Edebiyat tarihinin en ''insan sevmez'' karakterlerinden biriyle tanışın: Andreas Doppler. Bunu ben değil, kendisi söylüyor. Doppler diyor ki: ''İnsanlardan hoşlanmıyorum. Yaptıklarından hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum.''

Peki bu adamın hoşlandığı bir şey ya da hayatta bir amacı var mı?
Elbette.
Ormanı seviyor. Ormanda olmayı, ormanla bir olmayı. Ve hayattaki en büyük amacı "hiç"liğe ulaşmak.

Andreas Doppler, çocukluk yıllarından beri çok başarılı bir insan olmuş, sonrasında iyi bir eş ve baba, saygın bir insan olarak modern dünya içerisinde yaşayıp giderken bir gün ormanda bisikletiyle kaza yapar ve kötü bir şekilde düşerek yaralanır. Ormanın içinde öylece yatarken hayatını da gözden geçirme şansı olur. Kendisi, ailesi, uğruna çabaladığı şeyler hakkında düşünür ve hiçbir şey hissedemez. Yaşadığı tüm anılar, peşinde koştuğu, kafasına taktığı şeyler hiçbir anlam ifade etmez onun için. Bu olaydan birkaç gün sonrasında aldığı ani bir kararla sırt çantasını alıp evden ayrılır ve ormana yerleşir.

Doppler, modern dünyaya meydan okuyan, insanlardan hazzetmeyen, alışverişi ya da deli gibi para harcamayı değil, takası savunan, tüm toplumsal kuralları reddeden, kendini ormana adamış ve onunla bütünleşmek isteyen, kendi tanımıyla ''avcı-toplayıcı'' yaşayan biri olur. Ormana yerleştikten kısa bir süre sonra da yavru bir geyik olan Bongo ile tanışır ve arkadaş olurlar. (Evet, geyik.)

Buradan itibaren hikayemiz ile ilgili anlatabileceğim başka bir şey olamaz sanırım. Çünkü Doppler, bir başlangıcı ve sonu olan kurgusal bir dünyadan ibaret değil. Hem yer yer absürt hem de yaşamın tam içinden geçen, zaman zaman yüzümüze tokat gibi vuran bir kitap. Doppler, basit dünya anlayışı, sistem eleştirisi ve yaşamlarımıza dair derin felsefik yaklaşımlarıyla herkesin kendine dönüp bakmasını sağlayacak bir ortam sunuyor hepimize.