“Hasta biriyim ben… Huysuz adamın tekiyim...” diye satırlarına başlar Dostoyevski. Yeraltının karanlık mağarasında, ufacık bir camdan sızan ışık huzmesi altında yazar yeraltından notları. Cemal Süreyya’nın okuduktan sonra huzurum kalmadı dediği kişidir o.


Dostoyevski, karakterinin yeraltından selam gönderiyor bizlere. Gogol etkisinden kurtulup kendi iç sesiyle verdiği ilk büyük yapıtı yeraltından notlar. Kitabının baştan sona sizi etkisi altına alan bir ruh hali var. Durup kendi yeraltınıza bakmak isteyeceğiniz ve belli değerler üzerine düşüncelere dalacağınız türden bir eser. Peki bu eser gerçekten yarattığı karakterin mi yeraltıdır sizce? Ne zaman bir kitap elime alsam yazarın hayatına şöyle bir göz atarım. Yazarın hayatına yaptığım yolculuktan sonra eserde onu etkileyen unsurları, karakterdeki izlerini görmeye çalışırım. İşte o zaman çok daha anlamlı gelir eser.28 yaşında abisine yazdığı mektupta "Hayat içimizde, dışta değil," diye yazıyor. Hayat içimizde ve yaşam boyu biriken onca şey yeraltında saklı.


 Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 11 Kasım 1821’de Moskova’da Petersburg’da doğdu. Babası doktordu, babasının çalıştığı yoksullar hastanesinde doğdu. Çocukluğunu sarhoş bir baba ve hasta annesi ile geçirdi. Hayat kolay değildi onun için. Annesinin ölümü ardından Petersburg’daki mühendis okuluna başladı. Okulu bitirdikten sonra orduya girdi. Ancak bir yıl sonra istifa ederek ordudan ayrılma kararı aldı. Dostoyevski edebiyata ve yazmaya olan isteğini ordu istifasından sonra kitap yazarak ve çeviriler yaparak gidermeye çalıştı. Okul yaşamında arkadaşları onun hakkında “Devamlı kendisini ayrı tutardı, hiç bir zaman  eğlencelerimize katılmazdı ve genellikle bir köşede elinde kitapla otururdu” diye anlatırdı. Babası ile arasının pek iyi olduğu söylenemezdi. Babasının manevi desteğini alamamakla birlikte artık maddi destekte bulunmaması Dostoyevski’yi maddi açıdan da zorlu zamanlar beklediğine işaretti. Bu içine kapanık hali daha da karanlığa sürüklendi. Arık bir başına beş parasız kalmıştı Bir gün babasına, ona olan ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup yazdı. Ne yazık ki mektup babasına ulaşamadan babası *serfler tarafından öldürüldü. (*serf= Orta çağ Avrupası'nda, miras yoluyla kendisine tahsis edilen arazide toprak ağası adına çalışan köylü) Söylenene göre Sara nöbetlerinin başlangıcı bu dönem sayılır. 


Dostoyevski sinirli bir o kadar da duyarlı biriydi. Hatta o dönem arkadaşları ona “Ateş Fedya” derdi. Bu zorlu döneminde bol bol kitap okur, abisi Michael ile konuşurdu, Dostoyevski’nin tek çaresi kitaplardı. Babasının ani ve şüpheli ölümünü çok sonra öğrendi. Ona olan nefreti ve sevgisi kavga halindeydi adeta. Babasının ölümünü istemiş olma düşüncesi, ona olan nefreti kalbinde derin bir sızı oldu. Dostoyevski epilepsi (sara)hastasıydı. Hastalığının sebebinin babasına duyduğu nefret ve ardından gelen suçluluk duygusu olduğu düşünülüyor. 

Annesi zamanında varlıklı sayılabilecek bir tüccarın kızı, babası yoksullar hastanesinde 1821 yılı Yunan isyanı dönemi yaralı askerlere yardım eden bir doktor. Peki ya kendi ailesi ile olan ilişkisi…


Dostoyevski’nin babası kendi doğrularını oğluna ve karısına dayatma peşinde bir adamdı, fazlaca disiplinliydi, acımasızdı ve alkolikti karısına da çocuğuna da eziyet etmiş bir adamdı.

Bu şartlarda Dostoyevski’nin yeraltına çekiliyor olması siz de taktir edersiniz ki gayet olağandır. Asosyal biri olduğu görülse de ürkek, çekingen ve kırılgan bir çocuk olmadı. Hakkını savunmayı, doğru olanın farkına varmayı bildi. Eserlerinde sert bir dil kullandı. Eserlerindeki dilin sert olduğu ancak çeviri esnasında Dostoyevski dilinin korunmadığı söylenir. Yeraltından notlar kitabında şu sözleri yazar, “Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabul edemem” der. 

