandığını aşikâr etmiyor mu? Son dönem edebiyatı için bir anahtar niteliğinde olacak bu romanın ihtiva ettiği anaerkil gizemler Kürt kadın kimliğine getirdiği övgüler ve oğullara yönelttiği öğütler tanık olduğu bugünün Türkiyesindeki mülteci olgusuyla birleşerek hiçbir şeyin söylenmemiş kalmayacağı sıcak belirginlikte bir Orta Doğu panoraması sunuyor.