“İbrahim’in elindeki taze bilenmiş bıçaktım. Kursağımda kaldı İsmail’in kanı. Üç büyük okyanusu aleve verdim, yedi kıtayı susuz bıraktım. Orta Doğu semalarında kurşunlara göz kırpıyor ilahi görkemi ile parıldayan yıldızım. Son akşam yemeğinde İsa’nın kulağına hainin adını fısıldadım. Varlığının ağırlığını toprağın çatlaklarının arasında yitiren peygamberlerin, fenagahın dudaklarındaki mühürlü sırrın bekaretini bozmasını sabırla bekledim. Dinlere teb’iz için mezhepler tevlit ettim. Görünmez sınırlar çizdim, üzerlerine sur çektim, artlarına hendekler kazdım, içlerine öksüz cesetler yığdım. Gavrilo Princip’in silahına barut bastım. Öğretilerimi insanlığa bağışlaması için Aleister Crowley’e mektuplar yazdım. Mar Petyun Keldani Kilisesi’nin bahçesinde bir rahibenin rahim duvarlarına mahdumlarımı sıvadım ay ışığına soyunan gecenin şehvetiyle. İki domuz doğurdu. İsimlerini Adolf ve Josef koydum… Bulut tribünlerinde sineklenen İsrafil’in belindeki kuşakta emaneten taşıdığı sûru çaldım kulak memesinde gezdirirken çatallı dilimi. Kıyametin ertelenen her saniyesi çatlatacak kadar şişiriyor yerkürenin zehir biriken göbeğini… Kıtaları kaydıran manyetik dalgaların zemine apansızca saplanıp dakikalarca sarstığı gibi hazzın doruklarında nefislerini parçaladım kullarının. Nimetlerine karşı sunduğum alternatiflerin büyülü cazibesine kapılanlar harlıyor uğradığım haksızlığın boğazımda düğümlenen kırgınlığını. Seçeneklerim elimden alındığından patikalar eşeledim katranlı ayak tabanlarımla. Ardımdan gelenlerin gidecek başka bir yolu yoktu. Onlara yasak kılınan arzulara cezbedici bir yol açtım. Reddedilmiş bir evladın öfkesini büyütüyorum içimde ezelden beri…”


Pancar moru kaküllerini karışlayarak elindeki sayfaları masanın üzerine bıraktı. Gözlüklerini burnunun ucuna indirdi ve üzerlerinden bakarak “Belial Bey, bu uzun zamandır okuduğum en güzel şeylerden biri. Çok güçlü bir kaleminiz olduğu ortada. Ancak bu kitabı yayınlayamayız.” dedi, net ve kararlı bir ses tonuyla. “Vakit ayırdığınız için teşekkürler Esen Hanım.” dedim ve ayağı kalktım. Editör kibar bir şekilde “Geri dönüşlerimi duymak ister misiniz?” diye sordu. Defalarca okuduğum ve duyduğum için artık ezberlediğim bir pasajın bazı salyalı kelimeleri dilimin ucunda birikti midemi bulandıran tadıyla. Alaycı bir şekilde “Yayın politikalarınıza uygun değil.” diye cevap verdim. Dudaklarını büzüp, kafasını hafifçe sağa yatırdı ve el içlerini iki yana doğru açarak “Maalesef, elimden gelen bir şey yok.” dedi. Reddedilmenin çaresizliği ses tellerimin akordunu hırpaladığından dolayı kısık bir şekilde “Teşekkür ederim” dedim. Editör, “Sizi tanımak bir zevkti. Umuyorum ki tekrar karşılaşacağız. İyi günler dilerim.” dedi ve hızlı bir şekilde varlığımı soyutlayarak bilgisayarının ekranından ruhunu sanal ağ bağlantılarının damarlarına sızdırdı. Sırtımı döndüm. Kokina desenli duvar kağıtları zührevi bir hastalıktan muzdaripmişçesine iltihaplı kabarcıklar çıkarmaya başladı. Cam kapının sağ tarafında duran askılığın hemen yanındaki kabarcık, pürüzlü çıban gibi büyüdü ve sezaryenle yırtılan karnından katranlı bir bebek doğurdu. İşaret parmağımı dudaklarımın arkasında gezdirerek ıslattım. Ardından bebeğe dokundum. Kararan parmağımın ucundaki sinir hücrelerini iğnelemeye başladı yanardağ ağzının yanaklarını parçalayarak boşalan lav. Sızlayan parmağımı ağzıma götürdüm ve salyamı bıraktım. Ardından alevin tahrip ettiği barajı narince yamadım. Patlayan çıbanı dudaklarımın arasına alıp siyah sütünü emmeye başladım. Göz kepenklerimi indirip bedenimin her noktasına zehrin sirayet etmesine izin