İyi eğitilmiş bir gençtir kendisi babası ona Fransızca ve Latince öğretmişti, mühendislik eğitimi almıştı. Babası anlattığımız bu kötü özelliklerine rağmen Dostoyevski’nin okulda şiddete maruz kaldığını, dayak cezaları verildiğini duyunca derhal harekete geçip oğlunu özel bir yurda yazdırdı. Yeni yurduna alışmaya çalışırken annesinin veremden öldüğü haberini aldı.

"Dostlar korkmayın hayattan! Her şeyden önce hayatı sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Hayat, bizi çevreleyen dünyada değil, kendi içimizdedir. Etrafı insanlarla çevrili bir insan olmak, durum ne olursa olsun hep insan kalmak, zayıf düşmemek, yere yıkılmamak. Hayat budur işte! Hayatın gerçek manası budur!"

Tam da bu sözünde olduğu gibi zayıf düşmemek, yıkılmamak için yaşadı belki de.

Burada Dostoyevski güzellemesi yapmış gibi görünmek istemem, elbette Dostoyevski’nin de yanlışları vardı. Dünyanın en iyi romancıları arasında yer almasın karşın insani yönünde birtakım kusurları vardı. Kendisi kumara oldukça düşkündü hatta kitaplarını bile kumar borcunu kapatmak için yazdığı, kumara olan bağlılığı yüzünden hırsızlık yaptığı, karısının eşyalarını sattığı söylenir. Şehvete düşkün olduğu, yalaka olduğu da onun hakkındaki olumsuz görüşlerdendir.

Dostoyevski’nin yazımda yalnızca küçük bir bölümüne yer verdiğim yaşamında, dikkat çekmek istediğim özelliği bir dönem dışa vuramadığı, yeraltında biriktirdiği onca düşüncenin onca fikrin eserleri ile dile gelmesiydi. Belki iyi bir insandı, belki değil. Hayatta doğrular yanlışlar ebediyen bizleri takip etmiyor. Dostoyevski aylarca idam edileceği günü bekledi. İdam anı geldi, gözleri bağlandı, ölüm fermanı okundu ancak idam kararının geri çekildiği haberi geldi.

Ne sonsuz aydınlık yarın ne zifiri karanlık. Belki de kim olduğumuzu bile tam anlamı ile bilmiyoruz. Ne diyor Nilgün Marmara, “Uçurumlar var insanla insan arasında kendiyle kendi arasında.” Dostoyevski’nin de kendi ile olan uçurumu yeraltıydı bence.

 Dostoyevski bakın yazarlığı ile ilgili neler söylüyor:

 “Yazar olarak pek çok kusurum olduğunu biliyorum. Çünkü öncelikle ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini arılattığımı, belki de hiç anlatamadığımı gördüğüme inanmalısınız. Beni kurtaran şey, Tanrının bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız anlatabileceğim, kısacası, yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umuttur.”

Karanlık bir yaşamı olsa da yeraltında birçok söylenmeyen yatıyor. Yeraltımıza gizlenip içimizdeki cevheri görmezlikten gelmeyelim. Umut yeri gelir karanlığımızı aydınlatmaya yeter. 

Yeraltını beyaz perdede izlemek isterseniz, yerli Türk sinemamızın önemli isimlerinden Zeki Demirkubuz’un yönettiği, başrolünde muharrem karakteriyle Engin Günaydın’ın oynadığı Yeraltından Notlar kitabı uyarlaması “Yeraltı” filmine bakmanızı öneririm.

Son olarak Dostoyevski’nin birkaç sözüne yer vererek yazımı noktalıyorum.

Hiçbir insan belirli bir amacı olmadan ve bu amaç için çaba sarf etmeden yaşayamaz. Eğer amaç ve umut bir kez kaybolursa, iç sıkıntısı o insanı genellikle bir canavara dönüştürür.


Her yeni düşüncenin, her deha çekirdeğinin başka insanlara aktarılamaz bir yönü vardır. Bunun hakkında onlarca kitap yazılsa bile başkaları bunu anlayamaz. Bu düşünce insanla birlikte ölür. Belki de bir insanın sahip olduğu en önemli düşünce başkalarına ifade edilemeden yok olur.


Video önerisi: https://www.youtube.com/watch?v=NpO1fN0Bs6o

Film Önerisi: Yeraltı (2012)


Sevgilerle...