“Bir dram olduğunda hep beni çağırırlar, bir gün de hayırlı bir olay için çağrılmayı isterdim. Alnımda “mutsuz” yazmıyor benim, adım da Bay Uğursuz değil. 21.yüzyılın Martin Gray’i* olmak istemiyorum.

(İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan kurtulan yazar)


Hayat bazen, tüm neşeli mizacınıza rağmen bunu kaybedebilmeniz adına karşınıza nerede en acıklı şey varsa onu çıkarır. Jean-Louis de tıpkı annesine olduğu gibi nerede dramatik bir olay var onu kendisine çekmeyi başarmış gibidir.


Ölüm kulağa çok korkunç gelse de hayatın en gerçek yanlarından birisi ve sevdiklerini kaybetmek bu anlamda belki de en yıkıcı şey. Sevdiğin birisinin kaybından sonra onunla ilgili aklında asla kötü şeyler kalmıyor yazarında da dediği gibi. Hep iyi ve güzel anılar. Bu da o acının yaşanmasıyla ilgili süreci atlatmak için yardımcı olmuyor. Zaman geri alınamıyor ve kaybedilen geri getirilemiyor sonuçta…


Sen gitmeden önce mutlu muydum? Büyük bir acıdan sonra insanın daha önce her şey hep çok iyiydi diye düşünme eğilimi vardır. Her şey hep çok iyi değildi, daha iyiydi sadece.


Fournier, seçme şansımızın olmadığı aile üyelerini anlattığı anlatı ve roman tarzındaki eserlerinden farklı olarak kaybettiği eşinden bahsederken herhangi bir yüzleşmeye başvurmamış. Yaşamına kendi isteğiyle dahil ettiği ve uzun yıllar boyunca birlikte olduğu kadının neredeyse hiçbir kötü özelliğine değinmeyen yazarın eşini suçladığı tek şey; onu ölerek bırakıp gitmiş olması…


Çok tuhaf, insanlar büyük bir mutsuzluk yaşayanlara mutluluktan bahsedemiyor. Anlamıyorum. Aslında tam da büyük bir mutsuzluk halinde mutluluk dileklerine ihtiyaç vardır.


Bu söz ile tam da kayıp yaşadığı anda, hayata tutunmaya dair bir umuda ihtiyacı olduğundan bahseden yazar, insanların acıyla yüzleşmek ve başkalarına bu anlamda destek olmakla ilgili ne kadar eksik kalabildiğimizi hatırlatıyor. Ezberlenmiş birkaç cümle dışında kime, neyi, nasıl söyleyeceğimizi, nasıl yaklaşmamız gerektiğini hâlâ bilmiyor oluşumuz, acıyı yaşamak konusunda da yalnız kaldığımızı anlatıyor. Yakınların kaybı yaşayana nasıl destek vereceğini bilememesi, kaybı yaşayanın da kimden ne gibi bir destek isteyeceğini bilememesi, insanı tek başına yüzleşmesi gereken kara bulutlarla baş başa bırakıyor.


Sevmediği bir kitabı bile “herkesin ikinci bir şansı hak edeceği” düşüncesiyle yazarına tanıdığı şansla bitirmeden bırakmayacak kadar nazik ve iyi niyetli olduğundan bahsettiği eşini, evlerinin bahçesinden bakmayı çok sevdiği çiçeklerin arasındayken tasvir eden yazar için bu kaybın kabulü her ne kadar zor olsa da kendisini birlikte geçirdikleri mutlu anlarla avutmaya çalışıyor.


Saklambaç oynamak çok uzun sürüyor. Tamam, hadi kazandın, çık artık sakladığın yerden.

Artık oynamak istemiyorum. Çık neredeysen, kazandın.

Çık ne olur, kaybettim, her şeyi kaybettim...


Kitapta, yas sürecinin beş evresi olan inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabulden her biriyle zaman zaman karşılaşsak da bütünüyle baktığımızda kabul evresi ağırlık basmakta. Birbiriyle iç içe geçebilen bu evrelerin, sayfalar arasındayken yazarın hayatında da zaman zaman karıştığını görebiliyoruz. Birlikte olduğu yıllar boyunca ilk ölenin kendisi olacağına inanan yazar, bu kaybı hesaba katmadığını söyler. Herhangi bir hastalık söz konusu olsa dahi yakınların kaybına alışmak, kendini hazırlayabilmek çok zor, o nedenle yazar da her ne kadar iyi olacağı ile ilgili destek alsa da buna inanmakta güçlük çekiyor ve sık sık tekrarlamaya çalışıyor, “İyi olacağım.”


