Sistem ve onunla birlikte faşizm çözülüyor ve artan bir ivmeyle uçuruma doğru sürükleniyor. Bu onun kaderiymiş gibi bir yanılgıya kapılmıyorum. Çünkü bu sürüklenme doğal bir son ya da yazılmışın gerçekleşmesi gibi bir durumu ifade etmiyor. Sistem açısından bakıldığında demokrasi alanı ne kadar büyütülürse, kültürel zenginlikler, farklı düşünceler ne kadar açığa çıkarsa onun için o kadar hızlanacak bir son… Çünkü yazgı değil, mücadele, kavga ve direngenliktir tarihin gidişatını belirleyecek olan! bir şeyleri yazgıya bağlamak kadar insanı yaşam karşısında iradesiz kılan, pasifleştiren ve bunun üzerinden ağır yenilgiler almaya iten bir şey daha yok. Bu yüzden ‘yazgı’ sistemin yürütücülerinin elinde kalan son argüman belki de...

Son zamanlarda egemenlerin düşüncelerini, geleceğe dair fikirlerini anlayabilmek adına daha fazla film ve dizilere verdim kendimi. Kuşkusuz sektör daha çok sistemin yürütücülerinin elinde fakat alternatif olarak yapılanlarda da onların etkisini görüyor olmak çok da anormal bir durum gibi gelmiyor insana. Çünkü bir bütünen yaşamı kontrol etmek istiyorlar ve bütün taktikleri de buna göre şekilleniyor. İstesek de istemesek de yeni doğan bir bebek gözlerini onların tesirinde olan bir dünyaya açıyor ve belki doğumundan da önce, anne karnındayken başlıyor her şey. Haliyle sanatsal üretime de yansıyor bu durum. Özellikle dünyayı kasıp kavuran, bolca reklamı yapılan ve herkes tarafından izlenilen film ve diziler bunlara iyi örneklerdir. Her birinin ekranda gösterdiğinin yanında bir de alt metin var ve esas olarak insanların zihnine gönderilen, bilinçaltını uyaran da bu oluyor. Ama bununla bağlanttılı olarak daha da ilgimi çeken bir konu son dönemlerde ‘direniş’ konulu yapımların bir hayli artmış olması. Bunun sistemden duyulan genel rahatsızlıkla da bir ilgisi vardır mutlaka fakat tartışmak istediğim yanı bu değil.

Bir süredir çok fazla ‘direniş’ konulu film ve dizi çekildi. Bu durum her insanın içinde bir kıpırtıya neden oluyor elbette, ister istemez… Yani önce bir distopya çizip sonra ona karşı direnen insanların ortaya çıktığı dizilerden, filmlerden bahsediyorum. Dijital medya platformları bunlarla dolu. Son zamanlarda en çok reklamı yapılan, en çok izlenenlere bakarsak bunu zaten anlayabiliriz. Distopik senaryolardan bahsediyorum.

Aslına bakılırsa Distopya’nın bir süreci var. Özellikle günümüz açısından belirtirsek distopya, insan aklının hiç olmayan bir şeyleri üretmesi değil, var olanın hayal gücüyle harmanlanmış halidir. Distopik yaşam zaten devletin doğumuyla birlikte başladı ve insanlık beş bin yıldır onun içerisinde yaşıyor fakat özellikle neden buna dair üretimler son zamanlarda bu kadar arttı, bunun üzerinde durmak gerekiyor. Kapitalizmin ikinci dünya savaşı sonrası şahlanış ve sallantıyı aynı anda yaşadığını gayet iyi biliyoruz fakat daha yoğun bir şekilde sürdürülemezlik sinyalleri vermesinin 2000 sonrası (meşhur tabirle Z kuşağının gelmesiyle) yoğunlaştığını belirtmek hata olmaz.

Dikkat edilirse artık eskisi kadar çok ütopya filmleri yapılmıyor. Çünkü halen insanların içinde canlı bir şekilde duran bir şeylerin yeniden açığa çıkarılması bir anlam taşımaz. Aklıma Campanella’nın ‘Güneş Ülkesi’ ve Thomas More’un ‘Ütopya’ kitapları geldi. Aslına bakılırsa onlarda olmayan bir şeylerden değil zaten binlerce yıl önce yaşanmış olan, şimdi özlemi duyulan bir şeylerden bahsetmişlerdi. Şimdi ortaya çıkan sonuç bunun tam bir karşıtlığı olsa da çok farklı biçimlerde kullanılıyor…

Özellikle son yıllarda çekilen distopya dizi ve filmlerinin neredeyse tamamı ‘içinde bulunduğun duruma şükret’ mesajı içeriyor ve şükürcülük kadar mevcut olanı koruyabilecek iyi bir yöntem yok. Şimdi tek tek örnek vereceğim. Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale/2017) kitabı ve dizisinde her şey güllük gülistanlık giderken bağnazların yönetime el koyması ve sonucunda ortaya çıkan korkunç distopya ve bunun karşısında bir filizlenen direniş anlatılır. Bütün direnişin amacı eskiye, yani zamanı doğru okursak şimdiye dönüştür. Direniş diye ortaya konulan şey şimdi olanı -yani dönem bazında değerlendirilirse, kapitalizmi- kutsar.

