Bugün bir karasineği kurtardım pencere önünden. Oysa çocukken bu küçük yaratıkları yakalayıp kanatlarıyla oynamaya çalışır, onlara daha yakından bakayım derken gözlerimin ağrıdığını hissederdim. Hatta bir keresinde çizgi filmlerden etkilenip bir kaplumbağanın içinde neler var diye merak salmış, kabuğunu o an -merakıma yenik düşerek- çaresizce kırmaya çalışmıştım. Yetmemiş, yine kedilerin gerçekten sürekli dört ayak üstüne düşüp düşmediğini anlamak için ikinci katın balkonundan biraz sonra neler olacağından habersiz bir kediyi aşağıya bırakmıştım. Kedi gerçekten de dört ayak üstüne düşünce hayretler içinde kalakalmıştım. Üstelik aşağı düşer düşmez hiçbir şey olmamış gibi bir gelincik edasıyla hızla oradan oraya sekerek ortadan kaybolmuştu. Tabii, bunları yaparken ortalığı iyice kolaçan etmiş, birinin görme ihtimalini en aza indirecek saatleri seçmiştim. Yine de o an oradan geçen yaşıtım bir kızın çığlıklarından kaçamamış, büyük bir suçluluk duygusuyla domates suratlı birine dönüşmüştüm artık. Kızarmış yanaklarımı biraz daha sıksam, yanan suratım patlayacakmış gibi olurdu o an sanki.


Daha sonraları, aklı başında biri olarak, babamın kütüphanesindeki ansiklopedilere dadanmıştım. Artık burada merak ettiğim şeyler hakkında riske girmeden, zaman kaybetmeden ve domates suratlı birine dönüşmeden çoğu şeyi öğrenecektim. Bu ansiklopedilerin arka sayfalarında veya ön sayfalarındaki dizinler benim için bir "google search" görevi görüyordu o zamanlar. Aradığım anahtar kelimeler sayfalarıyla beraber bu dizinlerde bulunurdu. Bu aynı zamanda epey bir zaman kaybı demekti. Yine de arayıp bulabilmenin, ararken farklı bilgilere denk gelmenin verdiği heyecan buna değerdi. Mesela, Afrika kıtasında yaşayan bir kabileyi ararken gözüm başka bir sayfada ilgimi çeken, bir kuşa göre iri cüsseli, pençeleri daha önce hiç görülmemiş kadar geniş, uzun bacaklı ve tuhaf kuyruklu tüyüyle nesli artık tükenmiş "Arkeopteriks"lere kayardı. Bu benim için yeterince heyecan vericiydi. Tarih öncesi dönemlerde yaşamak ne kadar heyecan vericidir kim bilir, diye düşünür hayaller kurardım. Kısacası kendime bir dünya yaratmaya başlamıştım babamın kitapları arasında. Neler yoktu ki içinde! Yan yana gelmiş bir sürü sessiz harfleri olan yabancı yazarların yazmış olduğu öyküler, şiirler, romanlar, resimli sözlükler, büyük ve ayrıntılı atlaslar, hatta o zamanlar hiç anlam veremediğim psikoloji kitapları; daha rahat anlayabildiğim yerli yazarların, şairlerin kitapları ve oldukça sararmış, saman kağıdına basılı aylık veya üç ayda bir çıkan dergiler de bu dünyanın içindeydi.


Tüm bunları bana bir karasineğin hatırlatmış olmasını düşünüyorum şimdi aynı pencerenin önünde. "Bilmek için bazen kötülüğü seçmek zorundayız." diyorum o an kendime. "Zaten bilmeyi istemenin temel dürtüsü meraksa insan zarar verebilendir çevresine. 15. yüzyılla başlayan coğrafi keşifleri bugünün değerleriyle ele alırsak, kötülüğün merkezine koymak zorundayız o günkü kendimizi. Savunmasız İnka'ların Pizarro tarafından acımasızca yok edilişleri mesela..." neyse ki kapı çalıyor o ara ve yaşadığım ana geri gönderiliyorum kapı sesiyle.


Her neyse... Karasineğin bana hediyesi buydu belki de: Hayatını kurtarmam karşılığında bir çocuğun bir zamanlar domates suratlı halini hatırlatması.