verdim. Dudaklarımı bir süre aşındırdıktan sonra ağzımı çekip karanlığın atıklarını kustum. Gırtlağıma boyunduruk gibi geçen gri bir bulutun soluk boruma uyguladığı baskı zorunlu ihtiyacım olan oksijeni solumamı engellerken, parmaklarımın arasındaki sigara kayıp bornozumun tiftiklerine sürtünerek çıplak ayağımın üzerine düştü. Sekerek mutfağa doğru ilerledim. Buzdolabını açıp bir süre tabağın üzerindeki beyaz peynirli sandviçi ve kapak rafındaki son kalan kırmızı Tuborg’u seyrettim. Beethoven’ın Für Elise adlı eserinin başarısız bir naziresi olan kapı zilim koridorun duvarlarında yankılanmaya başladı. Raftan birayı alıp hızlı adımlarla dış kapının önüne gittim. Önce kapı deliğinden baktım, kimse yoktu. Ardından “Kim o?” diye seslendim. Ancak hiçbir cevap alamadım. Kapıyı araladığımda büyük bir koli ile karşılaştım. Üzerinde “Belial Ahilya” yazıyordu. Meraklı bir kedi gibi aralıktan kafamı çıkarıp merdiven boşluğuna baktım ve kimseyi göremeyince kutuyu alıp oturma odamın ortasındaki sehpanın üzerine bıraktım. Koltuğuma oturdum. Biramı açtım ve art arda birkaç yudum aldım. Boğazımı katrandan arındırdığım için ferah bir iç çektim. Sehpanın üzerindeki anahtarlardan birini alıp kutunun bant kısmını kopardım. Bir bibliosmia olduğumdan dolayı beni büyüleyen koku burun deliklerime nüfuz ettiği an uyuşmaya başladım. Tarlasını belleyen fakir çiftçinin tesadüfen altın dolu unutulmuş bir küpü kırdığı an hissettiği tarifsiz sevinci yaşıyordum. Heyecanla kutunun kapaklarını açtım. Parlament mavisi parıltısıyla gözlerimi kamaştıran kitapların üzerinde “Dua İletkenlerine Anjiyo, yazar Belial Ahilya” yazıyordu. Kitaplardan birini aldım ve çalışma masama geçtim. Kapağın üzerinde parmaklarını parafine bulayıp tırnaklarını ateşleyerek gökyüzü ve denizin birleştiği noktada dua eden bir adamın portresi bulunuyordu. Sahip olduğum şaheserin hipnotize edici etkisine kapıldım. Bulanık sesler çevrelemeye başladı kafatasımın oyuklarını. Esmer bir el, çay bardağından taşan oraleti kitabımın üzerine bıraktı. Ardından ıslak elini enseme koyarak “Senin bir hatun vardı, nasıl gidiyor?” diye sordu, yavşak bir ağızla. Hayatım boyunca en nefret ettiğim şeylerden biri, birinin enseme dokunmasıdır. Özellikle ıslak elleriyle! Sert bir şekilde kolunu itekledim ve “Ha?” dedim. “Bir kızla takılıyordun, evleneceğini falan söylüyordun, ne oldu o iş?” dedi. İnsanların kendilerini ilgilendirmeyen konularda sorduğu cüretkâr soruları hiçbir zaman anlamlandıramadım. Umursamaz bir şekilde suratına bile bakmadan “Kuzeni ile evlenmiş.” dedim. O ise karşıma geçerek “Nasıl lan, kaldı mı bu devirde? Ülkenin sakat stoku da bunlar yüzünden tükenmiyor amına koyayım.” dedi. Haklıydı. Ancak emin olmadığım bir mesele olduğundan dolayı “Biz beraberken bana kuzeni olduğunu söylemişti, bilmiyorum.” dedim. Omzuma vurarak kahkaha attı. “Keçiydin, boynuzların eksikti be Belial.” dedi mühim bir cümle kurmuş gibi böbürlenerek. “Siktir git!” dedim. Gülerek uzaklaştı. Diğer masalardaki insanların beni izlediğini fark ettim. Fısıldayarak “Amcık ağızlı…” dedim ve oraletimden bir yudum aldım. Ağzımın içerisindeki tortuları tükürdüm. Oraletin yüzeyindeki çay tanelerini gördüğümde bardağın özenilmeden temizlendiğini anladım. Midem bulandı. Kaşığı balık kepçesi gibi kullanarak içeceğimin içerisine daldırdım ve çay tanelerini ayıklamaya başladım. Siyah yapraklar bir insanın gövdesini andıracak şekilde dizilmişti. Bardağın boş kısmından yansıyan kitabımın baskın maviliği, suyun turunç kıyılarına kesikler vururken ellerimle kulaklarımı kapatarak sessiz bir çığlık kopardım Edvard Munch’ı