Otomobilden inen takım elbiseli adamın gelmesiyle iki ahbap o yöne doğru baktı. Derviş, yüz simasını tanıdığından hemen ayağa kalkıp paltosunu düzeltti. Adam ise boş bir bakışla gelen beyaz ceketli adamı süzdü. Monoton bir sesle konuşmaya koyuldu beyaz ceketli adam.

‘’Şükür, her yerde seni arıyorum. Otur, otur,’’ dedikten sonra çektiği sandalyeye oturdu.

Az önce bülbül gibi öten Derviş, şimdi sus pus kalmıştı. Bir süre takım elbiseli adam Fukara‘ya baktı. Fukara ondan bakışlarını kaçırmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. Onunla ilk konuşan takım elbiseli olmuştu.

‘’Sen kimsin?’’

‘’Fukara derler,’’ dedi.

Adam kasıla kasıla gülmeye başladı. ‘’Fukara demek, öyle mi? Vallahi güldürdün beni. Oğlum senin isminin anlamını biliyor musun?’’

‘’Evet,’’ diye cevapladı. Elbette isminin anlamını biliyordu. Bu ismi ona dedesi koymuştu.

‘’Utanmıyor musun, bu isimle gezmeye?’’

‘’Hayır, utanılacak bir şey yok. Beş parasız olmanın utanılacak bir yanı mı olurmuş?’’

Derviş hemen durumu toparladı. Çünkü hararetli bir tartışma döneceği kesindi. İkisi de keçi gibi inatlaşıyor, patron kırıklı herif de üslubuna dikkat etmiyordu.

‘’Fukara madende çalışmak istiyor,’’ dedi Derviş, sözlerini keserek. İkili birbirleriyle bir süre bakıştı. ‘’Demek patron bu,’’ dedi kendi kendine.

‘’Çalışabilecek misin?’’ diye sordu Recep.

‘’Çalışırım.’’

‘’Hiç madende çalıştın mı peki? Pek cılız herif, yapabilecek misin?’’

Kendinden emin bir tavırla, ‘’Tabii, yaparım,’’ diye cevapladı.

‘’Soğuğa dayanıklı mısın peki?’’

Kafasını yine salladı. Patron, ‘’Güzel,’’ diye sayıkladı. ‘’Yarın şu adrese gel öyleyse,’’ deyip cebinden çıkarttığı kâğıdı verdi. ‘’Sabah beşte mesai başlar, akşam sekize kadar.’’

‘’Yevmiyem ne kadar olur beyefendi?’’

Patron yine o can sıkıcı kahkahasını attı. ‘’Orasını merak etme,’’ dedikten sonra ayağa kalkıp kıraathaneden ayrıldı. Dervişle tek başına kalan Fukara, konuşmaya koyuldu.

‘’Bu herif amma cins.’’

‘’İyi adamdır, iyi geçinmeye bak. Eğer gözüne girersen birkaç yıla terfi alırsın. Ne yapacağını biliyorsun, değil mi? Maden zor iştir, o sıcakta kazmak diri diri cehenneme kuyu kazmak gibidir. Zebaniler ise iş arkadaşlarındır.’’

Kulağa korkutucu geldiğini biliyordu adam ama elinden başka bir şey gelmeyeceğini de biliyordu. ‘’Bunu yapabilirim. Ben ne işler yaptım, bunu mu yapamayacağım!’’

İkili gülüştükten sonra bir süre iskambil oynadılar. Adam bir tane sigara içti, uzun süre dinlendi.

