"Yine bir gün, yine böyle bir yaz günü. İçmişim de bugünkü gibi. Yani bugünden farkı bir sen yoksun, ben yine yalnızım. Deli bir yazma isteği... Aslında öncesinde deli bir özlem içindeyim yine sana dair. Aldım defteri kalemi. Nasıl başlayacağımı, ne yazacağımı biliyorum, nasıl devam edeceğimi de. Fakat öyle olmadı, hani diyor ya Karakoç: 'Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban.' Yazılmadı, yazamadım. Oysa bizi yazacağım, bildiğim şeyler. Durdum öylece, kalakaldım. Her şey aklımda, hani bir harf düşse satıra, satırlar beni aşacak biliyorum. O gün yıkıldım Özge, boş satırlar vurdu yüreğime. Gözyaşlarım döküldü, kapandım defterin üzerine. Hem utandım halimden hem acıdım kendime, hem de... Seni çok özledim Özge." 


Biliyor, şimdi ne dese gözlerimde biriken çağlayacak. Ne dese tutamam kendimi, biliyor. Ah şu beni benden iyi bilmeleri yok mu, nasıl da şımarırdım her hamlemi bildiği vakitler. Elimi avucunun içine koyup anladım der gibi bakıyor gözüme. Bakma be kadın. Ben bu çaresiz kalışı, ben bu yanlışı kendim seçtim. Şu bakışlarla yüzüme vurma bunu, eziliyorum.

Ellerini hızlıca çekip "Ee desene epey bir karalamışındır sen o defteri," diyerek mutfağa doğru yürüdü. "Bir kahve yapayım ben en iyisi." Evet, onu da unutmamış. Yazmak için oturup da yazamadığım vakitler ne olduğunu bilmediğim şekiller çizerdim deftere, gerçi pek çok sonra neredeyse hep aynı şeyleri çiziyor olduğumu fark ettim. Eğer birlikte olsaydık muhtemelen Özge benden önce fark ederdi bunu.


Birlikte olmak. Uzak kaldığım tüm yıllar yaşadığım pişmanlıklar içerisinde, umuduyla yaşadığım tek şeydi bu, yeniden kavuşmak ona.


Elinde fincanlarla gelirken gülümsüyorum. "Hatırlamıyorum ama karalamışımdır."

Bardağında yarım kalan suyu bir dikişte içiyor. "Hatırla Ozan, hatırla. Yaşadığın hayatı yok sayarak kendini anılar ve özlemlerle dolu bir hayal dünyasına hapsetme." Sesinde başka bir ton, başka bir tını var. Yabancı geliyor sesi bana. Gözleri aynı fakat aynı olduğunun bilincinde ki dikkat ediyor göz göze gelmemeye.


"Ben tüm yaptıklarını unuttum, bunları daha önce konuştuk biliyorsun. Şu an içinde bulunduğun duruma da saygım var ama seni böyle bitkin görmek de hoşuma gitmiyor." Demek mahkum olduğumu düşünüyor. Tüm bunlarla kendi duvarlarımı örüp kendimi hapsettiğimi düşünüyor.

"Şu içinde bulunduğum hayattan uzak olsam, sen olmasan bile yanımda Özge, inan dört duvar arasında mutlu kalabilirim anılar ve hayallerle."


Koltuğun üzerinde elini gezdirerek telefonunu ararken arkamdaki minderin altında buluyor onu. Uzanıp almak için eğildiğinde bir elini bacağıma koyarak destek alıyor. Ben sana bu desteği daim kılmalıydım; o güvendiğin, sığınıp da çıkmak istemediğin liman ben olmalıydım. Olduramadım, olamadım Özge. Doktor kanser olduğunu söylediğinde, daha o zaman yenilmiştim bu hastalığa, daha o zaman tüm hücrelerimde hissettim çaresizliği, korkuyu, sensizliği. Hayatımın ilk, en büyük yenilgisiydi bu. Yavaş yavaş terk ettim seni. O ne kadar hızla hücrelerine yayıldıysa ben ondan daha bir hızla kaçtım senden.


"Saat beşi geçiyor," dedi ellerini ve kokusunu benden çekerek. Birkaç saçı yüzüme sürtünerek çekildi. Saat sabahı karşılamak üzereydi. Gecenin sarhoşlarını uyutmuş, külhanbeylerini avutmuş, ayı neredeyse yolculamıştı saat.


"O gün gidişimi, bugün gelişimi kabul edişin ve hâlâ hiçbir şey olmamış gibi beni sevmelerin karşısında nasıl eziliyorum biliyor musun?"


"Ben başından biliyordum Ozan, gideceğini başından biliyordum. Gitmeliydin de zaten, bunu ben de istedim. Sen kalsaydın inan yenemezdim." Az sonra çocuğunu terk edecek bir anne şefkati ile bakıyor şimdi bana, elleri saçlarımda. Yüzümü okşuyor "İyi ki gittin Ozan." Devleşiyor gözümde, yüce bir dağın eteklerinde kalmış gibi soğuk vuruyor yamaçlarında tenime, zihnime.


