Dede ve nenelerimizin doğduğu yıl belirsizdi. 1926 da olabilirdi mesela 1922 de. İşin tuhafı, kendileri de doğdukları yılı ve gerçek yaşlarını bilmezlerdi. Nenem mesela, ne zaman yaşı sorulsa "yüz yaşındayım" derdi. Yirmi yıl boyunca hep aynı yaşta kaldı; ne arttı ne de azaldı yaşı. Ne tuhaf değil mi; sadece iki kuşak önce insanlar, yaşlarını bilmeden yaşıyorlardı... Anne ve babalarımızın ise doğdukları tarih belirsizdi. Harman zamanı, baharın ya da karakışta doğduklarını bilirlerdi onlar da ama ne ay ne de gün belirli değildi. Şimdi düşününce bu belirsizliğin, doğumlarının önemsizliğiyle bir ilgisi olduğunu anlıyorum. Hiç kimse onlar doğdu diye kutlama yapmamış, ne isim vereceklerini düşünmemişti. Ve bizim kuşak; yani doğum gününü kesin olarak bilen ilk kuşak. Evet, doğum gününü bilen ilk kuşak biziz ama her bakımdan arafta kalmışlık da bize nasip oldu.


Doğum günümü ben de biliyorum elbette. Hatta saatini de. Öğlene doğru saat on birde ve evde doğmuşum ben. Doğunca sevinen birileri olmuştur elbette. Ancak yine de, kendi hâlimizce, arada derede ve kendi kendimize büyümüş gibi hissediyorum. Bana öyle geliyor ki bizler, her birimiz bir ana babadan dünyaya gelmiş olsak da adına "çocuklar" denilen ayrı bir klanın üyeleriydik. Ana babamız karnımızı doyurur, üstümüzü giydirir ve bizi sokaklara yani esas ait olduğumuz klanımıza salardı. Bizimle ekmeğini bölüşen onlardı; mahalle maçı yapan, icabında kavgaya giren... Bir curcuna, karma karış bir topluluk içinde büyüyüp gidiyorduk işte. Ve bu süreçte kimseler bize, "sen özel birisin" "sen bir ailenin bireyisin" gibi şeyler hissettirmiyordu. Yani dostlar, kimseler bizim doğum günümüzü falan kutlamıyordu. 


Doğum günü kutlanması denilen şeyi ilk defa televizyonda, bir Amerikan filminde görmüştüm. Büyük büyük pastalar vardı masada. Sonra çocuklar, "pasta savaşıııı" diye bağırıp birbirlerine fırlatmışlardı bunları. Öylesine kızmıştım ki bu görüntü karşısında. "İtolitlere bak hele! La o pasta ziyan edilir mi öyle? İnsan gibi oturup yiyin ya" demiştim kendi kendime. Yani aklımda kalan, doğum günü değil, ziyan edilen pasta olmuştu... Evet, pasta. Öyle sanıyorum ki yaş pasta denilen meret, biz çocukken bir milyon dolar filandı. Öyle olmalıydı çünkü sadece televizyonlarda görebiliyorduk. Bir keresinde mahalleye gelen bir abla, çocuğuna doğum günü kutlayacak olmuştu da kafası üç numara tıraşlı ne kadar çocuk varsak eve yığılmıştık bir parça da biz nasipleniriz diye. O gün bazılarımız pastanın tadına bakmış bazıları ise sadece uzaktan görmekle yetinmişti... 


İşte böyle bir çocukluk devresi geçirince, doğum günü kutlaması diye bir boşluk oluşmuyor. Sahiden de; her duygunun bir boşluğu olmalı insanda... İlk defa, otuz küsur yaşındayken doğum günüm kutlandı benim. Sevinemedim de. Ne hissettiğimi ne hissetmem gerektiğini bilemedim. Ve tam on yıl sonra bir kere daha kutlandı. Aynı tedirginliği yine hissettim. Sanırım mutlu olmamı, sevinmemi bekliyorlardı. Bense bir şey hissedemediğim için mahcup oluyordum sadece. "İyi ki doğdun" diyenlere cevap veremiyor, hediyelerle ne yapacağımı bilemiyordum. Onlar da zaten, yüzeyden akıp gittiler bu sebeple. 


Elbet, sadece bende değil, benim kuşağımın hepsinde var bu. Kendi doğum gününü unutmak, tebriklere, güzel sözlere şaşırmak ve sevinememek, hediye verilince sadece mahcup hissetmek... Heeyy, benim kuşağım, size sesleniyorum. Bu hâlimizle biz, "kendi kendimize yaşayan, kimi vakit kendi varlığını da unutan, garip varlıklarız biz; neden hatırlatıyorsunuz ki bize var olduğumuzu" der gibi değil miyiz sizce de?




21 Ekim 2023

Manisa