yad etmek için. Fulya sol bileğimi narince kavrayarak “İyi misin?” diye sordu. Ellerimi indirdim ve bir süre yüzüne baktıktan sonra Haliç’i işaret ederek “Buradan atlasam ne olur?” diye sordum. Fulya, Galata Köprüsü’nün korkuluklarından aşağı sarkarak “Ölmek için iyi bir seçenek olduğunu düşünmüyorum.” diyerek cevap verdi. Gömleğimin cebindeki Winston Soft paketinden bir dal sigara çektim. Dişlerimin arasında sıkıştırdım. Fulya’ya dönerek elimi yumruk yaptım ve baş parmağımı aşağı yukarı salladım. Bel çantasından çakmağı çıkarıp sigaramı yaktı ve “Bana da sigara verir misin?” diye sordu. Hepsini içemeyeceğinden emin olduğumdan dolayı ağzımdaki sigarayı ona uzatıp “Dönersin.” dedim. İçli bir şekilde içmeye başladı vapurları seyrederek. Termit sürüsü gibi zihnimdeki güven mekanizmasını kemiren düşünce “Beni hiç aldattın mı?” olarak çıkıverdi ağzımdan özgüvensiz bir şekilde. Fulya kaşlarını çattı ve gözlerimin içerisine bakarak “Biliyorsun…” dedi. Bilmiyordum. Çünkü bu soruyu her sorduğumda önemli bir konuşmanın ayna karşısında hazırlanmış yapaylığı ile rol keserek travmatik geçmişini suratıma tokat gibi çarpıyordu. Annesinin babasını aldattığını, bu yüzden yuvalarının yıkıldığını, iğrenç bir çocukluk geçirdiğini, kendisinin asla böyle bir şey yapmayacağını söylemişti. İnanmıyordum. Çünkü insan doğanın en taklitçi yaratığıdır. Öğrendiği şeyleri birtakım değişiklikler yaparak uygulamaktan öteye gidememiş hayvanların içgüdüsel tetiklenmeleri, acı duymasına sebep olan şeyi bastırmak adına zayıf noktasını yakaladığı birine saplamaktan çekinmeyecektir. “Seni son kez öpebilir miyim?” diye sordum. Fulya gözlerini yumdu. Dudaklarına hafif bir buse düşürdüm. Ardından korkulukların üzerine çıktım ve kendimi Haliç’in lağımlı suyuna bıraktım. Akciğer kaslarım işlevini yitirene kadar nefesimi tuttum. Göğsümü dişleyen binlerce ateş karıncasının dayanılmaz işkencesi karşısında pes ettim ve ağzımı açtım. Sudaki sidik tadı midemde kramplara neden olurken, sırtıma bir oltanın kancası takıldı. Ağırlığımdan dolayı büyük bir av yakaladığını anlayan balıkçı, tüm gücüyle oltaya asılmaya başladı. Çırpınırken gözlerimi açtım. “Canın yandı mı?” diye sordu sivri tırnağını sırtımdan çeken Çağıl. Aynı anda orgazm olmanın verdiği hazzın etkisiyle “Hayır, zevk aldım.” dedim ve üzerinden inip yanına uzandım. Çağıl parmağını dudaklarımda gezdirerek “Kitap çalışmaların nasıl gidiyor?” diye sordu. “Gitmiyor… Hiçbir yayınevi kabul etmedi.” diye cevap verdim. “Onlar seni anlamıyorlar.” dedi. “Sen anlıyor musun?” diye sordum. “Önemli olan anlamak değil ki. Hissetmek. İnsanlar anlam arayışı ile hayatlarının tadını kaçırmaktan başka bir şey yapmıyor. Aslında mantıklı düşünürsek, her şey mantıksız.” dedi. Haklıydı. Her şey mantıksızdı. Telefon alarmım çalmaya başladı. Çağıl’ın boynundan öpüp, hızla yataktan kalktım. Odanın çeşitli yerlerindeki kıyafetlerimi sırayla giyinirken, Çağıl üzgün bir şekilde “Gidiyor musun?” diye sordu. “Babam tersanede bir iş ayarlamış, görüşmeye gideceğim.” dedim. Şaşkın bir surat ifadesiyle “Ya, görevin ne olacak peki?” diye sordu. “Vasıfsız eleman.” dedim. Vasıfsızdım. Yazdıklarımın hiçbir değeri yoktu. Varlığımın hiçbir değeri yoktu. Adımın hiçbir değeri yoktu. Yaşamamın hiçbir nedeni yoktu. İntihar düşüncesinden uzaklaşmak için herhangi biri gibi sıradan bir hayatı kabullenmem gerekiyordu. Öyle yaptım. Çünkü yazar olarak başarılı biri olamadım. Şimdi ise vasıfsız olarak şansımı deneyeceğim. En azından Türkiye’de adam yerine konulmak için asgari ücret alman bile kâfi, yeter ki sigortan olsun. Yazarlığın canı cehenneme!