Yüksek Şato’daki Adam (The Man In The High Castle/2015) dizisinde İkinci Dünya savaşını Almanların kazanması durumunun distopyası çizilir. Almanya, Japonya ve İtalya ile beraber dünyaya hâkim olmuştur ve bütün dünya Nazi kanunlarıyla yönetiliyordur. Dizinin içinde ortaya çıkan direnişçiler esasta gerçekleşmiş olan tarihe dair video kasetleri bulurlar ve tarihin manipüle edildiğini anlarlar ve bunun üzerinde gerçekleşen esas tarihe dönmek için bir direniş başlatılır. Bütün dizinin insanda yarattığı algı nedir biliyor musunuz? ‘İyi ki ikinci dünya savaşını Naziler kazanmadı, biz yatalım kalkalım şu anki durumumuza şükredelim.’ Aynı dizide direnişçiler de şimdiyi yeniden yaratmanın derdinde görkemli bir direniş sergiliyor. Kuşkusuz Nazi’lerin hakim olduğu bir dünya distopik bir dünya olacaktır fakat Amerikan emperyalizminin ortakları ve Ortadoğu’daki küçük ortaklarıyla beraber hakim olduğu ve şu an içinde yaşadığımız düzenin aslında yanılsamadan ibaret olan bir distopya olmadığını kim iddia edebilir ki? Distopik düzenin içinde yaşanan hiçbir senaryoda insanlar bir distopyanın içinde yaşadığının farkında değildir. Ancak direniş odakları bunun farkına varır ve bir şeyleri değiştirmeye çalışır. Şimdi içinde yaşadığımız dünya düzenini komünal değerlerle yaşayan bazı kapitalizm öncesi topluluklara izletsek içlerinde korkunç bir distopya hissi uyanmaz mı dersiniz? İnsanların bu denli toplumundan koptuğu, düzen adı altında aslında büyük bir kültürel karmaşa yaşandığı, insanların tamamen tektipleştiği ve duyguların giderek hiçleşerek neredeyse maddi olana indirgendiği bir distopya… Tam olarak bunun içerisinde yaşamıyor muyuz? Manevi yönü -doğal olarak- gelişkin insanlar için içinde yaşadığımız dünya başlı başlı başına korkunç bir distopya değil midir?

Salgın filmleri de benzer bir durumu ihtiva eder. Saramago’yu belki ayrı değerlendirebilirim fakat ortalama olarak salgın film ve dizilerinin hemen tamamında dünya bulunduğundan farklı bir duruma gelmiştir ve ortaya çıkan direnişçiler dünyayı eski haline yani “şimdiye” döndürmeye çalışır durur. Sonunda genelde direnişçiler hastalığı kontrol altına alır ve şimdinin dünyasına dönülür ve devrim havası yaşanır. Oysa bilinçaltımıza işlenen yine içinde yaşadığımız mevcut düzenin kutsanmasıdır. “Şükürler olsun” deriz. “Şükürler olsun ki biz bu televizyonda izlediğimiz distopyanın içerisinde değiliz. O halde mevut halimize karşı duruş sergilememeliyiz.” ‘Birdbox’ ve ‘Yeryüzündeki Son Aşk’ filmleri bunlara iyi örneklerdir, izleyenler ne demek istediğimi anlayacaktır.

2020 yapımı La Valla (The Barrier) benim beğendiğim dizilerden bir tanesiydi. İspanya’nın Madrid kentinde geçiyor, bir darbe sonucu yaşam düzeni falan değişiyor ve Madrid şehri bariyerle ikiye ayrılıyor. Yıl 2045. Sonra direniş örgütleniyor ve bugünün dünyasına yeniden geri dönüş sağlanmaya çalışılıyor. Düşünsenize bu dizileri, filmleri dünyanın her yanında yüz milyonlarca insan izliyor. İnsanlara genel olarak verilen mesaj “direniş mücadelesi verilecekse şu anı sahiplenmek için verilir, bir şeyleri kökten değiştirmek için değil” biçimindedir. Tüm dünyayı kasıp kavuran La Casa De Papel dizisinde, son zamanlarda yapılmış olan ve dünyada yaygın halde izlenen The Squid Game, Arthdal Chronicles dizileri de insanda bir hayli benzer psikoloji yaratıyor… Bu durum sosyalist ya da bir demokrat gözüyle elbette farklı yorumlara çekilebilir. Haksızlık karşısında ortaya çıkan direnişe yorumlanabilir de -ki öyle yorumlamakta bir beis görmüyorum- fakat durumun pek de öyle olmadığı görülüyor. Mesela Avatar filmini izlerken sürekli olarak oradaki işgalcileri ‘kapitalizm’ ile bağdaştırdık ya, James Cameron bunun böyle olmadığına dair bazı imalarda bulunmuştu. Her filmde mutlaka her düşünce sisteminin kendine göre eğip bükeceği bir yer vardır fakat esas verilmek istenen, bilinçaltına işlenen düşünceye bakmak lazım… Cannes gibi görece bağımsız sinemaya sahiplik eden kuruluşlar için farklı düşünceler belirtilebilir tabi… Ama ana akım bir şeyler yapmışsa mutlaka sorgulamak gerekir. İyi bir şey yapmışsa bile sorgulamak gerekir. Sonuçta sinemanın insanların bilinçaltına güçlü bir şekilde zuhur eden bir yanı var. Direkt olarak gösterilenle bilinçaltında oluşanın antagonizminin de buradan doğduğunu düşünmekten bir zarar gelmez…

 

Onur Dorpec