"Banyodan çıkarken yerde bir saç görüyorsun ve ben aklına geliyorum diye çıkıp bana geliyorsun. Üstelik tüm bu yaşadığın duygu yoğunluğuna rağmen de bana hâlâ tam gelemiyorsun, 'geldim' diyemiyorsun. Neymiş, 'Kurtuldun bak artık dökülecek saçlarım da yok,' dediğimi hatırlamış da hüngür hüngür ağlamış, kendini bana zor atmışmış." Üzerinde hiçbir yeşili hatta bitki örtüsü dahi olmayan kayalarla kaplı bir dağ. Belki de soğuktan tutunamayan küçük kayalar düşüyor üzerime önce. "Parçalanıyorsun Ozan. Bunu kendine yapma. Ne istediğini bil, istediğini elde etmek için uğraş ver. Banyoda eşinin saçını görüp de beni aklına getirmen hem bana hem de o kadına hakaret oluyor. Aslında daha çok kendine hakaret ediyorsun."


Ellerimin uyuştuğunu hissediyorum. Soğuğu çarparak sendeliyor beni, silkeliyor. Vicdanım mı beni korkak yapıyor yoksa korkularım vicdana mı sığınıyor, bilemiyorum. Alışkanlıklarını bozmak istemeyen biri miyim yoksa? Ama öyle olsa neden içimde hep bir kaçma, kurtulma hissi olsun ki? Seni tamamlayamamış olmanın hırsı desem, o da değil. Öyle hırslarım da olmadı hiç. Evet, seni ölüme terk ettim ve evet, dayanamadım kaçtım. Fakat sen ölümden öyle bir dönmüşsün ki sanki ölümsüz gibi. Sanki karşımda Watchmen filmindeki Dr. Manhattan karakteri duruyor gibi. Duygularına dair birtakım hislerim var ama öyle soğuk duruşu ve keskin bakışları var ki kendi duygularımda şüpheye düşüyorum.


— Kanatlanmakta olan bir kuşa tekerlekli sandalyesinden bakan bir çocuk gibi hissediyorum kendimi karşında. Uçacaksın. Menzilimden kaybolana kadar arkandan bakıp, az sonra avuçlarımı yüzüme dayayıp saçımı başımı yolacakmışım gibi bir his bu.


— Sen gittin ama Ozan. Kendi gidişlerinde kendini ve beni neye benzettin Ozan? Onları da anlatsana. Mesela sen bir bumerang mıydın? Dönüş yaptığına göre! Ki henüz ne kadar döndüğünü ikimiz de bilemiyoruz. En çok da sen bilmiyorsun.


"Dönmek..." diyorum, susuyorum uzunca bir süre. Bir sigara yakıyorum, o ilk harlayışta tütünlerin hafif cızırtısı sabahın sessizliğinde değiyor kulağıma. "Her acının bir sesi var. Duymak için kulak vermek lazım. Sigaraya bak Özge, dönüşümünü yanarak tamamlıyor. Ona lazım olan şey: Bir parça ateş, bir dudak, bir el. Ciğer lazım sonra Özge, ciğer. Onun dönüşümü tam da orada başlıyor aslında. Bir dumana yanan ciğeri kimse görmez, dumanın hangi ruhla dışarı atıldığına bakar herkes. Sen bana ateş oldun; dudak, el oldun. Seni soludum, seninle ya da sensiz ama seni soludum. Yemin olsun değil ciğerlerim, ben soldum. Sen değil ama ben öldüm. Ben her gün öldüm Özge."


Bıraktım kendimi yamaçlarından aşağıya, eteklerine savruldum. Suratımı okşayan soğuk rüzgarla sert kayalara çarpacağımı sandım. Elini koydu yanağımın altına. Bir lavantanın yaprakları arasından çıkmış gibi elleri, yumuşak ve sıcak. Lavanta kokusu ile bahar doluyor içime, şefkat doluyor. Başımı okşuyor, parmak uçlarına kalkarak iki bacağının arasına düşürüyor başımı. Diğer elinin parmakları saçlarımın arasına giriyor usulca. Usulca girip de diplerinden tutup sıkıyor, uyanıyorum. Acı ve haz ile bahara uyanan bitkiler misali önce ensemde ve kollarımda ürperiyor tüylerim ve sonra tüm benliğimle yenilenmiş bir doğa gibi uyanıyorum. Elleri sırtımdan içeri aktığında, mor penye şortunu uzun bacaklarından aşağı sıyırırken açıyorum gözlerimi. Bacaklarını aralayıp koltuğa sırtüstü uzandığında fark ediyorum arkasındaki balkon kapısının aralığından doğmakta olan güneşi. Güneş, karşı binaların arasından bizi izlemeye meraklı bir komşu gibi. Güneş, elimden tutup da götürecek bir zabitmiş gibi. Yakalanmamak için tamamen uzanıyorum üzerine doğru, gömülüyorum.


Sabahın bu ilk saati. Gecenin zamanı güne devri, devir teslim töreni. Zamanın dönüşümü. Her şeyin bir vakti var diyorum kendime. Her şeyin o vaktindeyim, hazırım. Dönüşümün vaktindeyim.