Fukara o geceyi kıraathanede geçirdi. Sabaha kadar çay ve sigara içerek günün bitmesini bekledi. Bir ara cebindeki metaliklerle kumar oynadı. Oyun basitti. İskambil kâğıtlarından herkese eşit bir şekilde dağıtılıyor, bunun öncesinde papazlardan üç tanesi çıkartılıyor, geriye bir tane kalıyor. Oyunun sonuna kadar o papaz kimde kalırsa kaybediyor. Fukara da tam bu sebepten ötürü oyunu oynamak istemişti. ‘’Ne kaybedeceğim ki?’’ dedi kendi kendine. Oyun başladığında gergindi. Açıkçası tek istediği parayı katlamaktı. Ama eğer kaybederse tek kuruş parası kalmayacaktı. Oyunu oynadı ve parasını ikiye katladı, sonrada geri çekti.

 Sabahın dördüne doğru ayaklandı, çayların parasını kalan son metaliklerinden ödedi. Çıkarken kıraathanenin sahibi ona doğru seslendi.

‘’Sahiden madene mi gidiyorsun?’’ dedi merak içinde.

‘’Evet, şu anlık tek iş bu galiba,’’ dedikten sonra oradan ayrıldı. Bu kadar garip bir şeyin olduğunu kestiremiyordu. Sadece madende çalışacaktı, ne kadar zor olabilirdi? ‘’Her işin üstesinden geldim, bunun da gelebilirim,’’ diye avuttu kendini. Cebinden dededen yadigar saatini çıkartıp baktı ve yoluna devam etti. Maden ocağına varmak için dik bir yokuş çıkması gerekti. Yolda birkaç insan gördü. Çoğu çocuk işçilerden oluşuyordu. Kimi çiftçilik yapıyor, kimi küçükbaş hayvanı otlatıyordu. Kasketini öne doğru eğdikten sonra yakasını dikleştirdi.

Bir buçuk saat sonra yamacı geçti ve maden ocağına ulaştı. Adam oraya ulaştığında maden işçileri daha yeni yeni mesailerine başlamıştı. Kasketini kafasından çıkartıp eliyle saçını geriye attı. Madenin giriş kemerine doğru ilerledi, orada kıyafetleri tamamen siyaha bürünmüş, ak saçlı, sert bakışlı bir adam duruyordu. Yere doğru tükürdü. Tükürük toprakta iz bıraktı. Fukara çekinerek adama yaklaştı. İhtiyar adam onu görmesiyle kafasını çevirdi, kasketli toy gence baktı. ‘’Hayırdır yeğenim, yolunu mu karıştırdın?’’ Avuç iziyle sakallarını avuçladı.

‘’Yok ağabey, iş için geldim. Recep bey buraya gelmemi söylemişti. Maden değil mi burası?’’

İhtiyar adam gülümseyip, ‘’He ya, madendir burası. Sen hiç çalıştın mı madende?’’

‘’Hayır,’’ dedi Fukara.

İhtiyar’ı sıkı bir öksürük tuttu, yere tekrar tükürdü. Cebinden bir sigara çıkartıp bir tane yaktı. Fukara ’ya ikram etmeyi unutmadı.

‘’İsmim Abdullah. Recep bey sizi buraya çağırdıysa bir bildiği vardır. Şu sıra işçi sıkıntısı çekiyoruz.’’

‘’Diğerlerinin hepsi grevde mi?’’

‘’Grevdeler. Birçoğu direkt olarak bıraktı, diğerleri de zam ve mesai düşümü istedi. Patronda hepsini işten çıkarttı. Neyse işimiz çok. Al şu davy lambasını,’’ dedi, duvardaki lambayı gösterdi. Fukara hiçbir şey anlamadı, bön bön etrafına baktı. ‘’Şu kancalı olan, köşedeki. Evet, evet o.’’

Delikanlı davy lambasını aldıktan sonra ihtiyara verdi. İhtiyar sigarasını ayağıyla ezip konuşmaya devam etti.

‘’Ailede var mı madenci?’’

Olumsuz yönde kafasını salladı. Ailesinde bildiği kimse yoktu.

‘’Sen de haklısın yeğenim, bu devirde insanlar kuru ekmek bulmaya zorlanıyor. Bir işin ucundan tutmak şart. Evli misin?’’

