Onuncu sınıfların dersindeyim, Artukluları anlatıyorum. Sabahın ilk dersi, hepimizde az biraz mahmurluk… “Mardin, Harput ve Diyarbakır’da hüküm sürmüşlerdir.” diye söze başlamışken aklıma geliyor ve soruyorum: “Aranızda Diyarbakır’ı gören var mı gençler?” Umuyordum ama yok… Gençler daha on beş yaşında ve Diyarbakır’ı görmemiş olmaları elbette normal. Peki sonra? Mesela otuz yaşına geldiklerinde görmüş olacaklar mı?


Bana ilginç geliyor işte bu. Diyarbakır diye bir şehir var milyondan fazla insanın yaşadığı ve sen onu görmedin ve belki de hiç görmeyeceksin. Kırklar Dağı’nın eteğindeki On Gözlü Köprü’nün üzerinden binlerce insan geçecek her gün; Dört Ayaklı Minare’yi, Ahmet Arif’in ve Cahit Sıtkı’nın evlerini, Gazi Köşkü’nü, Hasan Paşa Hanı’nı ziyaret edecek birileri ve birileri Ulu Cami’de öğle namazı kılacak. Keçi Burcu’ndan Fiskaya’dan aşağılara, Hevsel Bahçeleri’ne bakılacak; kahvaltı diye ciğer kebabı, Buket’te lahmacun yenilecek, Sanat Sokağı’ndaki kafelerde kaçak çay içilecek, Mem Ararat’ın "Keziyên Yarê" şarkısını dinleyecek, Kafka’dan kitap alacak birileri. “Hamo’yu bilisen abi,” diyen biri hızla yürüyecek küçelerde, biri tütün saracak, biri sabah serinliğinde üşüyecek, biri âşık olacak ve onlardan biri hiçbir zaman sen olmayacaksın.


İçimde yakaladığım bu duygu garip ya da saçma mı diye anlamaya çalışıyorum. Kuşkusuz, birilerine saçma gelecek. Ama şimdi, öylesine bir hüzün çöküyor ki içime… “Bir insanın,” diyorum “yurdunun bir şehrini hiç görmeyecek olması nasıl da hazin…”  



 

23 Eylül 2022

Gültepe