Zamanımın geri kalanını susmak beklemek, beklemek ve de beklemekle geçirmek istiyordum... ***Fakat, Allah Kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor.                    

                                                                                                                        ***Oğuz Atay                      

                                                                            




Buğulu bir buhar demeti yükseliyordu kahve fincanından. Dokunulmaz ve anlaşılmaz bir yalnızlık ve kederle mutlu bir düşünce kumkumasına dalmıştım yine. İnceden rüzgâr esiyordu bazen. Etraf sessiz, çıt yok. Kafamı kaldırıp beton yığınlarıyla dolu bir mahallede ağaçları, denizi, kuşları ve belki de ötesini görmek istiyordum. Hayallerimde koşup haykırdığım o uçsuz bucaksız kırlar nerede hani, ne yaptık onlara. Yoksa hep hayal miydi onlar. Israrla bakmayı sürdürüyorum görmek için beton yığınlarının ötesini. Yok işte, yok. Son kuşlar da gündüzleri ötmeyi bıraktığında, son ağaç da kesildiğinde ben de alıp başımı gitmeliydim. Peki, ama nereye? Nereye gidebilirdim. Kendimden ne kadar uzağa kaçabilirdim. Hayalimdeki yerleri bulsam bile: İçimdeki beton yığınlarını, kesik ağaç dallarını ve çölleşmiş avurtları çökmüş korkunç yalnızlığı ne yapacaktım. Nasıl başa çıkacaktım onlarla…


Her gün dertleştiğim, kovuğumun mutlu sessizliğinde bana arkadaşlık eden ay da saklandı bulutların ardına. Geçen selam verdiğimde bir karıncaya elindeki kırıntıyı bırakıp gerisin geri koşmaya başladı. İşi çıktı galiba dedim kendi kendime. Her gün gördüğüm örümcek de bozmuştu ağlarını bu sabah. Alıp başını gitmiş kim bilir nereye. Kaçıyor sanki her şey benden. Kırdım ya da zarar mı verdim acep onlara. Oysa ben insanlardan kaçıp gelmiş, onlara sığınmıştım. Bıkmıştım açgözlülüğünden, saygısızlığından, başkalarını ötekileştiren ve hep ben diye gezinen insanoğlundan. Kaçmıştım insanlıktan, kaçıp hayvanlara sığınmıştım. 


Hiç unutmam bir bahar sabahı çıkmıştım yola. Terk etmiştim evimi, yurdumu ve çocukluğumun geçtiği kirli kaldırımlarıyla sokakları. Ardımda bırakırken tüm bunları, alaycı bakışlarıyla süzen insanlar görüyordum. Birbirini eze eze, öldüre öldüre, nice acılara sebep olarak; üç öğün kan yiyen, kötülük izleyen ve… yapan insanlar. Sessiz ve yargılamayan gözlerle geçip gidiyordum aralarından. Seslerini, fısıltılarını zihnimdeki düşünceler kadar net duyuyordum. Delirdiğimi, kafayı yediğimi söylüyorlardı. Belki de haksız sayılmazlardı. Bu delilik olmasa doğup büyüdüğüm yeri terk etme cesaretini gösterebilir miydim? O kadar çok insan vardı ki sayamıyordum bile. Yüzlercesinin yanından geçiyordum. Bazen bir noktada saymaya başlıyordum onları. Bir, iki, üç, dört, beş… On, yirmi, otuz, elli… Yüz, iki yüz, üç yüz, dört yüz, beş yüz… Ama bitmek bilmiyorlardı. Bu insan seli korkutuyordu da ayrıca beni. Arada birkaç sataşan dalga geçen oluyordu benle. Birkaç yerde dayak yedim. Yüzlerine baktığım için. Birkaç yerde de taşladı çocuklar beni. Ama hiç birinde üzülmedim. Tek korkum ya bu insan selinin sonu gelmezse, ya hayallerimde gördüğüm ve rüyalarıma giren yerler yoksa o zaman ne yapacaktım. Böyle anlarda adımlarımı hızlandırıyor sanki anında insan seli bitecekmiş gibi koşar adım gitmeye başlıyordum. Bir noktada yine umutlarım azalıyor ve normal tempoda yürümeye devam ediyordum. Acıktıkça durup yol üstündeki satıcılardan bir şeyler alıyordum. Böyle anlarda bunu fark edip bir anda bağırmaya başlıyor, kendi sattıkları ürünleri almam için psikolojik baskı yapıyorlardı. Buna dayanamadığımdan şöyle bir yöntem geliştirdim. Acıkmaya başladığımı hissettiğim an yolda gördüğüm insanları sayıyor ve beş yüzüncüden sonra gördüğüm ilk satıcıdan bir şeyler alıyordum. Bu noktada artık satıcının ne sattığının çok bir önemi kalmıyordu. Her aldığım yemeğin sonuncu olacağını, bir gün hayal ettiğim uçsuz bucaksız kırlarda ağaçların meyveleriyle karnımı doyuracağımı düşünüyordum. Bu yemek molaları gerçekten bana güç veriyor ve moral olarak da kendimi toparlamamı sağlıyordu. Satıcıların ısrarlı sohbet etme çabalarına rağmen genelde ses çıkarmadan dinlermiş gibi yapıp kendi düşüncelerimde kayboluyordum. Ta ki yemeğimi bitirip tekrar yola düşene kadar.