‘’Eşim öldü,’’ dedi, üzüntülü bir sesle. İhtiyar durumu anlayıp konuyu değiştirmeye çalıştı. ‘’Geceleri burayı ayaz tutar, dikkat et üşütme.’’

‘’Uzun süredir burada mı çalışıyorsunuz?’’ diye sordu.

Bu kez yeni bir sigara yaktı ihtiyar. ‘’On iki yaşımda buraya geldim. İlk başta senin gibiydim, çaylaktım. Ama ustalarım beni iyi yetiştirdi, bu duruma getirdi. Şimdi ise madende önemli bir role sahibim. Gerçi yakında bu madenler kalmaz, biz de elimiz boş köyümüze döneriz,’’ dedi, dumanı soğuk havaya karşı, isyan edercesine üfledi.

‘’Neden kalmaz? Kapanacak mısınız?’’

İhtiyar güldü. Belli ki bu delikanlının hiçbir şeyden haberi yok diye düşündü. ‘’Amerikalılar yeğenim. Onlar yakında tüm bu maden rezervlerini üzerlerine geçirecek, işleyecek ve bize satacak.‘’


İhtiyar’ın anlattığı gülünç gelmişti. Amerika binlerce kilometre öteden neden böyle bir maden için uğraşsın ki? Sanki kendi topraklarında rezerv kalmamıştı. Tüm bunlar elbette delikanlının kafasını karıştırıyordu. İhtiyar onun gülümsemesini görünce cevap vermeye hazırlandı ama öksürük onu tutunca sustu. Her öksürdüğünde madende bir inleme kopuyordu. Havaya açlığın, sefaletin kokusu yayılıyor, buram buram hissediliyordu.

‘’Neyiniz var? İyi misiniz?’’ diye sordu. Adam öksürüğünü bitirdikten sonra zor bela konuşabildi.

‘’Maden böyledir işte. Sana para kazandırır ve bu yüzden kazandığını sanırsın. Ama kaybettiklerini bilemezsin. İşte benim kaybettiklerim ciğerlerim. Doktor çok yaşamaz dedi, işi bırakman lazım dedi. Değil bu ciğerle madene inmeyi, sigara bile içemeyeceğimi söyledi. Ama bak işte buradayım. Tam on sene geçti ama hâlen canlıyım. Maden insandan bir şey alıp götürdüğü gibi bir şeyler de kazandırıyor.’’

Onlar konuşurken maden ocağına kalan işçiler ve patronları geldi. Recep patron, dünkünden daha farklıydı. Daha yukarıdan bakıyor insanlara, daha sert davranıyordu. ‘’Nasıl olsa burası onun madeni,’’ dedi kendi kendine delikanlı. Başka bir şey beklenmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Bir kedi bile kendi bahçesinde kaplan kesilirdi. Yani bu ülke için durum bundan ibaretti.

Recep toprak olmaması için pantolonunu yukarı çekti, bir tane sigara yaktı. ‘’Kalan işçiler nerede Abdullah?’’

Abdullah mahcup mahcup baktı. ‘’İşten ayrıldılar Recep bey. Şu komünist tiplemeler buraya kadar ulaşmış. Bir broşür dağıtmışlar, işçi haklarıyla ilgili. Aha, bakın bu işte.’’

‘’Gücümüz birliğimizden gelir. İşçi birlikteyken daha güçlüdür!’’

 

Cebinden çıkarttığı broşürü patrona uzattı. Bir hışımla eline alan patron, yırtarak yere attı. ‘’Ülkeyi bölmeye çalışıyor şerefsizler. Ulan ben işçi hakkına sahip çıkmıyor muyum? Söyle Abdullah! Buraya geldiniz, barınacak yer, yiyecek bir tas çorba verdim. Daha ne istiyor bu şerefsizler!’’

