İstanbul'un Ataşehir ilçesinde 2+1 bir öğrenci evinin küçük odasında yaşıyorum. Odam aşağı yukarı 8-10 metrekare arası. Okulun yurdundan çıkmam gerektiği zaman ev aramaya, eşya bulmaya ve taşınmaya çok üşendiğim için hâlihazırda dayalı döşeli evi olan arkadaşıma kendimin çok iyi bir ev arkadaşı olacağına inandırarak onun yanında yaşamama izin vermesine ikna ettim. Arkadaşım küçük odayı bana verirken odanın manzarasının çok güzel olduğundan bahsetti. Odamın dört duvarından (bu tabirde hep bir hata olduğunu düşünmüşümdür, sonuçta yer zemini ve tavanın da bir duvar olduğunu gerçeğini kabul etmemiz ve altı duvar arasında denmesi gerek gibi hissediyorum. Dört duvar deyince sanki iki boyutlu bir ortamdaymışım gibi hissediyorum) bir tanesini kaplayan camın manzarasını kastediyordu bunu söylerken. Bu camın hemen arkasında evimizin önünde bulunan ağacı görüyordum. Çok dallı bu ağacı güzel bir manzara olarak nitelendirmişti beni sahiplenen ev arkadaşım. Hadi dört-beş tane ağaç olsa anlardım belki, mikro bir orman hissiyatı yaratacağı için böyle demiştir, diye düşünürdüm. Ama tek bir ağacın nasıl bir manzara olduğunu anlayamamıştım. Ağaç da dümdüz ağaç bu arada he, öyle çam gibi güçlü ya da meyve ağacı gibi elimi atıp meyve koparabileceğim bir ağaç da değil; dümdüz, kalın yapraklı bir ağaç.


İlk zamanlar arkadaşımın gazıyla ben de bu ağacın güzel bir manzara olduğunu düşünüyordum. Doğadan uzaklaşmış, şehirli insanlarla kendimi bir tutmuyordum artık. Elimi uzatıp ağaca dokunabildiğim için köye taşınıp kendi elektriğini üretip doğal tarım yapan kanaat önderleri gibi görüyordum kendimi. Önünde ağaç olmayan karşı apartmana bakıp “ah İstanbullu ah, tabiattan uzaklaşman senin için en büyük tehlike, bunu ne zaman fark edeceksin canım kardeşim” gibi düşünceler süzülüyordu kafamdan. Böyle çakma doğasever eylemci triplerimle birkaç ay idare ettim. Ancak bahar aylarının gelmesi ile birlikte doğa ana ile amansız bir savaşa girdim.


Bahar ve yaz ayları bildiğimiz gibi havaların daha aydınlık tonlar aldığı, çiçeklerin açtığı, her canlının cinselliğe olan ilgisinin daha çok arttığı, intihar oranlarının daha az olduğu zaman dilimleridir. Bu zamanlarda benim komşum olan ağaca da bir hareketlenme geliyor. Normalde cama anca yetişen dalları, anlayamadığım bir şekilde hızlı uzayıp camı açtığım zaman içeri girecek hale gelmişti. Ya, sadece dalı, yaprağa olsa neyse diyeceğim ama ağaç bu kardeşim... Üzerinde örümceğidir, sineğidir, karıncasıdır... Bin tane eklem bacaklıya ev sahipliği yapıyor. Bu böcükler de dallar aracılığıyla yeni bir yer görelim, gözümüz gönlümüz açılsın diye benim odama gelmeye başladılar.

Önce bir-iki sabredeyim dedim. Çocukken dinlediğim masallardan kalma bir his olarak karınca kardeşe, örümcek dostuma zarar vermemeye çalıştım. Onları, yuvalarında aç bekleyen çocuklarına benim odamdan toplayacakları lahmacun kalıntılarını götürmek gibi basit bir amaçları olan, tabiri caizse işçi memur gibi canlılar olduklarını düşündüm. Bu düşünce birkaç gün sonra yatağımın çevresinde böcek görmemle yok oldu. Ben onlar da rızıklarını bulsunlar diye müsamaha gösterirken onlar benimle yatağa girmeye çalışmıştı. Her zaman yatak hayatımı profesyonel hayatımdan ayrı tutmaya çalıştığım için bu olanlara çok sinirlendim. Böcek ilacını kaptığım gibi tüm pencerenin etrafına ve biraz da ağacın dallarına sıktım. Artık resmileşmişti, tabiat ile benim aramdaki soğuk savaş halini, artık sıcak savaş(?), almıştı. Böcek ilacını sıkma saldırılarımı birkaç kez daha tekrarladım. Böcekler azalmıştı, ben de ağaç önderliğindeki doğanın teslim olmaya başladığını düşündüm. Daha çok yanılamazdım.


Geçen gün sınav anındaki stresle camı açtığım anda elime yüzüme dalların çarpması ve aniden odaya giren arılar yüzünden herkesin gözü önünde çok zor anlar yaşadım. Sınavdan sonra, biraz da sınavın kötü geçmesi sebebiyle, ağacın benim odama giren dallarını kopardım... Evet, bana tokat atan kolunu tuttuğum gibi büktüm ve kırdım. Al, dedim, al ulan, bunu bana sen yaptırıyorsun, sen istedin bunu, dedim. Dalları koparıp aşağı, bahçeye attım. Sonra da birinin kafasına falan gelmedi değil mi lan acaba, diye, büyük bir endişeyle aşağı baktım. Bu olayın üstünden bir-iki gün geçmesine rağmen etkisini atlatamadım. Galiba küçük boyutlarda TSSB yaşıyorum. Vietnam'dan dönen askerler gibi her an tetikte, psikolojisi bozulmuş, vahşi bir insan gibi hissediyorum kendimi.


Kırılmış dalın ağaca bağlı ucuna gözüm ilişiyor bazen otururken. Yamuk yumuk parçalarını gördükçe kendimi ormanları, gecekonduları yıkıp siteler diken inşaat sahipleri (var mı böyle bir meslek bakmak lazım) gibi hissediyorum. Artık ben de bir doğa düşmanı mıydım, gelecek nesiller benim yüzümden oksijen oranı azalmış, yeşilliksiz kalmış bir dünyada mı yaşamaya mahkum kalacaklar... Yaptığım şeyi biri videoya çekip Twitter'e atsa linçlenir miydim... Bunun gibi sorular geceleri kan, ter içinde kabuslarla uyanmama mı neden olacaktı artık... Zaman gösterecek bunları. Bildiğim tek şey ise pişman olsam da artık geri dönüşüm yoktu. Evimin önündeki ağaç ile düşmandım, doğa ana artık beni iyi insanlar listesinden silmişti, Tanrı'nın yalnız bir adamıyım artık ben...


Bir anda çıkıp da doğa anayla barış ilan etmeye çalışmak fikri geliyor aklıma ama yapamazdım... Yapamam. Bu kadar ileri gitmişken olmaz...

Ne olacaksa olsun artık. Sen mi büyüksün evimin önündeki ağaç yoksa ben mi... Umarım ikimiz için de en iyisi olur eski dostum...