Böyle böyle günler geçti, aylar geçti. Belki de yıllar geçti. Artık sayamıyordum zamanı. Sadece yürüyordum. Yürüdükçe insanların azaldığını fark ettim. Artık yüzlerce değil, onlarca insan görüyordum yolda. Bazen hiç kimseyle karşılaşmadığım günler de oluyordu. Bu beni hem sevindiriyor hem de korkutuyordu. Sevindiriyordu çünkü artık hayallerime yaklaştığımı hissediyordum. Korkutuyordu çünkü artık yalnızdım. Ve yalnızlığın acısını daha önce hiç bu kadar hissetmemiştim. 


Yalnızlıkla geçen günler, gözlerimdeki umut parıltısını soldurmaya başlamıştı. Korku ve hüznün de eklenmesiyle yolculuğum daha da zor bir hal almıştı. Gözlerim, kırık umutlarla dolu bir dünyayı izlerken, kahve fincanındaki buğulu buhar gibi ben de belirsiz bir geleceğe doğru yükseliyordum. 


Bir sabah güneş doğarken, karşımda uzanan bir dağ silsilesi belirdi. Uzun süredir hayalini kurduğum uçsuz bucaksız kırların başladığı yerdi bu. Kendimi bir an için duraksattım ve içimdeki kederi, yalnızlığı bir kenara bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Belki de burada beklediğim huzuru ve sevgiyi bulabilirdim. Dağların eteklerine vardığımda, yeşillikler içindeki sessizliği hissettim. Rüzgarın saçımı okşadığı anlarda, doğanın kalbinin attığını duyumsuyordum. Kuşlar melodik şarkılar söylüyor, ağaçlar danslarıyla buna eşli eder gibi rüzgarda dallarını oynatıyordu. O an nasıl olduysa, içimdeki beton yığınlarına ve korkunç yalnızlığa dair izler silinivermişti. Burada kendimi yeniden keşfedecektim. Yemyeşil kırlarda dolaştıkça, iç dünyamdaki dertlerin hafiflediğini hissetmeye başladım. Gözlerim, güzellikle dolu manzaralara doydu. Çiçeklerin kokusu, beni sarıp sarmalarken, bir kelebeğin kanat çırpışını takip ettim. Her nefes alışımda doğa bana hayat verirken, içimdeki keder ve yalnızlık yerini doğanın büyüsüyle süslenmiş huzura bıraktı. Bu huzurlu anlar, zamanın nasıl geçtiğini unutturdu bana. Her gün doğan güneşle birlikte içimde yeniden umuda olan inancım filizleniyordu.


Bir gece, ay gökyüzündeki yerini aldığında, yıldızlar ışıldamaya başladı. Yıldızları seyre dalmış, yalnızlık üzerine düşünüyordum. Belki de yalnızlık, bir keşif yolculuğunun başlangıcıydı. Kendimle yüzleşmek, içsel gücümü bulmak için bu yola çıkmıştım. Ve şimdi, yıldızların rehberliğinde ilerliyordum. Her yeni gün, yeni keşiflerle dolu bir macera sunuyordu. Yolculuğum boyunca insanlardan, doğadan ve kendimden aldığım derslerle içsel bir dönüşüm geçirdim. Artık yalnızlık, bir keder kaynağı değil, iç huzurun kaynağıydı. İçimdeki beton yığınları yerini doğanın özgür ruhuna bıraktı. İnsanoğlundan kaçarak sığındığım doğa ve hayvanlar, iç dünyamda yeni bir aile oluşturmuştu. Birden aklıma yolculuğa başladığım yer geldi. Yolculuğum boyunca geçtiğim mahalleleri, insanları ve kaldırımları hatırladım. O karanlık sokaklar, beni bu aydınlık dünyaya getiren yolun başlangıcıydı. İnsanları suçlamadan, anlamaya çalışarak yürümüştüm bu yola. Yalnızlık, içimdeki bir dürtüyü takip ederek başlayan bir serüvendi. 


Şimdi, bu serüvenin sonuna yaklaşırken yalnızlık, beni daha da güçlendirmişti. Artık beton yığınlarına, kırık umutlara değil, içimdeki yeşeren umutlara odaklanıyorum. Yalnızlık, beni korkutan bir düşman değil, içsel keşiflerin kaynağı olmuştu. Ve ben, yeni bir sabaha uyanırken içimdeki buğulu buharı dağıtmıştım. Artık umutla dolu bir hayata yürüyordum. Yalnızlık, bana huzuru, sevgiyi ve içsel gücü öğretmişti. Ve bu yeni yolculuğumda, kendimle barışık bir şekilde ilerliyorum.