Tükürükler saçarak konuşuyordu. Öfkesine yenik düşmüş, ağzına ne gelse söylüyor, sövüyordu. Ocaktaki işçiler ise kafasını sallıyor, patronlarına hak veriyorlardı.

‘’Ben ne yapacağımı biliyorum,’’ dedi. Ardından yanlarından geçip gidecekken delikanlıyı gördü.

‘’Sen de kimsin?’’ dedi, hiç tanımıyormuş gibi.

‘’Dün konuşmuştuk ağabey.’’

‘’Öncellikle ağabey değil, patron. Şu Derviş’in arkadaşısın değil mi?’’

Delikanlı kafasını salladı, ‘’Patronum’’ diye düzeltti.

‘’Abdullah, bu arkadaşı pasaları taşıması için görevlendir. Pasa ne biliyorsun değil mi?’’

‘’Hayır.’’

‘’Bir değeri bulunmayan, değersiz parçalara denir. Sen şimdi diğerleri ile birlikte aşağıya in, onların verdikleri pasayı, vagona doldur, dışarıdaki kamyonlara doldur.’’


Recep bir rüzgâr gibi esti ve geçti. Madenciler aralarında kalınca onun hakkında atıp tutmaya başladı. İsyanlarını kısa seslerle dile getirdiler. Hepsi hararetli bir tartışmaya düştü ama bir sonuca ulaşamadan işlerinin başına döndüler. Abdullah, delikanlıyı iki gencin yanına verdi. Ona sıkı sıkı tembihledi. ‘’Bak sakın değerli parçalarla karıştırma.’’

‘’Sağ olasın Abdullah ağabey. Elimden ne gelirse yapacağım.’’ dedi, soğuk havada ellerini ovuşturdu. ‘’Bu arada abi, benim yevmiyem ne olur?’’

İhtiyar yere tükürdü, karda kaybolmasını bekledi. ‘’On bin lira saatlik. Hiç yoktan iyidir değil mi?’’

Delikanlı, diğer madenciler ile birlikte demiryolundan inmeye başladılar. İçlerinden en genci konuşmaya başladı. ‘’İlk defa mı madene iniyorsun?’’

‘’He ya, ilk defa.’’

Yüzü kömür içinde kalmış adam konuşmaya devam etti.

‘’Merak etme alışırsın. Hangi şehirden geliyorsun?’’

‘’İstanbul.’’

‘’Vay be! Büyükşehirden geliyorsun ve madencilik yapıyorsun. Burada insanlar bir tas çorbaya hasret.’’

Delikanlı gülümsedi.

‘’İstanbul daha kötü durumda. Sokaklarda rahat gezene aşk olsun. Vallahi iki kere silah attılar bana.’’

Kömür yüzlü genç cesaret edebildi:

‘’Gazeteler doğru mu söyler? Polisin hiçbir şey yapamadığı doğru mu yani?’’

‘’Tabii. Ama bu isteyerek değil tabii ki. Ellerinden başka bir şey gelmiyor. Her genç ya sağcı ya solcu olmayı tercih ediyor. İkisi de aynı şeyleri savunuyor ama aynı düşünceyi dile getiremiyor o kadar.’’

‘’Peki ya sen hangi taraftasın? Komünist mi?’’

‘’Hiçbir şey,’’ diye cevapladı delikanlı.

‘’Vallahi ben komünist olurdum. Bizim evde Nazım Hikmet’in bir şiir kitabı vardı.’’ Sonra şiiri mırıldanmaya başladı. ‘’Ben bir ceviz ağacıyım…’’

‘’O şiirin bir hikâyesi var, bir ara anlatırım.’’

Kömürlü genç kollarını açtı:

‘’Teşekkürler kardeşim. Artık kardeş sayılırız, yıllarımız burada geçecek. Ben Arif, bu da kardeşim Sinan.’’

‘’Ben de Fukara,’’ dedi delikanlı.