Márquez yazmıştı: "Sevdiğimiz insanlar bütün eşyalarıyla birlikte ölmeli."


Bir anda karşısına çıkan anahtar, eve girince onu görmeye alıştığı zamanlar, eşi Sylvie’ye gelen bir mektup… Hepsi öfkelenmesine sebep oluyor, alışmaya çalışırken yardımcı olmayan tüm bu eşyalar gitmeli belki de. Ama Sylvie’yi hatırlatan eşyalara serzenişte bulunan yazar için zamanla bu durum normale dönüyor. Ve eşinin özenle baktığı çiçekleri ve evlerinin bahçesini görmekten keyif aldığına değiniyor. Sabırla baktığı çiçekler…


Bu arada anlatım tarzı olarak, yazarın “Kuzeyli Annem” kitabı ile bu kitabı arasında bir benzerlik söz konusu. Her iki insanın ölümü de yıkıcı bir sondan ziyade, sanki çok uzaklara giden insanlarmış gibi anlatılmış. Annesi, denizin içinden bir fotoğrafla kitabın sonundan bize seslenirken, eşi de rüzgârda ilerleyen bir arabadan bize gülümsemekte. Her ikisi de sanki bir seyahatteler ve zaman orada asılı kalmış gibi…


Bu iki kitap arasındaki farklılık ise; yazarın annesinin kaybını ciddi anlamda kabullenmiş olduğunu ve aradan zaman geçtiğini hissettirmiş olmasına rağmen, eşinin kaybının daha çok yeni ve acılarının taze olduğu hissi vermesi. Eşinin yeniden hayatta olmasına dair çok güçlü bir istek duyan yazar, bir yandan da böylesine bir yalnızlık yaşamadığı için onun adına mutlu hissediyor.


Ölümünden önce bir kitap yazan ve onunla ilgili gelişmeleri görmeye ömrü yetmeyen eşi Sylvie adına tüm bu süreçlerle ilgilenmek zorunda kalan Fournier, yas dışında bir de onun göremediği anların hüznüne kapılıyor. Yazarlık dönemi boyunca eşinin desteğini her daim hissettiğinden bahseden yazar için bu durum üzücüdür, ne kadar başkaları tarafından sevildiğini görmesi mutluluk verse de emeğinin karşılığını göremeden veda etmiştir. Tüm bunlara bir de vefat eden insanı hatırlatacak telefon ve bilgilendirme mailleri eklenir. Sistemde yenilenmeyen kayıtlar yüzünden hâlâ yaşamdaymış gibi gönderilen bilgi mesajları yazar için sinir bozucu hale gelir. Durumu kabullenmek yeterince zorken bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalır. Kendisi henüz kabullenememişken başkalarına nasıl anlatsın ki?..


Senin fotoğraflarına ihtiyacım yok, hafızam var.


Yazarın anne ve babasını kaleme aldığı kitaplarda fotoğrafın önemli bir figür olduğundan bahsetmiştim daha önceki yazımda. Diğer kitaplardan farklı olarak, eşini fotoğraflarla hatırlamaya ihtiyacı olmadığını, onun her daim anılarında olduğundan bahseden yazarın bu kitabının kapağında da Sylvie’nin resmi yer almakta. Kendisinin onu hatırlamak için fotoğrafa ihtiyacı olmasa da, Sylvie’yi bize anlatırken nasıl birisi olduğunu da göstermek isteyen yazarın tercihi ise bu hareket halindeymiş hissi veren fotoğraf. Aslında çok sevdikleri arabanın içerisinde birlikteler fotoğrafta, fakat sırtı dönük olan yazarın yanındaki kadının gülen yüzünü görebiliyoruz yalnızca. Bu fotoğraf bir arada olmalarının bir sembolü olmaktan ziyade, eşiyle vedalaşmasını simgelediğinden dolayı özne de yalnızca Sylvie olmalıdır; tıpkı Jean-Louis’nin anlattığı gibi utangaç tavrı ve mahçup gülümsemesiyle…