İki bölüm halinde yazdığı Yeraltından Notlar isimli kitabı ilk varoluşsal roman olarak geçer. İlk bölümde kendiyle monolog yapar Dostoyevski, kendisini olduğu gibi kabullenme sürecinin birtakım problemlere yol açtığından bahseder. Psikolojik sorunları olduğunu düşündüğümüz karakterimizin sorunu aslında basit değildir, ötekinin arzu nesnesi olmayı tüm yaşamı boyunca reddetmiştir. Bu temel arzuyu reddedişin ödülü de topluma kendini kabul ettirememe, yalnızlık ve yeraltıdır. İnsanların hal ve hareketlerini gereksiz ve saçma bulduğu için çoğu zaman onlara ayak uydurmakta zorlanır, Zihninin yalıtılmışlığının verdiği güvenin bir sonucu olarak öz güveninde delikler açılır, yaşadığı ya da şahit olduğu her olayı, uyumsuzluk, yalnızlık ve özgüvensizlik gibi kavramların ışığında kendini yolunu çizme arayışı ile anlamlandırmaya çalışır ve kendi durumunu bir hastalık olarak belirtir nedenini de şöyle açıklar:

“Her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır.’’


Kitabın ikinci bölümünde yeraltından çıkan karakterimiz günlük hayatın akışı içerisinde bir dizi olay yaşar fakat yeraltına o kadar çok alışmıştır ki bu yaşadığı olaylara yeraltındaymışçasına tepkiler üretir. Kimi zaman yaşadığı anlık ruhsal değişimler aldığı kararları uygulama konusunda kendisini zora sokar ve durmadan karar değiştirir. Kitabın tamamı boyunca eksikliğini çektiği öz güven daha belirgin bir hale gelir. Yeraltı dışında kendisini rahat hissedemeyeceğini bir dizi olay neticesinde kavrar ve yalnızlığını kabullenme yoluna gider. Bir süre başarır fakat sonra yenilir bu nedenle çözümü bir başkasını yeraltına çekmekte bulur, kitabın en günahsız karakteri olan Liza'yı gözüne kestirir ve ona çeşitli tiradlar atar. İlerleyen bölümlerde Liza bu tiradların kendisi için çizdiği yazgıyı kabullenir ve ona gelir, okurken bana en çok huzursuzluk veren bölümde burasıdır. Liza'yı reddeder ve sonra pişman olur.

Liza’nın maskelediği bilinçaltını gün yüzüne çıkarmanın hazzı bir süre sonra pişmanlığa dönüşür. Psikanalizden önce insanların bilinçaltını ince bir alayla dile getirip gün yüzüne çıkarıyor olması bile Dostoyevski'nin ne kadar büyük bir yazar olduğunun kanıtıdır. Çernişevski'nin "nasıl yapmalı" adlı ütopik sosyalist romanının öne çıkardığı iyimserliğin karşısına kibir, kıskançlık, kötülük gibi kavramlarla dikilir Dostoyevski ve sorar,


"Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ızdırap mı daha iyidir?"


Liza'ya karşı tavrından insanı yücelten bir ızdırabı tercih ettiğini anladığımız karakterimizin absürt hikayesi burada sonlanır. Liza’nın yazgısını kabullenişi ile elde ettiği mutluluğu -ki temelinde artık yalnız kalmayacağını düşüncesi yatar- elinin tersi ile iter ve yeraltını tercih eder. Bunu da şöyle açıklar:

“İnsan, amaca ulaşmak için çalışmayı sever ama amaca ulaşmayı istemez.’’

Son olarak,

“bırakmıyorlar... iyi... iyi olamıyorum.”

Diyerek yakındığı durumu, ona artık dayanılmaz gelen yalnızlığını bitirebilmek için Liza’ya yaşatır…

Yalnız kalmamak için bütün gece aynanın karşısına oturan Pavese’den tutun da Dostoyevski’ye kadar insanların varoluşu gereği yalnızlığı eleştirebilmesi değildir, bakmayın yazarların, şairlerin yalnızlıklarını güzelleme çabalarına (!).


Yalnızlık yalınlıktan gelir. Yalın olabilme haline duyulan özlemdir belki bunca yazarın, şairin güzellemesi. Bu yüzdendir onca ortaya çıkan söz öbeği… (FY) Yalın kalabilme çabası, kendini yalnızlaştırma haline dönüştürüyordur belkide…Yer üstündeki yalın olmayışlardan kaçıyordu yeraltına karakterimiz belkide…


Lisa ile yalın olabilmiş miydi? Biriyle yalın olabilmek mümkün müydü? Bir kadınla yalın olabilmek mümkün müydü? Kadınlar… 320 sayfalık Kadınlar kitabında Bukowski kirli gerçekçilik akımıyla uzun uzun bahsetmişti bundan. “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez ama yalnız ve dik durmak için gerçekten çok şey gerekir.’’ Karakterimiz daha fazla çaba gerekliliğinden mi yeraltına dönüyordu? Yeraltına inmemiş ama kentlerin insanları öldürmek için inşa edildiğini düşünen, Bukowski de perdeleri çekilmiş bir odada tek başına oturmak istiyordu ve karakterimiz koca bir şehrin üstüne perdeleri çekiyordu. Kaybedişin ve yalnızlığın iki kalesi Dostoyevski ve Bukowski… Büyük yazarlar beş yüz yılda bir geliyordu ve onlar yüz küsur yılda bir arayla gelmişlerdi.