İkisine de sıkı bir şekilde sarıldı, kömür kokusunu iliklerine kadar hissetti. Arif devam etti:

‘’Burayı hapishane gibi düşün. Bizi son nefesimize kadar burada tutacaklar.’’

Sinan gülümsedi:

‘’Son nefesimiz yakındır. Bu maden insanın ciğerini söküp alıyor. Elden ne gelir?’’

Kardeşi Sinan, Arif’in verdiği her cevaba,

‘’Evet, öyle,’’ diye cevap veriyordu. ‘’İşte geldik.’’

Sinan:

‘’Şu domuzdamını görüyor musun?’’ dedi.

Delikanlı etrafına bakıyordu.

‘’Şu tahta alan. Çökme tehlikesi olan yerlere koyuluyor. Bizi güvende tutmak için.’’

‘’Tahta bizi nasıl güvende tutacak?’’

Kardeşler gülümsedi.

‘’Burayı Avrupa mı sandın? Patron hangisi ucuza gelirse onu alır. Daha kaliteli domuzdamına para vereceğine, kendisi o parayı yer daha iyi. Burada sağlığını düşünen tek kişi patronun kendisidir.’’

Domuzdamı etrafı çerçevelenmiş bir boşluktu. Yıllardır bu sistem rövanştaydı. Onlar madenin içine yaklaştıkça ışıklar yanıyor, kendi ellerindeki lambaları söndürüyorlardı. Fukara buraya geldiği için memnun sayılmazdı. Sonuçta ailesi onu rahat yetiştirmişti. Şimdi bu işi yapmak ona zor ve değişik geliyordu. Söyledikleri hiçbir terimi bilmiyorken onlara nasıl yardım edebilecekti? Ama her işi layığıyla yaptığını bildiğinden bu işi de öyle yapacağına emindi. Hiçbir güç bu işten onu vazgeçiremezdi. Parası azdı, doğru ama o yine de boğazından geçecek bir kaşık çorbayla şükredecekti. Elden başka ne gelirdi ki?

Sinan öksürük krizine girdi. Kardeşi hemen mataradan su verdi.

‘’Buyur iç ağabey.’’

O esnada birkaç madenci çift kollu galeri açma makinesi ile daha geniş bir alan açmaya çalışıyorlardı. Makinenin sesi mağarada bir canavarın uğultusunu andırıyor, kulakta kötü bir ses bırakıyordu. Aslında oldukça tehlikeli bir makineydi.

1949 yılında Dr. Ajtay tarafından üretilen bu makine birçok madenci için önemli rol sağlamaktaydı.

‘’Makineyi görüyor musun?’’ dedi Fukaraya karşı.

Fukara o an, delinen kaya parçacıklarının madenin çıkışına doğru ilerleyen demiryoluna bakıyordu. ‘’Evet,’’ dedi. ‘’Çok gürültülü.’’

Kardeşler kıs kıs güldü.

‘’Olacak o kadar. Hayat kurtarıyor bu makine. Bunun öncesinde patlayıcı ve kazı aletleri kullanılırdı. O bombalar yüzünden dedem can verdi. Feci bir şey. Göçük altında bir ay kaldı. Bulduklarında kendi kolunu ısırdığını görmüşler. Bir ay, az zaman değil. Bir hafta içinde ölmüş zaten.’’

Makine biraz daha çalıştıktan sonra durdu. Her yeri toz içinde kalan madenci bağırarak:

‘’Buraya kadar! Gerisini el ile yapacağız.’’ Dedikten sonra Konveyörler’ı durdurdu. ‘’Kömürleri Lokomotiflere doldurun. Sinan! Gel oğlum buraya!’’ Sinan’a seslenen kırklı yaşlarında, ömrünün büyük çoğunluğunu madende geçirmiş bir adamdı. Ne bakacak bir ailesi ne de sevdiği biri vardı. Huzuru yerin altında bulduğundan şükrediyordu. Şu anda 160 metre aşağıda olmalarına rağmen en az stresli kesinlikle oydu.

‘’Buyur Ahmet abi.’’

‘’Pasoları Lokomotiflere doldurun. Kalan yerlere çıkardığımız kömürleri doldurun. Bunların damarı çok derinde, bugün çıkmaz.’’

Sinan, delikanlıyı göstererek onun dolduracağını söyledi. Delikanlı lambayı bırakıp boş bir alana koydu. Besmele çekerek işe koyuldu. İlk başta pasolar çok ağır geldi. Onları kürekle araçlara doldurmak epey güç gerektiriyordu. Üstelik dışarıda hava -10 olmasına rağmen içerisi yanıyordu. Belki de arkadaşı buranın cehennem olduğunu söylemekte haklıydı. Onu asıl meraklandıran, zebaniler ile ne zaman tanışacağıydı.

Bir saat boyunca artıkları ve pasoları taşımakla meşgul oldu. Gömleğini komple çıkardı, atletiyle kalmayı tercih etti. Deli gibi terliyor, ter damlacıkları yere tane tane düşüyordu. Bir saatin sonunda Sinan yanına geldi.

‘’Kömürleri doldurduk, sende durum ne?’’

Kalan atıkları gösterdi, sonrada çalışmaya geri döndü. ‘’Anlaşılan ilk günden yorduk seni,’’ dedi ve aynı şekilde yine güldü. ‘’Hadi,’’ dedi. ‘’Mola verelim, iki lokma bir şey ye.” dedikten sonra orada bulunan işçiler ile bir sofra kurdular. Peynir, domates ve ekmekten başka bir şey yoktu. Ama bu işçiler buna şükretmeyi elbette bilirdi. Sinan,

‘’Hadi arkadaşlar, afiyet olsun,’’ dedi ve hep birlikte yemeye koyuldular. Az önceki makineyi çalıştıran adam,

‘’Adın ne senin delikanlı?’’

‘’Fukara ağabey.’’

‘’İlk defa mı madende çalışıyorsun?’’ diye sordu. Cevabını beklemeden, ‘’Dur tahmin edeyim, ilk defa. Başta zor gelecek delikanlı ama zamanla alışacaksın. Şunu unutma, burası yeryüzünde en güvenli yer. Buradaki insanlar ne seni arkandan bıçaklar ne yalan söyler. Herkes işini yapar, yevmiyesini alır ve şükreder. Şükretmeyenler şu an grevde, çoluk çocukları açlık içinde.’’

Köşeye sinmiş bir madenci lafı devraldı.

‘’Şükretmiyorlar demeyelim abi,’’ dedi.

‘’Nedenmiş? Şükretseler greve çıkarlar mı?’’

‘’Hak abi, hak. Burada köle gibi çalıştırıyor bizi şerefsiz Recep.’’

Makineci sinirlendi, kaskını çıkardı. ‘’Ulan şerefsiz! Ne diye adamın arkasından sallar durursun. Adam patron, ona göre davran.’’

Herif tartışmayı bitirecek kadar akıllı olduğundan makineciyle tartışmamaya karar verdi ve konuyu kapattı. Makineci bu seferde delikanlıya sardı.

‘’İstanbul’dan mı geldin?’’

Bu soruyu bugün binlerce kez duymuş olmanın sıkkınlığı ile cevapladı.

‘’Evet abi, büyükşehirden geliyorum.’’

‘’İyi bakalım, umarım hayırlısı olur. Hadi bana eyvallah,’’ deyip makineye geri geçti.


Delikanlı tekrardan çalışmaya başladı. Bu sefer yapacağı iş, az önce makinenin açtığı ama daha fazla derine inemediği yarığı genişletmekti. Sinan ise onun genişlettiği yerlere kemer koyacak, sütun ile destekleyecekti. ‘’Hadi bismillah,’’ dedi.